12 Aralık 2008 Cuma

dem

Ahu Antmen isimli Radikal yazarı bir hanımefendi vardır. Bilen bilir. Sanat üzerine derinlikli yazılar yazar, İstanbul'un kıyıda köşede kalmış, ıssız sergilerinde dolanır. Gördüklerini, duyduklarını meraklısına aktarır. Konunun uzmanı olmamakla birlikte, sanat üzerine harika yazılar yazabildiğini söylemeliyim. Yazılarının seçkinliği, karmaşık bir dil ile üstün sanat zevkini, kültürünü gösterme merakından çok öte, bu sanatsal deneyimlerde hissettiklerini samimiyetle yansıtmasından ileri gelmektedir. Benim için. Gebze'de öldürülen İtalyan sanatçı Pippa Bacca ile ilgili yazdıklarını hatırlıyorum mesela. 16 Nisan 2008 tarihli yazısından: "Bacca, göze almış olsa da kuşkusuz hiç ummadığı bir sonla, günümüz sanatının en trajik performansını gerçekleştirdi, kendi ölümünü sergilemiş oldu." Dehşet, ama doğru! Bu kadıncağız öleceğini bile bile, sanat ve barış umudu için (en azından üzerinde konuşulması için) kendini sunmuş olabilir mi? Böyle olmalı.

İşte, o Ahu Antmen 26 Kasım'da bir fotoğraf sanatçısı hakkında yazdı. Adı Michael Kenna. Fotoğraflarına, ilk defa birkaç yıl önce Ara Güler'in çıkardığı İZ dergisinde rastlamıştım. Dergiyi, BÜFOK'tan arkadaşlarla almış, inceliyorduk. Sohbet ediyorduk. O vakitten sonra da, adını unuttum. Ama fotoğraflarından bir tanesi aklımda çok yer etti. İlk sanatsal heyecanım fotoğraf adına bir şeyler söylemek de, Ahu Antmen'in de yardımıyla bugüne nasipmiş.

Michael Kenna'nın adını unuttuğumu, fotoğraflarını tekrar görmek istediğimde fark ettim. Dergiyi BÜFOK'ta aradım, bulamadım. Fazla üzerine düşmedim. Nasıl olsa yine karşıma çıkar dedim. Tam da böyle oldu. Bir de baktım ki, işte tam da o aklımda en net kalan Michael Kenna fotoğrafıyla beraber Ahu Hanım köşesinden bildiriyor. "Issız doğanın şairinden fotoğraflar" başlığıyla, yine farklı bir mekanda, gözden ve şehrin karmaşasından ırak bir sergi müjdeliyor. Zira, ünlüdür onun galeri gurmeciliği. Bir keresinde Galeri Giz diye bir yer tanıtmıştı. Levent'in göbeğinde böyle bir yer mi varmış diyerek, öğle tatilinde yemekten sonra gitmiştim. Gerçekten de gökdelenlerin, şaşâlı iş ve alışveriş merkezlerinin ortasında, çok da ufak sayılmayacak kadar büyük ama mütevazı bir galeri çıktı karşıma.

"...(tüm fotoğraflar), serginin başlığındaki gibi, sessiz birer izlenim doğaya dair; ayrıca hepsi, doğaya ‘dil’ olmak diye bir şey mümkünse, o kadar doğaya yakın: Kenna’nın çoğu fotoğrafı geceleri ya da sabahın erken saatlerinde çekilmiş, saatlerle ölçülen pozlama süreleri sonucunda oluşmuş. Kısacası, ‘Güzel bir manzara gördüm aman kaçırmayım’ değil Kenna’nın uğraşısı; belli ki doğanın herhangi bir anını değil, deyim yerindeyse ‘demini’ yakalamak peşinde bir fotoğrafçı." Son cümledeki "dem" kelimesi, Kenna'nın uğraşısını özetliyor. Üzerinde düşündüm de, ne de güzel bir kelime. Dem.

Fotoğrafı açığa çıkarmak da, aynen çay demlemek gibidir. Ağır ağır işlersiniz. Fotoğrafı çektikten sonra, karanlık odaya girersiniz. Işıkları kapatırsınız. Karanlık. Kara delik gibi. Uzayda çok küçük (ders kitaplarımızın favori tabiriyle toplu iğne ucu kadar) bir nokta. O noktanın dışında sonsuz bir evren var ama o noktanın içinde gözleriniz çalışmadığından sizin payınıza sadece silme karanlık, hiçlik düşer. Biraz durup gözlerinizin karanlığa alışmasını beklersiniz. Filminizi, film rulosundan karanlıkta çıkarıp, karanlıkta makaraya sararsınız. Makarayı (hala karanlıktasınız) ışık geçirmeyen bir hazneye koyarsınız. Tüm bunlar, benim gibi sakar biri için bile çok zevklidir. Hatta, tüm fotoğrafçılık sanatında, insan bünyesine aşırı gelen güzel mankenlerle çalışmak dahil, karanlıkta debelenmekten daha zevkli bir şey daha olduğunu sanmıyorum. Meditasyon gibi. Karanlık odada yapılan diğer işlemler (geliştirme, stop banyoları vs.), asla karanlıkta makara sarmak kadar zevkli değildir.

Ahu Antmen'in bahsettiği "dem" ise daha farklı. O, sadece karanlık odada çalışmaktan değil (Michael Kenna karanlık üstadı olabilir, o başka), fotoğrafın çekilmesi anındaki bir "dem"lemeyi de kastediyor. Saatler süren bir işçilik. Pozlama süresi denilen şey, (bilmeyenler için söylüyorum) bizim 'çıt' sesiyle bildiğimiz, fotoğraf çektirirken duyduğumuz, genelde göz açıp kapama süresi kadar olan süredir. Bazen o 'çıt' sesine bir flaş da eşlik eder. İşte odur. Michael Kenna'nın fotoğraflarında bu süre, saatleri aşmaktadır. Saatlerce deklanşöre basmak gibi. Bu da, gökte yüzermiş gibi duran bulutları, kayaların üzerinde sis gibi duran dalgaları açıklar.

Michael Kenna, fotoğraflarını zaman suyuyla demliyor. Rengi, ahengi yerinde. Ama bir hışımda içmeye kalkarsak ağzımızı yakar. Bu bizim bildiğimiz ürünler gibi değil. Hemen tüketemiyoruz. Bir süre sonra, tekrar görmek, tekrar içmek ihtiyacı hissediyoruz. O vakit bir de bakıyoruz ki, bardağımız yeni baştan doldurulmuş.

Michael Kenna'nın 'Sessiz İzlenimler' sergisi 22 Aralık'a kadar Galeri Elipsis'teymiş. Ben de daha gitmedim. Gelecek var mı? Açık davet.

Hiç yorum yok: