5 Kasım 2012 Pazartesi

geçmişe hapsolmak


2012 Altın Koza'da En İyi Film ve Senaryo ödüllerinin sahibi Babamın Sesi, Cuma günü gösterime girdi. İki Dil Bir Bavul'da olduğu gibi Babamın Sesi de Kürt meselesini, odağına siyasi (soyut) söylemlerden etkilenen tek (somut) özne olan insanı koyarak ele almayı tercih ediyor. Filmin iki yönetmeninden biri olan Zeynel Doğan'ı, annesiyle birlikte kamera karşısına geçmeye yönelten hikayenin yaşanmışlık hali, yavaş akan filmin duygusal itici gücünü oluşturuyor.

Büyürken babasını doğru dürüst görememiş olan Mehmet'in, eşiyle yeni bir eve taşındığı sırada eşyaların arasında bulduğu bir ses kaydı ile babasına ve dolayısıyla çocukluk anılarına karşı alevlenen merakı, kısa bir süre içerisinde kaçınılmaz olarak annesinin yalnız yaşamına dahil olma çabasına dönüşüyor. Mehmet (annesinin tabiriyle Memo), hatırlamadığı geçmişinin tek tanığı olan annesinin peşine takılıyor; sürekli sorular soruyor. Evdeki sandıklarda eski fotoğraflar, babasına ait ses kayıtları arıyor. Ancak, kaybettiği eşi ve büyük oğlu Hasan'ın anısından bahsetmekten acı duyan Basê'nin, Hasan'ın sessiz telefonlarına ve eşinin ses kayıtlarına zincirli, ketum yaşamaktan başka bir çaresi yok gibi. Sonra sonra Basê'nin Memo'yu cevapsız bırakmak zorunda olduğunu, gurbette çalışan babalarına kaydederek gönderdikleri sesli mektuplardan anlıyoruz. Banttan yayılan seslerin karakterler üzerindeki nostaljik ve travmatik etkisi, sinema salonundakileri de içine çekmeyi başarıyor.

Basê, her anlamda geçmişte yaşıyor. Eşinin genç kalmış sesine, Hasan'ın cevapsız telefonlarına sığınması bir yana, yaşadığı ev de bir o kadar geçmişe ait. Eski ve bakımsız. İçindeki eşyalar, kayıp aile fertlerinden geriye olduğu gibi kalmış besbelli. Çayın halen sobada demlendiği, duvar sıvalarının döküldüğü mekan, belli ki bu geçmişte yaşama hissiyatını kuvvetlendirmek üzere itinayla kurgulanmış. Basê kendisiyle beraber evini de geçmişe mahkum etmiş sanki. Zamandaki bu kapatılma hali öyle bir noktaya varmış ki, evdeki eski duvar saati bile (kimbilir ne zaman) durmuş. Mehmet uğraşıyor; ama becerip de tamir edemiyor. Annesinin asılı kaldığı zamanı günümüze çekemiyor bir bakıma.

Sinema tekniği açısından mükemmel olmasa da sorunlu olmayan Babamın Sesi, seste, kurguda ve oyunculukta sade bir çizgi izliyor. Başrol oyuncularının profesyonel olmadığını, Basê'yi, Zeynel Doğan'ın annesi Basê Doğan'ın oynadığını ve hikayenin Doğan ailesinin yaşanmışlıklarına dayandığını tekrar hatırlatmak gerekir. Bu sebepten olsa gerek oyuncular filme, anne-oğul yakınlığından ileri gelen doğal bir inandırıcılık katmayı beceriyorlar. Öte yandan, özellikle ilk yarım saatte filmin temposunun olması gerekenden biraz daha yavaş olduğu söylenebilir.

Kürt sorunu ve Maraş katliamı gibi, Türkiye ikliminde bırakın bir filme konu olmayı, en yakın arkadaşla bile konuşmaktan imtina edilen ya da hep aynı baskın minvalde konuşulmaya mecbur bırakılan "hassas" meseleleri, bu illeti yaşayanların (ateş düştüğü yeri yakar çünkü) perspektifinden dürüstçe aktarmayı başaran Babamın Sesi'ne, sinema tekniğinden çok teorik olarak yöneltilebilecek eleştirilerden biri, buna benzer (Eve Dönüş, Sonbahar vs.) ilk bakışta "politik" olma eğilimdeki (veya iddiasındaki) filmlerin, aslında apolitik veya sonradan bu hale dönüşen kahramanların gözünden anlatılması nedeniyle, son tahlilde o kadar da politik olamadığı olabilir. Mesela Mehmet, ailesinin başına gelenlere rağmen (ağabeyi Hasan'ın aksine) bu işlerin baş mümessili devlet ideolojisine karşı herhangi bir öfke belirtisi göstermiyor. Keza baba Mustafa da, geçmişten gelen sesiyle karısına mütemadiyen, oğullarını tekinsiz politik ortamdan uzak tutmasını salık veriyor. Elbette bir film yapmak, insana dair bir söz söylemek olduğundan, politik veya apolitik diye ayırmak biraz fütursuz ve kaba. Bir film ya iyidir, ya da kötü. Babamın Sesi, pek çok açıdan iyi bir film. Ancak yine de annesinin yanına ziyarete gelen Mehmet'e, elini kolunu sallayarak bahçeye girdikten sonra "-sen ne arıyorsun burada" diye sorma hakkını kendinde gören polislere Mehmet'in, (karakterine ters gibi görünse de, insani bir öfke patlamasıyla) "-sanane be, burası benim evim" diyebilmesini içten içe istedim. Uzak olmayan bir gelecekte, daha muhalif karakterlerin gözünden, sözünü daha direkt söyleyebilen, gözünü budaktan daha az sakınan filmler yapılabilmesini de umuyorum.

Babamın Sesi, James Bond'un arz-ı endam ettiği gişe haftasında, ağır ve dokunaklı hikayesiyle Hollywood tabelasının tam tersi yönünde, az sayıda sinema salonunda izlenmeyi bekliyor.


16 Şubat 2012 Perşembe

mutat !f yazısı


Fatih Özgüven'in yazdığı İstanbul Film Festivali yazılarının başlığıdır: "Mutat Festival Yazısı." 2012 !f çerçevesinde kullanmak bize de nasip olsun. Artık İzmir'in de konuğu olacak olan !f, alışılageldik bölümlerini korurken, ana akım sinemadan, kült filmlere; kimlik sinemasından korku filmlerine kadar meraklısına yine geniş bir yelpaze sunuyor.

Festival bağımsızların festivali olunca, haliyle gösterilecek çoğu yapımı ilk kez izleyebilme fırsatını bulacağız. Bu yazıyı okuma zahmetinde bulunacaklara, bu önemli noktayı önceden hatırlatmak boynumun borcudur. Bir tavsiye yazısı olarak görülmesin -zira yalan yok; çoğunu izle(ye)mediğimden bu amaca hizmet edemez. Sadece filmler hakkında edinilebilen bilgiler sonucu oluşan merakın paylaşıldığı bir nevi müsveddedir diyelim. Bayağı bir alçakgönüllüdür yani bu yazı. Ona göre.

Festivalin ödüllü bölümü Keş!f, sinemada farklı bir damar yakalama gayretindeki genç yönetmenlere paye verme niyetinde. Bu bölümde yer alan sekiz film arasından, sıyrılması öngörülenler arasında "Denizde İki Yıl"("Two Years at Sea") ile "Kapıları, Pencereleri Açalım" ("Abrir Puertas y Ventanas") sayılabilir. "Denizde İki Yıl", izole doğada tek başına yaşayan yaşlı bir adamın hayatından stilize kesitler sunuyor. Üç genç kızın büyüme hikayelerini konu eden "Kapıları, Pencereleri Açalım" ise, Locarno'dan Altın Leopar ve FIPRESCI ödülleriyle dönmüştü.

"Hit Filmler" bölümü, her zamanki gibi son dönem festivallerde boy gösteren ve boyundan büyük işler yapan popüler filmlere ayrılmış. "Man on Wire" ile kimilerine göre tüm zamanların en iyi belgesellerinden birine imza koyan James Marsh'ın yeni filmi "Project Nim", bilimsel bir deney kapsamında insan muamelesi yapılan bir şempanzenin yeni ailesi ile büyüme serüvenini ele alırken, insan ile hayvan arasındaki müphem çizgi daha da belirsizleşiyor. Cannes'da eleştirmenler tarafından beğeni toplayan ve bu ilgiyi filme gelen iki eleştirmen ödülüyle birden taçlandıran "Sığınak" ("Take Shelter"), sıradışı hikayesi ve oyunculuk performansları ile öne çıkıyor. Bu kategorideki en görülesi filmlerden biri.

Karamsar Todd Solondz'un en iyimser filmi olarak nitelenen "Dark Horse", adındaki karanlık kadar umudu da es geçmeyen bir eser olarak tanımlanıyor. Kendine has (kara mizahdan biraz daha kara) bir üslubu istikrarla temsil eden Solondz'un son yapımından, yine zekice kurgulanmış tuhaflıklar beklenebilir. Gülsek mi ağlasak mı durumları ve askıda kalan rahatsız edici kontrpiye. Yaşayan en kafasına buyruk sinemacılardan Guy Maddin'in son filmi "Anahtar Deliği"ne ("Keyhole"), sırf 2008'te yine !f'te gösterilen "My Winnipeg"den aldığım hazzın hatırına gideceğim. Çok önemli ve alternatif bir adam Guy Maddin. Festival ruhuna çok uyuyor.

Yine "Hit Filmler"de gösterilen George Clooney'li "The Descendants" dan ise uzak durmanızı salık veririm. En İyi Yönetmen, En İyi Oyuncu ve En İyi Senaryo dahil beş dalda Oscar'a aday gösterilmesine rağmen, vasat bir film olduğunu kanıtlayabilecek bir çok tezim var. Lakin konumuz dışı. Kaldı ki "The Descendants"ın, arkasında kocaman kocaman yapım şirketleri varken; ne bakımdan bağımsız sayıldığını anlamış değilim. Gösterilen diğer birçok film için de aynı sorun var.

Kurmaca filmler bir yana, bu yıl özellikle çeşitli kategorilerdeki belgesellerin güçlü olduğu seziliyor. Programda, biletleri tükenen "Project Nim"in haricinde de vaatkâr belgeseller mevcut. Noam Chomsky ve Joseph Stiglitz gibi isimlerin katkı sağladığı "Mahşerin Dört Atlısı" ("Four Horsemen"), dünyayı döndüren para çarklarını ifşa etme iddiasında. "Tahrir 2011: İyi, Kötü ve Politikacı", Mısır'da yaşanan devrimi halkın ağzından (iyi), Mübarek'in halkı sindirme politikalarını kendi güvenlik görevlilerinin ağzından (kötü) ve Mısır'daki mutlak egemenliğin hangi yöntemlerle oluşturulduğunu tanıkların ağzından (politikacı), üç bölümde anlatıyor.

"Ayakta Ölmek" (Morir de Pie), henüz çocukken MS teşhisi konan ve ebeveynleri tarafından terk edilen devrimci bir Meksikalıyı konu ediyor. Ama bu hikayenin sadece bir parçası! Bu devrimci genç erkek, sonra sarışın bir kadına dönüşüyor! Bir memleket hikayesi "Çürük" ("The Pink Report"), adından da anlaşılacağı üzere devletin homoseksüellere bakışını ve özellikle TSK'nın bu bireylere yaptığı insanlık dışı muameleyi anlatıyor. Bunlar bizim alışık olduğumuz, bildiğimiz hikayeler. Aliye Kavaf'ın "eşcinsellik bir hastalıktır ve tedavi edilmelidir" sözü (çokça alıştığımızdan olsa gerek) bizi şaşırtmamışken; aynı cümleyi İngilizce çevrilmiş halde fragmanda görmek (bakınız: "homosexuality is a disease and needs to be treated") utanç veriyor. İlginçtir insan, sözün mahiyetini dışarıdan birisinden duyduğunda daha farklı algılıyor.

Merakımdan mütevellit yukarıda söz ettiğim belgesellere ek olarak, Türk cezaevlerinde başladığı ölüm örücünün sonucunda engelli hale gelen Bedia'nın Fransa'daki yaşantısını kaydeden "Bedia'nın İzinde" ve Şikago gettolarında sıradanlaşan çete şiddetini durdurmayı amaçlayan CeaseFire organizasyonuna odaklanan "Müdahaleciler" ("The Interruptors") görülebilir.

Daha pek çok film var. Ama hepsi hakkında ahkam kesmek zor. !f Özel Gösterimler kategorisinde Altın Portakal mağdurlarından "Zenne"; !f Kült'te ise karizmatik isim Georges Franju'dan Almodovar'ın son filmi "İçinde Yaşadığım Deri"ye ilham olan "Yüzü Olmayan Gözler" var mesela. Yine !f Kısalar, toplu gösterim şansı ve ödüllendirme ile kısa filmcilere destek olmayı sürdürüyor.

Bitirirken... !f'ten ne beklemeli, ne beklememeli? İstanbul'daki türlü türlü festivalin, haliyle türlü türlü de huyu oluyor. Her biri için farklı bir hissiyat var. Fitaş sinemalarının düzenlediği !f, güzel bir konsepte sahip olsa da, bahsettiğim "The Descendants" örneğinde olduğu gibi, bağımsızın sınırlarını fazlasıyla zorluyor. Seyirciden talep gören filmlerin çoğu, henüz Türkiye'de gösterime girmemiş ana akım filmler aslında. Fakat, hakkını teslim etmek gerekir ki, bir daha izleyemeyeceğiniz, aklınıza ismi de gelmeyeceğinden edinemeyeceğiniz filmlere bolca salon ve zaman ayrılmış. Bu da takdir edilesi bir iş doğrusu.

!f, bende hep bir kumar hissi uyandırmıştır. Ya çok güzel bir keşif yaparsınız ya da zaman kaybettirir. İyi seçimi yapmak için harcadığınız emeğe ise doyum olmaz.