24 Haziran 2009 Çarşamba

"sürgün": boşluk üzerine küçük görsel mucizeler


2007 Sonbaharının ıslak bir cumartesi günü her zamanki manasız işler yüzünden ofiste belgeler içine gömülmüşken metroya atlayıp sinemaya, Film Ekimi'ne gittim. O gün orada gördüklerimi unutamıyorum. Saçma hafta sonu mesaisine geri döndüğümde yüzümde gülücükler açtığını görenler sebebini sordular. Onlara muhteşem bir film izlediğimi söyledim. Her ne kadar ikinci izleyişte büyü bozulmuş olsa da Andrey Zvyagintsev'in "Sürgün"ü (Izgnanie), herkes için özel olabilecek kadar güzel.

2003 yılında çektiği ilk filmi "Dönüş" ile adından söz ettiren Andrey Zvyagintsev, önceki filminde olduğu gibi "Sürgün"de de aile kurumunun gizlerini ifşa etmeye uğraşırken, köklü dinsel referanslar ile insan olmak ve mutlu olmak üzerine ağır laflar ediyor. Hem de ağzını bile açmadan! Adem ile Havva'nın yeryüzündeki cennetini yaratmakla yükümlü iki insan birbiriyle konuşmuyor, konuşamıyor. İki zoraki yakın, iki yabancı. Hal böyleyken bir aile olmak, birey olarak mutlu olabilmek, karı-koca yükümlülüklerine indirgeniyor. Sonuç ise, Da Vinci ile sembolize edilen bir cennetten kovuluş.

Güzel Vera'nın (Maria Bonnevie) mutsuzluğunu, Alex (Konstantin Lavronenko) hiçbir zaman fark edemese de izleyici daha ilk sahneden hissediyor. Vera bir kez dahi gülümsemiyor. Küçük kızına "tavşancığım" diyemiyor. Türkler olarak bizler komşularımızdan çok farklı olduğumuza inanırız. Halbuki sınırdan öteye adım atan gözlemcinin karşılaşacağı benzerlikler çok şaşırtıcı olacaktır. Bir o kadar da sevimli. Rus da olsa Türk de olsa fark etmez; özellikle doğu toplumlarının kadın ve erkeğe biçtiği kolektif basmakalıp roller var. Örnek anne-baba olmak, çocuklarını yetiştirildiğin gibi yetiştirmek gibi. İşte toplumun çizdiği bu silik ve fedakar siluetlerin içini doldurmaya çalışmak Vera'yı fazlasıyla yorarken, otoriter baba payesini elinde tutan Alex halinden şikayet etmiyor. Onun için herşey olması gerektiği gibi. Bana kalırsa "Sürgün"ün özgünlüğü, bu iletişimsizlik, uyumsuzluk halini olması gerektiği gibi tavizsiz bir şiddetle vurgulayabilmesinde yatıyor.

Zvyagintsev'in yapımlarından bahsederken, hareketli görüntülerin fotografik estetiğinden söz etmemek olanaksız. İlk sahneden itibaren en ufak detayı bile kaçırmamak için gözünüzü görüntü yüzeyi üzerinde doymaksızın gezdirmek istiyorsunuz. Çoğu zaman sabit kalsa da ara sıra dönen, dolaşan, hareketlenen kameranın gösterdikleri güzellikler sadece biçimsel olarak değil, anlamsal olarak da temelde özenli bir ışık kullanımının ürünü. Örneğin karar sürecinde ailenin üzerinde kara bulutlar dolaşırken, Alex de sürekli alacakaranlığın içinde geziniyor.

20. yüzyılın ikinci yarısından günümüze değin dünyada hiçbir yönetmen Andrey Tarkovski kadar etkili olamamıştır. Tarkovski, yalnızca kurgucu Rus sinemasının seyrini değiştirmekle kalmamış, Sovyet sansürü döneminde başarabildiği birbirinden değerli 7 filmi ile Türkiye dahil (Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu) birçok ülke sinemasına nüfuz etmiştir- son olarak Trier'in "Antichrist"ı Tarkovski'nin bir negatifi gibidir. Ama birçokları tarafından çoktan Tarkovski'nin veliahdı ilan edilmiş Zvyagintsev ile üstadı arasında tehlikeli benzerlikler baş göstermeye başlamış sanki. Taşraya dönme, nefes alma, ruhî boşluk, arayış, ince referanslar ve sonunda her türlü olumsuzluğa rağmen Faust misali sarsılmaz bir inanç ile gelen sevginin zaferi... Tüm bunlar ile yetinilmeyip, Tarkovski'nin "Stalker"ında (1979) kullandığı akan su metaforunun "Sürgün"de de bir gönderme şeklinde tezahür etmesi fazla olmuş. Hatta açılıştaki araba sekanslarından biri "Solaris"in ünlü araba çekimlerini andırıyor. Zvyagintsev'in artık Tarkovski'nin alanından çıkması gerek. Yoksa sonraki filmleriyle birlikte, Tarkovski'nin ucuz bir taklidi olarak görülecektir ki çok yazık olur.

Bu toprakların yetim çocuklarından Bitlisli William Saroyan'ın "The Laughing Matter" (Gülünecek Şey) adlı romanından uyarlanan "Sürgün", filmin sonuna dek saklamayı başardığı gizem ile 2,5 saatlik uzunluğuna rağmen sıkıcılığa düşmüyor. Düşse ne olur ki? Hiç bir şey anlatmasa bile sırf görüntüleri için izlenmeye değer. Kaldı ki "Sürgün" hem öz, hem de biçim (filmi birkaç parçaya bölen harika müziği ve son sahnesi için ayrı bir parantez) olarak nadir rastlanan bir bütünlük vaat ediyor. Başroldeki Konstantin Lovranenko'ya Cannes'da en iyi erkek oyuncu ödülünü getiren "Sürgün", donuk ama tam da bu nedenden ötürü çok sarsıcı bir film.

Önemli not: Zvyagintsev'in ilk filmi "Dönüş", "Sürgün" ile birlikte aynı DVD'de ve şimdilerde yalnızca 4,99 TL! Kaçırmayın!

19 Haziran 2009 Cuma

ilham gelmiyor


Kült nedir?!

Giriş paragrafı için alışılmadık ve saldırgan bir ilk cümle. Onun için soru işaretinin yanına piyangodan bir ünlem koymak gerekti. Satrançta oyunun seyrini değiştiren bir hamlenin yanına konulduğu gibi, bu yazının da seyrini değiştirmesini umuyorum. Zira iki haftadır dardayım, ilham gelmiyor. Bir "Barton Fink" denemesine de yakışan bu değil midir?

TDK, "kült" sözcüğün karşısına üç anlam uygun görmüş: (1) "Din." (2) "Yerel özellikler taşıyan dinî törenler." (3) "Belli bir dönemde aşırı ilgi gören film vb." Yapma TDK. Bu kadarcık mı? Kült üzerine bunca elit lafazanlık "belli bir dönem aşırı ilgi gören film"ler için miymiş? "Down by Law", "Pulp Fiction" gibi yapıtlar nasıl oluyor da geçici bir moda akıma bağlanıyor? Bu durumda biz de bu geçici modanın her daim fanatik müritleri mi oluyoruz?

Merakımızın giderilmesini sadece TDK'ya bırakmayıp (harcatmayıp) süper icat "google" üzerinden biraz daha araştırma yapıyoruz. filmsite.org sitesinde kült filmlerin ingilizce geniş bir tanımı yer alıyor. Mealen: "Kült filmler genellikle kızgın, tuhaf, benzersiz ve karikatür karakterlerin ya da planların yer aldığı tuhaf, alışılmamış, eksantrik, sıradışı ya da gerçeküstü filmlerdir." Ne de olsa içeriden bir bakış. Sözlük tanımlarının soğuk aceleciliğinden eser yok. İşte Barton Fink, gücünü mütemadiyen John Turturro'dan alan Ethan Coen-Joel Coen dayanışmasının ilk dönemlerinden fırlamış, ikilinin şu ana dek Big Lebowski ile birlikte yarattığı en kült karakterlerden biri.

New York'ta bir tiyatro yazarı olarak ünlenmeye başlayan Barton Fink, menajerinin de ısrarıyla Hollywood'un ısmarlama filmlerinden birini yapmayı kabul eder. Bu bir güreş filmi olacaktır. Barton Fink'ten beklenen, kendine özgü halkçı bakış açısıyla gişede fırtınalar estirecek bir duygu seli yaratmasıdır. Sinemadan bihaber olan Fink birazcık zorlanır: "Her zaman yazmanın büyük bir içsel acıdan kaynaklandığını düşünmüşümdür." Barton Fink, birazcık para kazanmak için New York'taki seçkin sanatı bırakıp geldiği California'da büyük bir yazar tıkanıklığı yaşamaya başlar. Barton Fink'i özel ve bir yerde de kült kılan şey aslında konusu, işlediği yazar tıkanıklığı problemidir. O ilk cümleyi yazabilmek için kıvranılan uzun saatler, uykusuz geceler, stres ve çaresizlik... Ve bir süre sonra, artık üretkenliğinin tükenmiş olabileceğini düşünmeye başlayan karamsar yazarın omuzuna tam zamanında konuveren ilham perisi... Hepsi Barton Fink'in sanal bedeninde vücut buluyor.

Ne acayiptir ki sinemanın icat olunduğu devirlerden, ta Lumiere kardeşlerden günümüze değin beyaz perde bir sürü kardeş gördü (bkz: Türk sinemasında Taylan biraderler). Geçen sene "Yaşlılara Yer Yok" ile Oscar'ı kasıp kavuran Coen kardeşler de Amerikan sinemasında özgün bir yere sahip. İlk filmleri "Blood Simple"(1984)dan beri beraber yazdıkları suç senaryolarını çeken ikili, Barton Fink'de de travma tipleri sapık diyaloglar ile süslemeyi becermiş. Yalnızca John Turturro'nun canlandırdığı Fink karakteri değil, tuhaf pazarlamacı Charlie Meadows (John Goodman), okuma yazma bilmeyen zengin Hollywood yapımcısı Jack Lipnick (Michael Lerner), kaba saba, ırkçı stüdyo şefi Ben Geisler (Tony Shalhoub) karakterleri de bu ince taşlamadan nasibini alıyor.

John Turturro yine komik bir yüz ile harika işler çıkarmış. Amerikan filmlerinde genellikle yan rollerde gördüğümüz sık sık karşımıza çıkan gülünç ama çok iyi oyuncu olduğu her halinden belli tipler vardır. Steve Buscemi ("Fargo", "Gizem Treni"), William H. Macy ("Manolya", "Fargo"), Tim Roth ("Ucuz Roman") bunlardan bazıları. John Turturro da bana kalırsa bu cenahı temsil eden en mühim, en entellektüel şahıs. Bir tür dinî lider gibi bir şey- kült lider. Mütevazı bağımsız Avrupa filmlerinde dahi boy göstermekten geri durmayan John Turturro, komik ama hırslı karakterler yaratmayı seven genç yönetmenlerin çalışmaktan gurur duydukları müthiş bir sinemasever. Eblek suratını bu filmde de gizleyemeyen John Turturro, Fink karakterine kendi coşkusunu vermiş: "Ben bir yazarım, sizi gidi canavarlar! Ben yaratırım! Yaşamak için yaratırım! Ben bir yaratıcıyım! Ben bir yaratıcıyım!"

Ethan-Joel Coen kardeşlerin dördüncü işi " Barton Fink ", 1991 yılında Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'nin sahibi olurken, yönetmeni Joel Coen'e En İyi Yönetmen ve John Turturro'ya En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini getirdi.

9 Haziran 2009 Salı

bu da topuz'un kantarı


Mehmet Topuz muamması, Türkiye'deki akıl almaz futbol politikalarını bir kez daha gösterdi. Göstermekle de kalmadı, adeta gözümüze gözümüze soktu. Hafızam beni futbolcuların korsan yöneticiler tarafından kaçırıldığı 90'lı yıllara, daha yenisi 2000'lerin başındaki alicengiz oyunlu, "hülleli" yıllara götürdü. Uçak gibi futbolcu kaçıran yöneticiler ile kural mural takmayıp "Mehmet Topuz Beşiktaş'a hayırlı olsun" ya da "Mehmet Topuz Fenerbahçe'nin malıdır" açıklamaları yapan zihniyetler aynıdır. Ortada bir rant ve inat vardır. Bir nevî "elit" kayıkçı kavgası.

Baştan sona yanlışlarla dolu, baştan kokan bir iş. Mehmet, Aziz Yıldırım'ı arıyor; Kayserispor ile Fenerbahçe anlaşıyor; aynı sıralarda Topuz ile Demirören anlaşıyor; Fenerbahçe bonservisi, Demirören de futbolcuyu alıyor. “Bedenim senin olabilir ama ruhum asla.” Bu yaşananların sırası pek önemli değil, çünkü göstermek istediğim kimin haklı kimin haksız olduğu hiç değil. Göstermek istediğim bir akıl tutulması- bir değil, beş değil, 15 değil... Sonuç: 6 milyon Euro ya da 5,5 milyon+Gökhan Emreciksin. Hani bir söz vardır, "akıl var, izan var" diye. Bir kez daha anladık ki, bu yöneticilerde hiç izan yok (kendi şirketlerini de böyle mi yönetiyorlar acaba?).

Bir Fenerbahçeli olarak oldum olası çok beğendiğim Mehmet Topuz'u artık ben de istemiyorum. Oyuncu mal değildir, mal muamelesi görmemelidir. "Mehmet Topuz artık Fenerbahçe'nin malıdır" gibi açıklamalar bana ters geliyor. Çünkü bu ifadeler gittikçe daha soğuk ve içi boş bir maddiyatçılığın, sunî arz-talep dengesinin hayatın her alanında olduğu gibi sırf ruhunu sevdiğimiz güzel oyunda da yerini sağlamlaştırdığının kanıtıdır. Her ne kadar pratikte işler böyle yürümese de, oyuncular da oynamaktan zevk alacakları takımı (bu takım bir haftada değişmemek kaydıyla) tercih edebilmelidirler. Mehmet Topuz'unki profesyonellikten çok, bir samimiyet sorunudur (akla "fiyat mı yükseltiyor acaba" soruları getiriyor). Kaldı ki bir futbolcuyu, istemiyorsa zorla takımınızda oynatamazsınız.

Mehmet Topuz'u Fenerbahçe'de istemememin manevî sebepleri bir yana, rasyonel sebepleri daha kuvvetli: 5,5 milyon Euro+Gökhan Emreciksin. Dile kolay (bu arada uyanık bir belediyemizin uyanık başkanı da Özer'e 6 milyon Euro istiyormuş; bu izan yoksunluğunu görmüş olmalı, faydalanmaya çalışıyor). Sergen Yalçın ne der hep: Bir oyuncu bu kadar eder mi Ercan Taner? Etmez Sergen Yalçın, etmez. Senin deyiminle "mümkün değil." Ayrıca, Ankaragücü'nde harikalar yarattığı için devre arasında alınan ve Aragones sistemi altında kendisine yalnızca birkaç maçta oyuna sonradan girmek kaydıyla şans tanınan Gökhan Emreciksin'in 6 ay sonra kapıya konulması da gözlerden kaçmıyor. Akıl bu, arada bir de olsa mâkul sorular soruyor. Niye aldınız, ne kadar oynattınız, niye satıyorsunuz?

Aslında Mehmet Topuz transferi şunu imâ ediyor: "Bana o kadar muhtaçsınız ki, 6 milyon Euro'dan aşağı olmaz, olmaz, vallahi de olmaz." Yöneticilerin cevabı şu olmalı: "Olur olur bal gibi de olur." Ama iş inada bindiğinden, "eziklik" kulvarına girdiğinden yöneticiler ne yapıp edip bu ihaleyi almak istiyor. Külfet ne olursa olsun.

İki kulübe de bir önerim var. Bir istisna yapın ve inadı bırakıp Mehmet Topuz transferinden vazgeçin. Sonra da ona vereceğiniz parayı (kendisine verilecek olan paralarla birlikte 10 milyon Euro diyelim) kademeli olarak altyapıya harcayın. Yeni tesisler yapın, farklı ülkelerde sizler için yıl boyu oyuncu takibi yapacak olan bir "scouting" sistemi oluşturun. Belki böylece daha geniş bir Türk oyuncu portföyünüz olur, azıcık sivrilen bir sporcuya dünya kadar para vermek zorunluluğu hissetmezsiniz, yanı sıra Juan Figer ve benzerlerine olan bağımlılığınız da düşer. Bir de bakmışsınız ki kriz size hiç uğramıyor, taraftarlarınızın yüzünde gülücükler, kulübünüzün bahçesinde güller açıyor.