23 Mart 2009 Pazartesi

sinemasever istila!

Her yıl İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı(İKSV)'nın katkılarıyla hazırlanan, 28. İstanbul Uluslarası Film Festivali 4 Nisan'da başlıyor. Nisan ayını bir tür realist sıkıntılardan kaçış noktası, rüya görme kiosku ya da klasik tabirle görsel şölene çeviren cânım festival, gece gündüz hayal görmek isteyenlere kapılarını açıyor. İstanbul'un yedi farklı sinemasında gösterilecek olan filmleri izleyen sinema fanatiklerinin, her seans sonrasında uyurgezer zombiler olarak salonlardan taşıp, şehri istila etmelerinden korkuluyor.

Yine (!f, Film Ekimi gibi) her festivalde olduğu üzere, farklı türlerdeki birçok yapıt çeşitli gruplarda sınıflandırılarak sunulmuş. İstanbul Uluslarası Film Festivali'nin yine hoş bir güzelliği olarak yeni yapımların yanında, klasik olmuş az bulunan eserlere de yer verilmekte. Böylelikle, bir filmin çok methini duyup bir türlü göremeyen meraklılar için mükemmel bir fırsat doğuyor. Hem de sinema salonu atmosferinde.

Eski yapımlar festival programı içerisinde farklı kategorilerde kendilerine yer bulmuş. Elia Kazan'ın Kayseri'de doğumunun 100. yılı sebebiyle "Anılarına" bölümü içerisinde 1952 tarihli Viva Zapata gösterilecek. Yine aynı bölüm içerisinde kendisine yer bulan diğer eserler arasında geçtiğimiz aylarda hayatlarını kaybeden Paul Newman anısına Damdaki Kedi (1958), Sydney Pollack anısına Atları da Vururlar (1969), Mısırlı sinemacı Yusuf Şahin anısına ise Sessizlik Lütfen...Çekim Var (2001) bulunuyor.

Şahsi olarak merakla beklediğim bir film olan Andrey Rublev (1966), büyük Rus yönetmen Andrey Tarkovski'nin ikinci filmi. Tarkovski'nin Ivan'ın Çocukluğu (1962), Solaris (1972) ve Stalker (1979) filmlerini DVD olarak piyasada bulmak mümkünken; Ayna (1975), Nostalgia (1983) ve Kurban (1986) filmlerini bulabilmek hiç kolay değil. İşte, Andrey Rublev de yönetmenin her yerde karşımızda çıkmayacak filmlerinden birisi. Rus ikonograf ressamı Andrey Rublev'in yaşamına sırtını dayayan film, Tarkovski'nin hayatını adadığı inanç ve sanat kavramlarını Orta Çağ mizanseninde birleştiriyor. Andrey Rublev karakterini, Tarkovski'nin en çok sevdiği oyuncu olan ve zamansız ölümünden ötürü sonraki filmlerinde oynatamadığı için hayıflandığı Anatoli Solonitsin canlandırıyor.

Almanya'nın gelmiş geçmiş en pahalı filmi olan Der Baader Meinhof Komplex, Almanya ve dünya terör tarihine kanla damga vuran Kızıl Ordu Fraksiyonu(RAF)'nun hikayesini anlatıyor. Film, sol bir öğrenci grubu olarak başlayıp gerçekleştirdiği eylemlerle şehir gerillalarına dönüşen örgütün, 1967'deki kuruluşundan 1977'de liderlerinin hapiste ölümüyle son bulan sürecini izleyicilerle paylaşıyor. Almanya'nın bu yılki Oscar adayı olan ve Stefan Aust'un çok satan kitabından uyarlanan Der Baader Meinhof Komplex, eleştirmenlerin beğenisini toplamayı başardı. Başrolde 2000'li yıllarda (muhtemelen) her Alman filminde oynayan Moritz Bleibtrue var.

Birçok sinemasever tarafından merakla beklenen ve programa alınmasına rağmen İKSV'den yapılan açıklamaya göre kopyada çıkan sorunlardan ötürü festivalden çıkarılan Zamanın Tozu, Yunan şair ve yönetmen Theo Angelopoulos'un Ağlayan Çayır (2004) ile başlayan 20. yüzyıl üçlemesinin geciken ikinci filmi. Filmlerinin her karesini (abartısız her kare) titiz bir fotoğraf sanatçısı ya da bir ressammışçasına işleyen Angelopoulos'tan, dokunaklı Ağlayan Çayır'dan sonra beklentiler çok yüksek. Angelopoulos, hareket eden şiirsel bir kamera açısının özgün estetiğinin yanı sıra tanıdık insanlardan bahsediyor. Yunanistan'ın ve Yunanlıların, siyasiler ve askerler tarafından şişirildiğinin aksine öcü olmadıklarını anlamaya başlamak için güzel bir fırsat. Güçlü bir sineması olan komşumuzun insanları adeta aynamız gibi. Zamanın Tozu, bu beklentileri karşılayabilecek mi? Bunu öğrenmek için şimdilik, çıkan aksaklıkların düzeltilmesini ve Zamanın Tozu'nun tekrar gösterime sokulmasını ummaktan başka çaremiz yok.

Festival'in bir diğer güzelliği, son yıllarda çok beğenilen yerli yapımların sadece 3,5 TL'ye (dikkat: Bu fiyat aslen 4.75 TL'ye çıkıyor) gösterimleri. Bu filmler arasında, Yeşim Ustaoğlu'nun övgü ve ödül toplayan Pandora'nın Kutusu, Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi Üç Maymun, Özcan Alper'in ses getiren Sonbahar, Yusuf üçlemesinin ikincisi Süt, Çağan Irmak'ın bir furya halini alan Issız Adam filmleri öne çıkanlardan bazıları. Türk filmlerinin bu kadarla sınırlı kaldığı sanılmasın. "Ulusal Yarışma" içerisinde değerlendirilen Hayat Var (Reha Erdem), Gölgesizler (Ümit Ünal), Ali'nin Sekiz Günü (Cemal Şan) gibi daha birçok eser var. Ayıklamak size kalmış.

Festivalin kapanışını Japonya adına süpriz bir şekilde Oscar'ı kucaklayan Gidişler filmi yapacak. 4-19 Nisan arasında dolu dolu bir program sunacak olan 28. İstanbul Uluslarası Film Festivali'nde herkesin meşrebine göre bir film bulması mümkün. Bunun için İKSV'nin resmi sitesinde saatler harcamak gerekebilir. Zira seçmek hiç de kolay değil. İyi seyirler...

Serhan'ın seçtikleri:

Andrey Rublev/ Tarkovski
Welcome/ Phlippe Loriet
Der Baader Meinhof Komplex/ Ulie Edel
Tokyo Sonatı/ Kiyoshi Kurosawa
Sonbahar/ Özcan Alper
Nazarin/ Luis Bunuel
Acı Süt/ Claduia Llosa
Oharu’nun Yaşamı / Kenji Mizoguchi
Rembrandt: İtham Ediyorum/ Peter Greenaway

15 Mart 2009 Pazar

"bugün günlerden ne?"

Javier Bardem'in yüzünü güneşe vererek güvertedeki koltuklara yayıldığı DVD kapağıyla sürekli gözüme takılan ama türlü sebeplerden ötürü bir türlü edinemediğim filmi "Güneşli Pazartesiler", dün gece amaçsız TV izlerken ansızın karşıma çıkıverdi. Şöyle bir göz atayım derken, tamamını izlemek zorunda kaldım. Başka çarem yoktu. İzletiyor çünkü. Gözünüzü alamıyorsunuz.

İspanya'nın liman kenti Vigo'nun güneşini arkasına alan kamera, bir taraftan bize katıksız bir işçi kentini gösterirken; bu kente saplanmış bir avuç orta yaşlı aylak takımdan serserinin de ardına düşüyor. Sinemanın pek de gözde kentlerinden biri olmamalı Vigo. Sokaklarda uçuşan kağıtlar, komünist bloklarını andıran apartmanlar ve bu apartmanların duvarlarına yazılı çirkin yazıları var. Barcelona'nın şiirsel güzelliğinden, Madrid'in muntazam caddelerinden eser yok. İspanya'ya gitmiş ya da gidecek olanlar buraya uğramak istemezler. Bizim gibi reklam mağduru turistlerin İspanya algılarına uymuyor. Burası gezip görülecek bir yer değil. Burası pis bir yer. Burası gerçek dünya! Buna karşın, mekandan kuşkuya düşmeye başladığımız anlarda denizden inatla yansıyan güneş, "yanlış anlamadın ey izleyici, burası da İspanya" der gibi gözümüzü almayı sürdürüyor. Herşeye rağmen İspanya'da olduğumuzu unutturmuyor.

Bir avuç aylak serseriden bahsetmiştik. Filmin tarafsız kurgusu, en başından beri bu adamların keyfine düşkün serseriler olduğunu düşündürtüyor izleyiciye. Öyle ki, filmin bir süre sonra olağanlaşan bar sahnelerinden birinde, üç yıl öncesine ilişkin bilgi alana dek aralarındaki ilişkiye dair derinlemesine bir bakış sahibi olamıyoruz. Ancak bu kırılma noktasından sonra, "hmm, demek ki bu yüzdenmiş" diyebiliyoruz. Sonrasında onlara karşı bir yakınlık duyabiliyoruz. Birden bire daha sevimli gözükmeye başlıyorlar.

Santa, Jose, Lino, Sergei ve Amador, Rico'nun barında sürekli buluşup içki içerek arkadaşlık ederler. Bu gruba, (bar işletmecisini saymazsak) aralarındaki tek çalışan olan Reina da katılır. Grubun ortak yanı, kapatılan bir tersanede çalışmış olmalarıdır. Bu loş barda havadan, sudan ve çoğunlukla da işten güçten konuşup felsefe yaparak vakit öldürürler. Karizmatik aylak (bir çeşit flanör) Santa'nın başı, kırdığı bir sokak lambası nedeniyle mahkeme ile (sembolik olarak sistem ile) derttedir. Bir yandan bu problemle uğraşırken, diğer yandan (tıpkı diğer kafadarlar gibi) hayatta kalmaya uğraşıyor. Ama kendi kurallarından da vazgeçmiyor. Süpermarketteki, iş bulma kurumundaki, bardaki kızlara başarıyla asılıyor. Zaman zaman kendi fikirleriyle yaptıkları çelişiyor. Böyle durumlarda arkadaşlarına çaktırmamaya gayret ediyor. Çünkü o bir lider (ya da öyle sanıyor; aslında o bir hiç). Jose ve Amador karakterlerini de genellikle Santa üzerinden tanıyoruz. Özellikle Jose ile aralarında güçlü bir bağ var.

Jose işsiz kaldıktan sonra, derinden sevdiği karısı ile problemler yaşıyor. Santa'nın tersine güvensiz bir adam olan Jose, karısının çalışıp kendisinin çalışmıyor oluşunu bir gurur meselesi haline getirmiş. Ama elinden de birşey gelmiyor. Güçsüz. Hepsi güçsüz aslında. Santa bile. Onları üvey evlat gibi dışlayıp, alıp başını giden dünyaya (kapitalizme) ateş püskürüyorlar. Santa bunu dillendirmekten çekinmezken, yaşlı Lino'nun umutsuz iş başvurularından olumsuz cevap aldıkça saçını boyayıp kendini daha genç göstermek zorunda hissetmesi, Amador'un herşeyi boşverip kendini içkiye vermesi ve Jose'nin karısıyla birlikte kredi almak için gittiği bankada çileden çıkması bu ezilmişliklerin dışavurumu aslında. Sovyetler Birliği'nde astronot olmak üzereyken, Sovyetler'in çökmesi üzerine kendini İspanya'nın post-endüstriyel mizanseninde bulan Sergei ise kapitalizm/sosyalizm kıyaslamalarında trajikomik bir işlev görüyor.

Filmin öne çıkan oyuncusu, karizmatik çapkın Santa'ya hayat veren Javier Bardem. Ancak bu öne çıkış, plansız değil öngörülmüş bir öne çıkış. Bardem, bu mütavazi yapımın en önemli oyuncusu olduğunu göstermiyor, sadece hissettiriyor. Bunu diğer karakterlerin oyunculuklarını tehlikeye atarak değil, uyumlu duruşuyla yapıyor. Eteğindeki taşların tümünü dökmüyor. Bardem'in bu olgun katkısı filmi, bir basamak daha yukarı taşımış.

"Güneşli Pazartesiler" bana Fellini'nin ilk dönem yapımlarından "I Vitelloni" (1953) filmini hatırlattı. Yalnız, arada sosyal gerçekçilik yaklaşımı adına büyük bir fark var. Fellini'nin karakterleri daha çok bohem uyumsuzlukları ile dikkat çekerken, genç İspanyol yönetmen Fernando Leon de Aranoa'nın karakterlerinin düşmüşlükleri kendi tercihleri değil. Son olarak "Güneşli Pazartesiler"in özellikle Avrupa festivallerinde fırtına gibi estiğini belirtmekte fayda var. Üstelik, İspanya'nın 2003 yılı Oscar adaylığını elde ederken, Pedro Almodovar'ın (artık biraz da sıkmaya başlayan kadın hikayelerinden) "Konuş Onunla"sını saf dışı bırakmış.

2002 yapımı "Güneşli Pazartesiler" (Los Lunes Al Sol), güçlü anlatımıyla yalın ve etkileyici bir film. DVD fiyatı ise (yanlış hatırlamıyorsam) yalnızca 9,5 TL. İzlenilesi.

10 Mart 2009 Salı

o düğmeye basıldı

Sakar Sarı Kanarya'nın nâdir de olsa formunu bulduğu, sezon başından bu yana ilk kez yüzümüzü güldürdüğü şu günlerde takımdaki büyük değişim konuşuluyor. Neymiş bu büyük değişim? "İstekli" oynuyorlarmış. Nefretle andığım Hakan Şükür günlerinden kalma (ne yazık ki kendisinden halen kurtulamadık) bu söz beni gıcık ediyor. Misal: "Hakan Şükür çok gol kaçırdı ama çok istekliydi." Pardon ama, "ulan" istekli olmayıp da ne yapacaktı? Adamın işi bu zaten. "Kazma bize saç baş yoldurdu" demiyorlar da, çok istekliydi diyorlar. İstekli istekli kaçırdı o zaman. O daha fena. Neyse.

Benzer şekilde Fenerbahçeli "yıldız" topçuları pışpışlayıp, gazını alıp dünyanın en güzel oyununu oynamaları için bir de keyiflerini mi bekleyeceğiz? Nitekim beklemedim nâdide okurlarım. Şükür ki teknoloji çağında herşey mümkün. Gerçeğini yapamıyorsanız, sanalını çok rahat yapabiliyorsunuz. FM 2009'da (hiç âdetim olmamasına karşın) genç bir "manager" olarak Fenerbahçe fitbol takımında görevime başladım. İşte o meşhur düğmeyi buldum ve bastım!

Operasyon!
Aziz Yıldırım'ın başarı dileklerini kabul ettikten, bütçe ve hedef konularını görüştükten hemen birkaç gün sonra, 28.06.2008 tarihinde saatler gece 01:00'ı gösterirken yöneticileri Samandıra Tesisleri'ndeki odama çağırttım. Antrenmanı yeni bitirdiğimiz için(!) gayet yorgun olmama karşın yöneticileri daracık makamımda ağırladım ve başkana dedim ki: "Bak Aziz Başkan, hazır yönetim kurulu ve transferden sorumlu arkadaşlar da buradayken hepinize söylüyorum. Ben sistemime uyacak ve işime yarayacak oyuncularla yola çıkarım. Aptallarla işim yok. O düğmeyi bulun getirin. Basmak istiyorum." Aziz Yıldırım'ın cevabı gecikmedi: "Ben şimdi çocuklara söylüyorum. Her türlü yetki sende. Ne gerekiyorsa yapılsın!" "Eyvallah" diyerek ekledim: "Haa unutmadan, bu oda ne böyle? Küçücük. Bana Şükrü Saraçoğlu'ndan bir loca verin. Akıllı olun. Aklıma gelmişken Orhan Pamuk da akıllı olsun." Başkan hiiç sesini çıkaramadı tabi. Suspus oldu zavallı. "Peki, nasıl istersen" demekle yetindi. Hışmıma uğrayan Aziz (ben ona Aziz derim): "Çok geç oldu, başka birşey yoksa ben gidiyorum" dedi ve gitti. Diğer yöneticileri de kovdum: "Dağılın lan! Beni sanatımla yalnız bırakın. Herkes holdinginin başına. Marş, marş!"

Ertesi gün locada
Ertesi gün locamda çalışıyorum. Elime kadro listesi geçti. Sekreterim Excel'den çıkarmış, sağolsun. Laf aramızda bu yenisi pek de güzel, nârin. Diğer esmerle, sarışın olanlarını beğenmedim. Sabah kovdum. Dedim ki "bu ne ya! Her yer sahte sarışın kaynıyor." Neyse, kadro listesine göz atarken elime bir kalem aldım. Başladım listeyi çizittirmeye. 5 dakika sonra çağırdım sekreteri. Dedim ki: "Al güzelim, git bunu başkana, olmadı figüranlarına ver. Kırıtmadan ama. Sor bakalım bir de düğmeyi bulmuşlar mı?"

Sekreterim başkanın odasından çıkınca beni aradı: "Başkan listeyi görünce şöyle bir yutkundu. Ama bir şey demedi. Düğmeyi de bana verdi. Getiriyorum." Düğmeyi görünce şaşırdım. Ben daha usturuplu bir şey bekliyordum. Meğerse bildiğimiz "enter"mış. Sekreteri savdım, aşağıdaki oyuncuların isimlerini programa girdim ve "enter"a bastım:

Cladio Maldonado--> tek taraflı fesh--> - £500K
Can Arat--> Gençlerbirliği --> £400K
Deniz Barış--> Hoffenheim --> £400K
Colin Kazım Richards --> Stoke City--> £3M
Yasin Çakmak--> Gençlerbirliği --> £2.5M
Uğur Boral--> Bursaspor --> £2.2M
Volkan Demirel--> Manchester City--> £5M
Josico--> Real Betis--> Loan, £150K
Alex--> Sunderland--> £3M

Böylece, düğmenin de yardımıyla kadroyu temizledim.

Epey bir düşündükten sonra, dünyanın en antipatik futbolcusu Emre Belözoğlu'na bir şans daha vermeye karar verdim. Bu kararımda orta alanın solunda oynayabilecek (şimdilik!) daha mâkul bir oyuncu bulamamamın da etkisi oldu.

Satış listesine koyup müşteri bulamadığım oyuncular da olmadı değil: Ali Bilgin, Burak Yılmaz, Selçuk Şahin ve Tümer Metin. Onların defterini bir dahaki sefere dürmek üzere artık başarılı bir sezon için transfere başlayabilirdim.

Transfer böyle yapılır
Locamda sekreterimle beraber gece yarılarına kadar çalıştık. Kafamda tipik 4-4-2 oynamak vardı. O ise, 4-2-3-1 gibi daha ofansif bir şablonda ısrar ediyordu. Sonunda ona forma giydirmek suretiyle görüşlerimi zorla kabul ettirdim.

Ertesi hafta basın toplantısında genç, yetenekli ve hırslı oyuncular alacağıma dair Fenerbahçe câmiasına verdiğim sözü, aşağıdaki oyuncuları transfer ederek yerine getirdim:

Murat Ceylan--> Gaziantepspor--> £925K
Mehmet Topuz--> Kayserispor --> £4.6M
Sercan Yıldırım--> Bursaspor --> £3.6M
Jaroslav Plasil --> Osasuna--> £3.8M
Fatih Tekke --> Zenit--> £550K
Gökhan Emreciksin--> Ankaragücü --> £1.3M
Fernando Soriano--> Almeria--> £1M

Çok koşan ama boş koşmayan bir isim olan Jaroslav Plasil, ruhsuz Uğur Boral'dan boşalan sol kanadımıza ilaç gibi gelir. Zenit'in Fatih Tekke'yi satılık listesine koyması nedeniyle, iyi bir yerli forveti çok ucuza kapattık. Orta alanın ortasında oynayan Soriano, satış listesinde görüp sekreterimin beğendiği bir diğer oyuncuydu. Israr etti. Kıramadım ve aldım.

Yeni düzen, yeni ufuklar
Kafadan rahatsız Volkan Demirel'in yerini, genç eldiven Volkan Babacan'a teslim etmekte en ufak bir tereddütüm olmadı. Altyapıdan çıkardığım bir diğer genç isim Özgür Çek ise, sol kanatta fırtınalar estirmeye adaydı. İdeal 11'imiz ise şöyle oluştu:

Volkan Babacan
Gökhan Gönül
Diego Lugano
Edu Dracena
Roberto Carlos
Mehmet Topuz
Fernando Soriano
Emre Belözoğlu
Jaroslav Plasil
Semih
Güiza

Arkası yarın.

6 Mart 2009 Cuma

cleveland, cleveland!

Sempatik maliye bakanı Kemal Unakıtan dün ABD'den sağ salim döndü. Kalbe giden beş damarını değiştirmişler; geçmiş olsun. Dönüşte havaalanında bir basın toplantısı düzenlendi haliyle. Bir iki geçmiş olsun mesajı, "n'olcak bundan sonra bu memleketin hali" sorularından sonra gazeteciler, Unakıtan'ın romantik eşi Ahsen Hanım'a da duygu ve düşüncelerini sordular. Konu tam olarak oraya nasıl geldi bilmiyorum ama (tam o sırada haklı olarak NTV canlı yayını kesti, çünkü iş geyiğe dönmüştü), Ahsen Hanım eşinin sağlığına kavuşması için iki elini açmış dua ederken "Rabbim bana Cleveland dedi" diyor. Vay be gönüllerde yatan aslana bak: Cleveland Kliniği.

Ahsen Unakıtan'ın iyi niyetinden hiç kuşkum yok. Gayet insancıl. Ama bu Cleveland yakarışı, başta teolojik olmak üzere birçok açıdan konuşulacaktır. "Sen Cleveland'ı zaten kafaya koymasan, Rabbin sana Celeveland diyebilir miydi?" ya da "milletinin gönlünden ancak Okmeydanı SSK geçiyor" veya "milletin aynı Rabbi onlara sadece Silifke Devlet Hastanesi diyebiliyor" gibi yorumlara katılmamam mümkün değil. Lakin bence burada yatan daha gizli bir ima var. O da şudur: Bir proje olarak yürütülen Türkiye'nin yeni ortasınıfının profili.

O profil ki artık Edirne'yi aşmış, taa Amerikalara gidip tedavi oluyor, üniversite okuyor, Türkiye'ye kesin dönüş yapıp (TV dizisi tadında) aile holdinginin başına geçiyor, politikaya atılıyor, ülkeyi yönetiyor. İhale alıyor, ihale veriyor, cemaatten adam kayırıyor, hemşehrilerini işe alıyor (hangisi almadı ki?). Burs veriyor. Burs verirken soruyor: "Namaz kılıyor musun evladım?"

Müslümanlara (doğrusu insanlara olacaktı) kıyan İsrail İsviçre'de fethedilirken, soykırımcı, çocuk tecavüzcüsü El Beşir Ankara'da protokolle ağırlanıyor. Başbakan'ın oğlu gemi, Cumhurbaşkanı'nın oğlu e-ticaret, Unakıtan'ın oğlu mısır işine giriyor (şimdi de "one-minute"ın patentini alıp yiyecek markası yapacakmış). Dibe vuran ihracat rakamları es geçilip, "Afrika'ya ihracatımız (bilmem kaç) arttı" diye sunuluyor. Düşen THY uçağına, düşünce gücüyle manşetten zorunlu iniş yaptırılıyor: "THY uçağı Amsterdam'a acil iniş yaptı." Bir başkası açıklanan raporu bugün itibariyle beğenmemiş: "Suç pilotlara atıldı ama altimetre arızalı olsa bile irtifa kaybını uçağa bildirmek zorunda olan kule kayıtları gizlendi. CVR kayıtlarında da 'uyarı' çıkmadı. Düşüşü an be an seyreden kuleden ses çıkmadı." Bu türden haberlerin (yorumların daha doğrusu) aynı cenahtan gazetelerde çıkması tesadüf değil tabi ki. Anahtar kelime: "cemaat."

Türkiye bir rant cennetiyse eğer, Türkiye Cumhuriyeti tarihi de rantın tarihidir. Bundan önce ezilenler, bundan sonra ezeceklerdir. Kimse "biz çok ezildik, bundan sonra kimse ezilmesin" demeyecektir. Kayıracaktır, araya adam sokacaktır, işini görecektir. Bal tutan parmağını yalayacaktır. Artık ulvî yakarışlarda devlet hastaneleri değil, Celeveland klinikleri duyulacaktır.

Çay/sohbet toplantıları, ast/üst, "abi/abla" ilişkileriyle büyümüş bir güruhtan ABi yolunda demokrasi, insan hakları, eşitlik, refah beklemek bizim kerizliğimiz olsun. Bu da son olsun.

Not: Hastasıyım "Yu-for-i-a. Yu-for-i-a" deyişinin Maynard. Tipin hoşuma gitmiyor, lâkin yorumuna hayranım.

"I'm back down. I'm in the undertow.
I'm helpless and awake in the undertow.
I'll die within your undertow.
It seems there's no other way out of this undertow.

euphoria. "


Undertow (Live) - Tool