29 Nisan 2009 Çarşamba

istanbul'a veda etmeden önce söylemeden geçemeyeceğim şeyler

Celaleddin Cerrah... Ne demiş burma bıyıklı abimiz: "Onlar da kızlarına sahip çıksaydı"! Hakikaten şu an küfretmiyorsam, sansürcü devletimizin mütevazi blogumu izleyip bir şekilde bana haddimi bildirmesinden korktuğum içindir. Yoksa "Emniyet" Müdürümüz şoven milliyetçi Celaleddin, okkalı bir küfürü bayağı hak ediyor. Vahşice kafası kesilerek öldürülen kızın babası ise buna karşılık "talihsiz bir açıklama" demiş. Talihsiz falan değil amca. Seviyesizlik tezahürü, zihniyet fışkırması, örümcek ağları... Adamdan hesap soracağına, kalkmışsın bir de adama hesap veriyorsun "benim kızım eve geç gelmezdi" falan diye. "İşini yapsana, adamı yakalasana ulan" diyeceğine. Böyle bir emniyet müdürüyle kendimizi daha emniyetli hissedebilir, rahat rahat uyuyabiliriz artık. Uykuda uslu uslu vurulabilir, çelik kapı takmadığımız için ölü halimizle suçlanabiliriz de. 23 Nisan'da yerini kız çocuklarına vermekle olmuyor "son yeniçeri" Celaleddin. Kadınları ikinci sınıftan gördüğünü, dizlerini kırıp evde oturmaları, çocuk doğurup Türk milletine şanlı askerler yetiştirmekle görevli olduklarını düşündüğünü saklayamıyorsun. Saklama ihtiyacını duymuyorsun. Şoven, faşist ve üstelik pişkinsin!

İlker Başbuğ... 2,5 saatlik basın toplantısı bir asker klasiği. İçinde yok yok: Kanlı canlı silahlar, Ergenekon davası fikirleri, Azerbaycan-Ermenistan sorunu, bedelli askerlik, Afganistan, Obama... Gazeteciler karargaha koşturmuş, en güzel soruları sormak için el pençe divan, bir saygı/sevgi hâlesi içinde komutanlarının huzurunda bulunmaktan kıvanç duyuyorlar. Anneeee, bu adam başbakan mı? Eyvah yine darbe mi oldu? Benim niye haberim yok?

Muammer Güler... Kısa keseceğim. Hey Muammer Muammer, bir kerecik de olsa her şeyi boşver ve devlet babayı her daim koruma işini bir kenara bırakarak, vicdanına sığınıp "evet, Bostancı'da yanlış yaptık; polis yetersiz ve hatalıydı; gerekli tedbirleri almadı; masum bir çocuk öldü, kötü yönetilmiş bir operasyondu" desen ölür müsün?

Yalancı Bakan... Kayıp deniz fenerini bulup muhtelif yerlerini aydınlatmak üzere kullanmanı öneriyorum. Tercümeye gerek yok, aklın yolu bir.

maurinho'nun işleri bunlar

Porto, 2000 senesinde Jardel'in Galatasaray'a satışından (küçük Uzan'ın şaibeli katkılarıyla) astronomik bir gelir elde etti. Sonrasında yeni bir yapılanmanın temelleri atıldı. 2002 yılında Jose Maurinho başa getirildiğinde henüz kimse bir devrimin gelmekte olduğunu bilmiyordu. Jardel'in hayırlı gidişinden sonra kadroya dahil olan Maniche, Pedro Mendes, Costinha, Carlos Alberto, Paulo Ferreira, Derlei gibi isimler, halihazırda bulunan Deco, Carvalho ve emektar Jorge Costa'ya katılınca, Maurinho'nun önderliğinde ortaya süper bir karışım çıktı. Sonuç: Lig şampiyonlukları, UEFA ve Şampiyonlar Ligi kupaları.

Maurinho'nun, sonrasında Chelsea yıllarında sürdürdüğü başarının sırrı, yalnızca 4-3-2-1 sistemini ölümcül bir silah haline getirmekten ibaret değildi. 2000'li yıllarda güçlü bir orta saha yaratmanın önemi ortaya çıktı. 80'lerden ve çok daha eskilerden süregelen, Maradona'nın, Zico'nun, Platini'nin, Ronaldo'nun rakipleri takır takır ipe dizdiği günler artık geride kaldı (işte bu yüzden Messi'ye saygımız büyük). Futbolun nârin seyri değişiverdi. Sahada (klişe tabirle) oyunun iki tarafını da oynayabilen fazla gelişmiş uzaylılar türeyiverdi. Porto'da Pedro Mendes, Maniche, Costinha ile başlayan fiziksel açıdan mukavemetli orta saha kurma geleneği, Chelsea'de Essien, Lampard, Ballack, Makelele ve Inter'de Cambiasso, Stankovic, Patrick Vieira, Muntari, Zanetti gibi androidler ile iyice çığrından çıktı. Kaldı ki 4-3-2-1 sisteminde bu güçlü orta alan, ileri uçtaki kuvvetli bir uzun (bkz: Porto yıllarında nispeten Derlei, Chelsea'de Drogba, Inter'de "sihirbaz" Ibrahimovic) ve yine tercihen kora kor oyunda ayakta kalabilecek iki ters ayaklı/hızlı kenar oyuncu ile (Porto'da Deco, Chelsea'de Joe Cole, Inter'de Mancini gibi) destekleniyor. Ortada Maurinho'nun yarattığı bu kadar başarılı örnekler dururken, hatta bu takımlar her hafta canlı canlı televizyonlardan izlenebiliyorken, bu kanıtlanmış formülden feyz almamak ayıp olurdu. Nitekim Sivasspor da böyle yapmış olmalı. Benzerlikler çok. 

Cumartesi günkü maçın 11'ine bir göz atalım. Defansı pas geçip orta sahadan başlarsak orada İbrahim Dağaşan, Sezer Badur, Murat Erdoğan'ı görüyoruz. Bu oyuncuların ayakları ve vücutları düzgün. 4-3-2-1'in 3'ü bu oyuncular mı acaba? Herve Tum her ne kadar bir forvet oyuncusu olsa da Mehmet Yıldız'ın gerisinde durduğundan zaman zaman kenar oyuncusu olarak işlev görüyor. Bülent Uygun, Tum'un yerine Balili, Kamanan ya da Muhammed Ali ile de oynayabiliyor. Sağ tarafta ise Musa Aydın vazgeçilmez. Musa ile birlikte rakibe göre seçilen Tum, Kamanan veya Balili'den biri (fiziğe gel) 4-3-2-1'in 2'sini oluşturuyor olabilir mi (4-4-2'ye de kolayca dönebilen bir sistem olduğunu aklımızda tutalım) ? İleride ise Mehmet Yıldız yalnız oynuyor. Atılan topları tutup geriden gelenlere servis ediyor. Trabzonspor maçında ileriye doğru koşularını inatla kesmeyen Hayrettin, Abdurrahman Dereli ve Musa golleri aynen böyle attılar. Drogba'nın etrafında dönen çembere giren oyuncular da gollerini böyle sıralamıyor muydu? Tanıdık gelmiyor mu? Üstüne üstlük sadece sistem değil, bahsettiğim oyuncuların fiziksel yapısının benzerliği de göze çarpıyor. Sağ bekteki Abdurrahman bile normal değil!  

Özet olarak, kuvvetli oyuncuların futboldaki yükselişi, 2000'li yıllara damga vuran dünya çapında bir vâkâdır. Turkcell Süper Lig'deki yerini alışı birkaç yıl geç kalsa da, değişimi getirmesi bakımından ümit vericidir. Bülent Uygun, Maurinho'nun oluşturduğu bu sistemi mi örnek aldı kesin olarak bilemiyorum fakat aradaki benzerlikler dikkate değer. Fizikî mukavemete yapılan vurgu hiç değilse Lincoln, Delgado, Alex, Yattara gibi büyüklerin pek sevdiği demode oyuncu tiplerinin nihayet sonunu getirmesi açısından hayırlı olabilir. 

Maurinho'nun oluşturduğu model artık yeni sayılamaz. Hatta eskimeye başladı denebilir (Inter özellikle Şampiyonlar Ligi'nde beklenen başarıyı yakalayamadı). 2010'lu yıllarda Barcelona'nın önderliğinde çok pas yapan yeni bir İspanyol devrimine doğru gidiyoruz.

27 Nisan 2009 Pazartesi

çöplük

Fenerbahçe'nin "unutulmaz" derbi sonrasında peşi sıra puanlar kaybetmeye başlaması sürpriz değil. 27. haftanın öncesinde de kötü futbolunu kötü sonuçlarla taçlandırmayı başaran Fenerbahçe'nin, son haftalara kadar havlu atmamasının esas sebebi rakiplerinin de en az kendisi kadar Anadolu diyârında puanlar bırakmasıydı. Türkiye'nin futbol alanında en büyük finansal gücünün haftalar öncesinden hedefsiz kalmasından sonra, Kadıköy'de bile puan kaybetmesini beklemek yanlış değil. Ancak, kendi evinde bu kadar kolay yenilebilecek kadar kötü olabileceğini beklemiyordum. 

Kötü giden, kötü sonuçlanan bir sezonun değerlendirmesini yapmak nispeten kolaydır. Lâkin, şahsım adına Fenerbahçe'den ümidimi yapılan yetersiz transferler (ve gönderilmeyen futbolcular) sonrası Ocak ayında kestiğimi; Türk milletinin kronik hafıza sorunundan faydalanan bazı uyanık (resmî) spor yazarları gibi çark üstüne çark etmediğimi belirtmek isterim. Peki Fenerbahçe'de neler oldu, neler değişti? Bu soruya kıssadan bir cevap vermek hiç de kolay değil. Uzun uzun açıklamak, sesli düşünerek yazı dilinde beyin fırtınası yapmak gerekiyor.

Kimilerinin sandığının aksine en büyük fark yalnızca Mehmet Aurelio değil. Fenerbahçe'nin büyük bir kimya sorunu var. Geçen hafta top oyundayken yaşanan Uğur Boral-Deivid anlaşmazlığı bunun çok basit ama etkileyici bir tezahürü idi. O pozisyonda Deivid'in "arkamdan geç" demek istediğini anlamak için futbol oynamak bile gerekmiyor. Futbolcular birbirlerini anlamıyor, anlayamıyor; futbolun ortak dili ile dâhi birbirleriyle iletişim kuramıyorlar. Hatta bana öyle geliyor ki, (bırakın sevgiyi) birbirlerine saygı bile duymuyorlar. Bu ayyûka çıkmış iletişimsizlik, Güney Amerikalı vurdum duymazlığı ve Türk kendini beğenmişliği ile birleşince ortaya futboldan çok komik görüntüler çıkıyor. Geçen yıl Avrupa'da yaşanan çok başarılı bir sezonun ardından, bu kimyasal bozukluğu yaratabilmek ise ayrı bir marifet doğrusu. 

Fenerbahçe'yi bu duruma sokanın bir ruh problemi olduğu fikrine katılmakla beraber, geçmiş yıllarda Tuncay (ve beğenilmese de Ümit Özat) ile birlikte anılan Fenerbahçelilik duygusu da esasen yanıltıcıydı. Bu isimlerin Fenerbahçe'ye olan adanmışlıkları, planlı olmaktan öte tesadüfî idi. Sayıca yetersiz olmaları bir yana, özverili bir büyü taşıyan bu oyuncuların bir araya gelip Fenerbahçe için top koşturmaları belirli bir transfer politikasının ürünü değildi. Fenerbahçelilik tutkusunun sahadaki görüntüsü, hiçbir zaman yalnızca Tuncay'a eşit olmamalı. Bir veya birkaç (ruhanî) lideri destekleyen kişilikli oyuncuların çokluğu başarının anahtarı. Örneğin Barcelona'nın altyapıdan yetiştirdiği Puyol, Xavi, Iniesta ve "en zayıf halka" Valdez gibi isimler bu türden bir işlev görüyorlar (Messi, Bojan gibi yabancı uyruklu altyapı yıldızlarından bahsetmiyorum bile). Aynı doğrultuda verilen Galatasaray örneği önemli olmakla birlikte, daha güncel olan Sivasspor başarısı da bu savı doğruluyor (lütfen artık Sivasspor'a da bir başlık açılsın: Şampiyon adayları anketlerinde 15 hafta sonra halen, "cıkkk, şampiyon yapmazlar" tadında Sivasspor'un en aşağılarda çıkması hayret edilesi ve üzerinde konuşulması gereken bir olgu). 

Her sportif başarılısızlıkta işler, dönüp dolaşıp Fenerbahçe'nin (olmayan) transfer politikasında kilitleniyor. Bu noktadan tümevarıp, işleri yönetim katında ele almak oldukça gerekli. "En doğrusunu ben bilirim" diyerek dışavurulan güç kullanmak tutkusu (ing. bkz: "control freak"), kontrolsüz olunca çok pahalıya patlıyor. Kayıp yıllar, harcanan yetenekler, ağlayan taraftarlar... Trajedi üstüne trajedi. Daum dönemindeki (ve tabî ki Daum'un yarattığı) Appiah-Aurelio-Tuncay gibi efsane bir ortasaha örgüsünden geriye, bu büyük oyuncuların yedek kulübesindeki muadilleriyle sözleşme yapmak için gösterilen anlamsız heves kalmış. Ve bu heves can sıkıyor. Çünkü forma hakikaten ucuzlamış. Anelka, van Hooijdonk ve (yine çoğu zaman yedek) Nobre'den geriye, Güiza, Kazım Kazım ve (taraftar dahil) kimseye yaranamayan Semih kalmış. Tuncay gibi komple bir oyuncunun yerini, çizgide sadece gitmeye (dikkat! Gidip gelmeye demiyorum) ve afraya tafraya meraklı Uğur Boral almış. Büyük Fenerbahçe yönetimince vazgeçilmez görüldüğünden, imza atmaması olasılığı nedeniyle Fenerbahçe aşkıyla dolu hassas yüreklerde kalp çarpıntısına yol açan, yapısı gereği her modern sistemi bozan, yılların biraz daha yıprattığı Alex de yine elimizde kalanlardan. Bu güçlü erozyona, Emre Belözoğlu (işi: Edu ile Lugano arasına girip R. Carlos'a pas atmak),  Burak Yılmaz (işi: çalım atmaya çalışıp yere düşmek), Josico (henüz bir işi yok) gibi kadroya yeni katılan artistik/fantastik isimleri de ekleyince Kadıköy'de "amansız" bir çöp dağı yükseliyor. Bu çöp dağında feci bir metan gazı patlamasını engellemek için, çöplüğün kontrollü tahliyesi gerekli. 

Bu tahliye işleminin yapılış biçimi çok önemli. Sezon başında büyük ve (İspanya gibi top oynayabilmek gibi) uçarı ümitlerle transfer edilen Luis Aragones ile yollar ayrılmalı. Bu türden kafatası avcılıklarını hiç sevmemekle birlikte, bu fikrin çok basit bir dayanağı var: Aragones'in uzun vadede çalışılamayacak bir isim olmasının âşikar olduğu. Bu durumu, emekli olmak üzereyken Fenerbahçe tarafından görevlendirildiğini beyan eden Aragones'in kendisi de itiraf etmişti. Görüldüğü gibi uzun vadeli planlama açısından bakıldığında teknik direktörün yaşı pekâlâ sorun olabiliyor. Manchester United'ı bir efsaneye dönüştüren Sir Alex Ferguson (nâm-ı diğer Fergie), Auxerre'i 44 yıl çalıştıran Guy Roux gibi isimler takımlarının başına geldiklerinde 70 yaşında değillerdi.

Guy Roux biraz uç bir örnek olmakla birlikte Türkiye standartlarında en azından 5 yıllık planların devreye girmesinin zamanı artık gelmedi mi (Sivasspor kendi planının 4. yılını yaşıyor sanırım) ? Fenerbahçe yeni teknik direktörünü seçerken adaylarını vizyonu, hedefleri açık ve belli olan bir taslak plan ile birlikte ziyaret etmelidir. Sonra da bu planın uygulanışını teknik direktörüne devredebilmelidir (yeri gelmişken bu yeni teknik direktörün, Sergen Yalçın'ın da zor alınan referansıyla Lucescu olmasını istediğimi belirtmeliyim). Her ne kadar doğamız gereği sabırsız karakterde insanlar olsak da, sürdürülebilir başarı ancak böyle mümkündür. 

15 Nisan 2009 Çarşamba

"Türk futbolcusu duygusaldır"

Türkiye futbol tarihinde yaşanan veya yaşatılan her mantık dışı olaydan sonra, şu klişe cümlenin tekrarlandığını duymayan var mı? "Türk futbolcusu duygusaldır." Bu cümleden yola çıkarak akla yakın soruları sormaya ve kendi futbolumuzu analiz etmeye başladığımızda, çok ilginç ve bir o kadar da çarpıcı ipuçlarına ve imalara varmak mümkün. Türk televizyonlarından bu cümleyi duymaya başladığınız anda şunu bilirsiniz ki, ortada utanılacak hiç değilse övünülemeyecek bir hadise vardır ama bu hadise Türk'ün keskin zekâsıyla kıvrakça çarpıtılarak olumlu, naif bir forma sokulmuştur: "Evet biz bir hata yaptık ama bu tam da bir hata sayılmaz; çünkü bizim mayamızın güzelliği bu." İşte böyle anlarda biraz geriye yaslanıp düşünmek, bu hastalıklı mantığın köklerini aramak ihtiyacı hissediyorum. 

İçine doğduğumuz toplumun değerlerini düşünüyorum. Osmanlı gibi büyük bir imparatorluktan arda kalan nispeten küçük güzel Anadolu'ya kurulmuş şirin, ama bir o kadar da günahkâr bir ülkeyiz. Günahkârız, çünkü tekinsiz milliyetçilik rüzgârlarıyla "Osmanlı'nın Çöplüğü"nü temizleme işine girişmişiz. Mübadelelerle, baskıyla, yasakla, şunla, bunla... Bir taraftan hiçbir zaman farkına varamadığımız zenginlikleri yok ederken, diğer taraftan (elde başka bir şey kalmamasından olsa gerek) "Türk" olmak kimliğine sıkı sıkı sarılmışız. Bugün dâhi bırakmıyoruz. "Gençliğe Hitabe" çerçeveleriyle, "Andımız" törenleriyle süslü ilkokul mâbedlerimizde Türk olmayı öğrenmeye ve öğretmeye devam ediyoruz.    

Peki nedir "Türk" olmak? "Türk" olmak delikanlı olmaktır; güçlü olmaktır; laga luga yapana kodumu oturtmaktır; yeri geldiğinde keskin bir bıçak, yeri geldiğinde de pişmanlıkla dolu bir duygusal olmaktır. Lâkin "Türk" olmak, ne olursa olsun hatalarından ders çıkarmamaktır.

İşte, böylesine içine dönük/dışa kapalı, "ben böyleyim" delisi ve şoven yetiştirilen bir toplumun bireyleri olduğu çoğu zaman unutulan futbolcular, derbi sonrasında kavga çıkarınca aynı toplumun benzer yollardan geçmiş bireyleri tarafından ayıplanıyorlar. Peki, Hrant Dink'in öldürülüşünün ertesi günü Hüseyin Çimşir, idmana (simgesel) beyaz bereyle çıktığında neden kimse ayıplamıyor? Fatih Terim, o dönemki formuyla milli takımı hak eden oyuncuları değil de, kendine yakın ("gaza gelebilen") oyuncuları çağırdığında neden kimse ayıplamıyor? Mâlum İsviçre maçında Alpay'ın milli marşımızı kana susamış bir savaşçı gibi öfkeyle haykırışını neden kimse ayıplamıyor? Neden bunlara şaşırmıyoruz da bu kavgaya şaşıyoruz? Bu yeni birşey değil ki. Aslında ben derbideki kavgaya şaşmamıza şaşıyorum. 

Bu olaylara artık kişiler üzerinden yaklaşmayı bırakalım. Olay sadece, "Sabri şöyle yaptı", "Arda böyle yaptı", "Emre tahrik etti" değildir. Bu toplumsal bir fenomendir. Bulunduğu topluluğa (eski Beşiktaş teknik direktörü Toschak'ın ismiyle dalga geçtiği için kahvede arkadaşını bıçaklayan takımsever vatandaş gibi) fanatikçe bağlılık göstermek, çıkarlarını ve kimliğini şiddetle korumak, sonra da bunu duygusallığa bağlayarak olumlayıp geçiştirmek, hepimizin toplumsal genlerinde gizli olan sinsi kodlardır. Bu genleri bastırmak ise hiç kolay değildir. Aksine, bu toplumsal şifrelerin üzerine gidilerek, bu genler (Fatih Terim dahil) bazı kişiler tarafından manipüle edilerek başarı peşinde koşulmaktadır. Uzun vadede bu türden utanç verici olayların önüne geçmek istiyorsak, günübirlik başarıları feda etmek zorundayız. 

Dünyanın en güzel mesleklerinden birini yapan futbolcularımıza "uzaydan gelmişler" muamelesi yapmayı bırakıp, içtimai davranışlarımızı daha geniş bir perspektifle ele alarak, eleştirel dikiz aynasını kendimize ve toplumumuza çevirmenin vakti çoktan gelmiştir. Bu eleştirilerden çıkaracağımız sonuçlar ile yalnızca daha uygar futbol değerlerine değil, daha uygar bir topluma da kavuşma fırsatını yakalayabiliriz. Tek yol budur. Fütursuzca pompalanan toplumsal değerlerde radikal bir değişim gereklidir. 

Not: Bu analiz, Türkiye coğrafyasıyla ilgili olduğundan Lugano'nun durumunu açıklayamamaktadır.  

1 Nisan 2009 Çarşamba

sandıktan tavşan çıktı!

Çok şükür ki, bir sürü senden benden değersiz adamın megafondan bir tarafını yırttığı; zaten çok dandik olan olan popüler şarkıları politize edip minibüslerine sığdırabildikleri en büyük hoparlörlerden bangır bangır zorla dinlettiği; sağı solu, posta kutlarını, kapı önünü seçim afişleri ve broşürlerle doldurdukları açık hava sirki sona erdi. Doğrusu bu ya, eskiden bu işler daha bir şatafatlıydı. Bu görüntü ve gürültü kirliliğinin şiddeti, günümüz seçimlerinkinden bir kaç kat daha fazlaydı. O zamanlar "kararsız seçmen", daha bir kararsızdı belki de. Ve o yüzden olmalı ki, "o"nun aklını çelmek için daha başka göz alıcı şaklabanlıklar, ilüzyonlanlar, akrobatik hareketler yapmak önem taşıyordu. Neyse... O devirler geçiyor artık galiba.

Ülkedeki bu (göstermelik de olsa) demokratik ortamı, özgürlüğü sevmiyor değilim. Lâkin, bu işleri sirk olarak görmekten de kendimi alamıyorum. Çünkü, Murat Belge'nin tespit ettiği gibi "seçimler yine bir sol partinin katılımı olmadan tamamlandı." Bu, benim gibi kendini "apolitik" addeden birinin "solcu" olduğu anlamına gelmiyor. Sağolsun, güzel memleketimizde politikacılar o kadar apolitik ki, bendeniz gibi "apolitik" kimseler en uçtaki politikler oluveriyor. Kendini aydınlık Türkiye'nin partisi ilan eden AKP, bir taraftan kendi cemaatini beslerken (Deniz Feneri ve daha nicesi), "kriz bizi teğet geçecek, var mısın iddiaya?" diye insanlarla dalga geçiyor. Yılmaz lider Deniz Baykal ile, "Davos Fatihi" ve üstelik "Son Osmanlı Padişahı" mitinglerde "magandayım/magandasın/magandayız"ı tartışıyor. Cırtlak sesiyle öfkeli konuşmayı marifet sanan Devlet Bahçeli (lütfen artık ameliyat filan olsun), her seçim öncesi gittiği tipik illere gidip, yaygara koparıp geri geliyor. Şimdi okuyanlara soruyorum: "Hangisi sizi temsil ediyor?" Ben kendime göresini bulamadım. Al birini, vur ötekine. Üstelik daha da ileri gideceğim. Bu "önemli" şahsiyetlerden kendimi daha üstün görüyorum. Halk diye aşağılanan insanların çoğunluğu, bu yaygaracılardan daha üstün. Eminim.

Seçim sonuçları beni hiç şaşırtmadı. Beni asıl şaşırtan, "AKP oyunu arttıracak, %50'yi aşacak" diyen anketler ve bu yönde görüş belirten (içerisinde sevdiğim gazete Taraf'ınkilerin de olduğu) köşecilerdir. Soru: Endüstriyel şehirlerde insanlar işlerini kaybetmiş, bir derya borca batmış ve üstelik Başbakan tarafından alaya alınmış iken, nasıl olacak da AKP'nin oyu artacak acaba? Bu "sıradan" insanlar yıllardır zannettiğiniz gibi aptal değil. Vekillerinin gazına gelip "ceketimi göndersem seçilir" diyen Erdoğan, Şanlıurfa'da "kıçı kırık" bağımsız adaya yenilince şaşım şaşım şaşıyor. Bir yandan "Kürt sorunu benim sorunumdur" deyip, sonra da adamların yüzüne "ya sev, ya terket" diyor. Diyarbakır kalesini düşürmekten dem vururken, TRT kanalını açınca Kürt meselesini hallettiğini; şimdi tüm oyları toparlayacağını zannediyor. Asıl ben bu aymazlıklara şaşıyorum.

AKP'den kayan oylar MHP'ye gidiyor. MHP'den kayanlar, CHP'ye... Ara sıra bunların yönü değişiyor. O kadar. Yoksa sonuçta hepsi faşizan (CHP de "sosyal demokrat" falan değil; bildiğin "nasyonal sosyalist"), hepsi çıkarcı. Nitekim, seçim sonrası yaptığı açıklamalarla Cemil Çiçek bu ortak faşizan zihniyeti saklamıyor: "DTP de Iğdır'ı da alarak Ermenistan sınırına dayandı; dikkat etmek gerek." Eski numaralar bunlar Cemil'cim. Artık, "Kürtler Ermenilerle işbirliği yapıyorlar; vatan haini bunlar" demeye getirmenin modası geçmedi mi? Ermeni sözcüğünü (soyunu) bir hakaret ve siyaset sahasında kontra-atak (bir nevi Sergio Ramos) olarak kullanan sen ve senin iktidarın mı bizi AB'ye taşıyacak? Geçin bunları.

Her şeye rağmen, Alper Görmüş'ün kendi köyündeki seçim manzarasını aktarırken yazdığı şu paragraflar, gelecek için daha bir umutlu olmamızı mümkün kılıyor:

"Bizim köyde yazın hemen hemen her hafta sonu bir düğün vardır ve bütün düğünler köyün güreş sahasında yapılır. İşte o düğünlerden âşina olduğum iskemleler bu defa yarı-düzenli bir tarzda okulun bahçesine dizilmişti ve köyün erkeklerinin büyük bir bölümü oturmuş sohbet ediyor, bir yandan da oy vermeye yeni gelenlerle selamlaşıyorlardı. Belli ki oy vermek için ev halkını getirenler, onları yolcu ettikten sonra okuldan ayrılmıyor, orada kalıyorlardı. Öğleden sonra gitsem okul bahçesinin çok daha kalabalık olacağı muhakkak.

Besbelli bayram yeri gibi, düğün alanı gibi algılanıyor sandık mekânları... Zaten herkes “düğün kıyafetleri” içinde ve ortada açık bir coşku hali var.

Seçim gününü böyle bir ruh haliyle yaşayan insanların, sandığı önlerinden kaldırmak isteyenlerle hiç işlerinin olmayacağını kolayca tahmin edebilirsiniz. Nitekim ben bugüne kadar, hangi partiyi tutarsa tutsun, hiçbir Margazlının ağzından “bu işi asker paklar” gibi bir şey duymadım."

İyi seçimler Türkiye... Şapkadan pardon sandıktan yine tavşan ile havucu çıktı; ama olsun. Daha da iyi olacak inşallah.