29 Eylül 2011 Perşembe

taşraya sancılı dönüş


"Üç Maymun" ile "nihayet şehre yerleşti galiba" dediğimiz Nuri Bilge Ceylan, içindeki göçebe sıkıntı bitmemiş olsa gerek, sekiz yıllık bir aranın ardından "Uzak" ile geldiği şehre yerleşemeyip taşraya geri dönüyor. Yönetmen, temasal olarak sinema sahnesinde emekleye başladığı dönemlere kamerasını tekrar çeviriyor. Etraflıca bir Anadolu portresi çizme iddiasındaki "Bir Zamanlar Anadolu'da", Nuri Bilge Ceylan ile özdeşleşmiş tüm estetiği bünyesinde barındırmasına rağmen yine de, bu satırların yazarı gibi bazısında büyük beklentilerle ile gidildiğinde tuhaf bir eksiklik hissi uyandırıyor.

Rüzgarlı bir gecede bir lastikçide rakı sofrasıyla açılan uzun sekansı, filmin büyük bölümünde bizi peşinden sürekleyecek olan soruşturma izliyor. Bu soruşturma çerçevesinde göreceklerimizin ve tanıyacaklarımızın toplamı ise bize, (tabi ki) nefes kesici fotoğrafların eşliğinde bir taşra (köy) hayatı portresi verecek. Nuri Bilge Ceylan'ın önceki yapımlarından aşina olduğumuz üzere klasik anlamda başlayıp, gelişen ve sonlanan bir hikaye yapısı yok. Üstüne üstlük bu sefer yönetmen, kamerasını kasıtlı olarak bir ana karaktere yoğunlaştırmak istemediğinden (başrolde, tüm bu kişilerin toplamı olarak taşra hayatının olmasını istediğinden belki de), film bittiğinde dahi tüm o süre boyunca perdede görünmüş kişilere dair, çoğu sezgilerimize dayalı olmak üzere sınırlı bilgiye sahip oluyoruz. Karakterlerin geçmişi ve geleceği ile ilgili sadece müphem ipuçları veriliyor. Gerisi bize bırakılmış.

Karakterlerin bir görünüp bir kaybolmaları, seyircinin ilgisini toplayıp birisine yoğunlaşmasını engelliyor. Tamam kabul; uzun olmasına karşın sıkılmıyoruz. 157 dakika boyunca dikkatimiz pek dağılmıyor- ki işin özü, Nuri Bilge Ceylan filmlerinin akıcı olmasını bekleyen yok zaten. Lakin bunu sağlayış biçimine alışık değiliz belki de. Bu nispi akıcılığın asıl sebebi, bu işlevin karakterlerden çok, önceki Nuri Bilge Ceylan filmlerinde tanık olmadığımız şekilde (aslen Üç Maymun'da izlerini görür gibi olmuştuk), merak uyandıran bilinmezlere yüklenmiş olması. Soruşturmanın sonunda ne olacak? Adamı kim, neden öldürdü? Doktorun, savcının hikayesi ne? Bu soruların çoğalması yapıtın bir noktaya bağlanmasını güçleştiriyor. Hiçbirini (en şefkatli görünen doktoru bile) sevemiyor- çünkü en nihayetinde anlıyoruz ki onun da sırları var-, hiçbirine kızamıyoruz (çünkü istisnasız hepsinin bir marazı var). Yönetmenin meramı, her karakterin defosunu göstermekse eğer, bunu gayet iyi başarıyor. Böylelikle karakterlerin herhangi biriyle özdeşleşmek güçleşiyor. Film bittiğinde, perdenin ötesinden (güvenli bölgeden) taşrayı dikizleyen seyircinin elinde, bir gece yarısı cinayet soruşturması heyecanı ile saniyede 24 kare tablolardan gayrı pek bir şey kalmıyor.


Bir Zamanlar Anadolu'da, Yılmaz Erdoğan'ın çok güzel dile getirdiği gibi Nuri Bilge Ceylan'ın en konuşkan filmi. Eşiyle yürüttüğü senaryo geliştirme aşamasına Ercan Kesal'ı dahil ettiğinden beri, yönetmenin filmlerinde görülen diyalog ve anlatı gelişimi tesadüf olmamalı. Yoksa, Nuri Bilge Ceylan'ın röportajlarında kendisi için film yapmanın en sıkıntılı süreci olarak tasvir ettiği ifade senaryo yazımının, özellikle diyaloglar katmanında bu derece ileriye gitmesini başka türlü açıklamak zor. Ercan Kesal'ın Nuri Bilge'nin son iki filmine senaryo aşamasında yaptığı katkıların yanında, bu yazın gelişiminin bir diğer müsebbibini profesyonel oyuncular ile çalışmaya başlamasında da arayabiliriz.

Bu iki buçuk saatlik etkileşimdeki seyircinin konumu da ilginç. Perdeye uykulu gözlerle, dalgın dalgın bakan izleyici, sanki her beyaz yakalı çalışanın iple çektiği yaz tatiline giderken arabanın lastiği patlamış da bu ücra köyde mahsur kalmış gibi. Doğa ne kadar güzel olursa olsun biliyoruz ki, kalıcı değiliz; şöyle bir uğrayıp gideceğiz. Bir arkadaşa bakıp çıkacağız. Bir daha da arkamıza bakmayacağız. Komiser Naci, Savcı Nusret, Arap Ali ve Doktor Cemal de bunun böyle olacağını biliyor gibi. Bu güzel ama yalıtılmış sahada doğmayanların, oralı olmayanların uzun kalmayacaklarını biliyorlar ve bunu izleyiciye hissettiriyorlar; fısıldıyorlar.

Nuri Bilge Ceylan'ın, sabırla harmanladığı oyuncu yönetimi yeteneklerini profesyoneller üzerine yönelttiğinde ortaya çıkan sonuç, gerçek hayattan bir kesit düzeyinde güçlü ve inandırıcı. Filmde, yüzlerinin örtüştüğü (Nuri Bilge ve yakın arkadaşı Zeki Demirkubuz'un filmlerinde yüzler çok şey anlatır) karakterlere ruh vermek için seçilmiş tüm oyuncular parıldamakla birlikte, en uzun süre görünen karakter olarak Yılmaz Erdoğan'ın canlandırdığı Komiser Naci  ön plana çıkıyor. Ancak, iyi performanslar Yılmaz Erdoğan ile sınırlı değil. Görece yan bir rol olsa da, aslen Orta Anadolulu bir doktor olan Ercan Kesal'ın canlandırdığı köy muhtarında kusur bulmak olanaksız. İkisinin de performansı bu film ile beraber hatırlanacaktır. Bu övgüler, Fırat Tanış (Kenan), Taner Birsel ( Savcı Nusret) ve Muhammet Uzuner (Doktor)'in performanslarının yetersiz olduğu anlamına kesinlikle gelmemektedir. Bilakis tam tersi.


Yönetmenin, yolun ta en başından beri takip ettiği temaya geri dönüş yapması, sadece ülke sınırlarıyla kısıtlı olmayan çoğu hayranında muhtemel bir coşku yaratsa da, yeni bir keyif getirdiğini söylemek güç. Yönetmen, ilk dönemlerine kıyasla çok daha yetkin bir seyirlik sunabilmesine karşın, Nuri Bilge Ceylan gibi Türk Sineması'nın son 15 yılına damga vurmuş; iç sesini dinleyerek yaptığı filmlerle binlerce insana ilham vermiş bir sanatçıyı, benim gibi blog kökenli bilgisayar çağı yazar-çizer takımı için eleştirebilmek hiç de kolay değil elbet. Hele de her Cannes'a katılışında bir ödülle dönüşü, onu (o ünlü teşekkür konuşmasıyla belki de hiç beklemediği şekilde) bu kadar popüler ve kuvvetli bir figür yapmışken. Üstüne üstlük kişisel olarak sempati duyduğum, tutkusunu örnek almaya uğraştığım birisiyken. Yine de artık taşralı olma, merkezde olamama, çemberin dışında kalma, onulmaz çekip gitme arzusu hikayelerinin yerine daha yetkin bir sinema koy(a)mayacak mıyız? Tarkovski'ye reverans niteliğindeki yuvarlanan elma ile sembolize edilen "zaman"ın yerine, sinemamıza yeni bir soluk getirmenin gerçek "zaman"ı gelmedi mi?