14 Eylül 2010 Salı

ucuz roman: saf ilham ile dans eden kötü adamlar


Bu yazıya başlamak yürek ister. Ellerim titrerse şaşırmam. Ellerim değil belki, ama aklım titredi uzun zaman. Sonunda bu başyapıt üzerine yazmaya, blogun değişen, siyah ağırlıklı tasarımına Jules ve Vincent’in takım elbiselerinin çok yakışacağına dair oluşan inancımla başladım. En çok zorlandığım, tereddüt ettiğim durumdur, çok etkilendiğim bir film hakkında yazmak. Doğru zamanı beklerim. Etkilenmek demişken, Jules (Samuel L. Jackson) gibi İncil'den bölümler okuyup önüme geleni infaz etmeye çalışmıyorum; çalışmadım da elbet- fakat itiraf etmeliyim ki, eski işyerimde (bir değil) birkaç kez hak edene Jules öğretisini uygulamanın ne kadar yerli yerinde olacağını düşündüm. Elbette ki sinemasal haz olarak bir etkilenmeden bahsediyorum. Sinema estetiği ve mizah anlayışı ile ana akımdan öteye, burnunun dikine dört nala giden büyük bir sinema olayıdır “Pulp Fiction”. Genel itibariyle kısır geçen 90'ların en iyisi, tüm zamanların ise muhtemelen en iyilerindendir. Daha 30 yaşında Tarantino'nun zirvesidir (ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bundan daha iyi bir film yapabileceğine inanmıyorum; beceriksizliğinden değil, yalnızca mümkün değil). Bağımsız sinemanın en iyi örneklerindendir. Şu ifade özetler onu: Saf ilham. Ölüm meleklerinin, Tarantino'nun kulağına fısıldadığı yarı ulvi, yarı şeytani bir zekanın ürünü, bu dünyadan olmayan, saf bir ilhamdan ibaret “Pulp Fiction”. 

Daha ilk paragraftan övgü cümlelerine sığınmak istemiyordum. Ama başka ne yapabilirim? İlginç ve özgün ne söyleyebilirim? Başrollerde (alışıldık bir başrol paylaşımından söz etmek mümkünse eğer) Samuel Jackson, John Travolta, Uma Thurman, Bruce Willis, Harvey Keitel gibi isimler istisnasız en iyi performanslarındalar. Özellikle saydığım ilk üç ismin kariyerlerinin en doğru tercihini yaptıkları su götürmez. Elbette bir dolu iyi filmi vardır Jackson'ın, Travolta'nın veya Thurman'ın. Ama Samuel Jackson deyince mesela, filmi izleyen akıllara "Bad Motherfucker" Jules karakteri kazınmıştır muhakkak. Adı anıldığında uzun namlulu silahıyla kulak arkasından beliriverir.


Yazmaya çalıştıkça kafama sahneler üşüşüyor. Mesela, o saçma sapan nostaljik mekanda (Jack Rabbit Slim's) Vincent Vega (John Travolta) ve Mia (Uma Thurman)’nın akıllara ziyan randevusu da nedir öyle? İnsan azmanı patronun karısı ile kendisine bahşedilmiş zoraki bir randevunun gerilimi sürekli korunan, hayatî bir takım endişeler sebebiyle Mia ile Vincent'in daha en baştan mâkul sınırlarda kalmaya zorlanmış ilişkisi ve ikilinin Godard'dan esinlenen unutulmaz dansı bence de ödülü hak ediyor. Sinema tarihinin en iyi flört sahnesi ödülünü (Marcello Mastroianni'nin Anita Ekberg'i tavlama çabalarından farklı olarak burada, Roma'nın masalsı çeşmesine bel bağlamayan, iki tarafın da karşılıklı rızasının yarattığı bir sinerji söz konusu). 

‘Pulp Fiction’, alışıldık bir sinema yapıtından daha çok, bir çizgi romana benziyor (Tarantino’nun bu eğilimini sonraki filmlerinde daha bariz şekilde görüyoruz). Ne sırf bir gangster hikayesi diyebiliriz buna, ne de salt bir kara komedi. Diyalogları, aksanları, kıyafetleri, saç stilleri, hayat tarzları ile çizgi süper kahramanlar (ya da süper çizgi anti-kahramanlar) onlar. Bu estetik yaratım, kamera kullanımı, müzikler ve özgün kurgu ile birleştiğinde bir şaheser çıkıveriyor ortaya. Ama bu başarı, asla bir formül değil. Tarantino’nun yanılgıya düştüğü nokta bu belki de. Daha çok antibiyotik yapmaya çalışırken kolayı keşfetmeye benziyor. Film, amacını kat be kat aşıyor. Sinema sanatında denenmişin çok dışında bir şey yaparken, sonucu bu derece mükemmele yaklaştırabilen kaç film vardır?

Oyuncu seçimi açısından otantik bir sinema dersi kıvamındaki ‘Pulp Fiction’, yan roller için dahi seçkin yetenekleri kullanması sayesinde bahsettiğim çizgi roman havasına kolayca bürünüyor. Aslında bunlara birer yan rol olarak bakmak hiç doğru değil. Zamanı parçalara ayıran kurgusu nedeniyle nispeten bağımsız bölümlere ayrılmış olan filmde, herkes kendi payına düşenin başrolünde. İlk akla gelen örneğiyle “Mr. Wolf” (Harvey Keitel), “Bonnie meselesi”ne el koyduğu sahnelerin tek hakimi. Ya da Butch’un (Bruce Willis), Marsellus Wallace (Ving Rhames) ile olan muhasebesini kapattığı bölümlerde, bu kez de çoğunlukla Bruce Willis’e veriyoruz dikkatimizi.



Filmin müzikleri, Tarantino’nun arkadaşları tarafından tavsiye edilen karma bir seçkiden oluşturulmuş. Şarkılarda dikkat çeken ortak nokta, filmin dokusuna uygun olarak (bundan bahsetmedik belki ama “Pulp Fiction”ın dünyası son derece Amerikan- burada Vincent Vega’nın Amsterdam hikayelerini hatırlayabiliriz) oldukça Amerikan olmaları. Rock’n Roll, Pop ve Soul tınıları, koyu Amerikan dekorunu (“5-dollar milkshake”, “this is a chopper baby”, “quarter pound with cheese”) tamamlıyor. “Pulp Fiction”da kullanılan müzikler o kadar başarılı ki, tüm zamanların en iyi soundtrack albüm listelerinde hep üst sıralarda yer tutuyor.  

“Pulp Fiction”ın tuzağı ise, orijinal dilinde saklı. Örneğin, daha önceden malum TRT 2 sinema kuşağında Atilla Dorsay ve Alin Taşciyan gibi seçkin sinema yazarlarının önsözüyle gösterilmeye çalışılan “Ucuz Roman”dan sonraları vazgeçildi. Çünkü Türkçe dublajıyla, orijinal dilinde yakaladığı Tsunami dalgasını yaratmaktan çok uzaktı. Film, fazlaca uzun diyaloglara ve bu diyaloglar yardımıyla karakterler üzerinden dönen parodilere dayandığından, bu uzun muhabbetleri Türkçe'ye çevirmek, farklı dillerin kendine has özelliklerinden kaynaklanan problemleri de beraberinde getiriyor. Maksimum hazzı alabilmek için (mümkünse), filmi İngilizce izlemek ve öylece kabullenmek gerekiyor. 

Bu yazıyı yazmaktaki motivasyonum, gözden kaçmış bir değere dikkat çekmek değildi- zaten kazandığı Altın Palmiye ve Oscar heykelciği ile gözlerden kaçmadığı aşikar. Çoğu sinemasever için yıllar öncesinde kapanmış bir defterdir “Pulp Fiction”. Ben ise o defteri ara sıra açıp karıştırmayı, bölüm bölüm okumayı seviyorum. O kadar.