22 Aralık 2010 Çarşamba

"crimson sunrise"ın kökeni

"A change of seasons", yıllar sonra. 


"Gather ye rosebuds while ye may,
Old Time is still a-flying;
And this same flower that smiles today,
Tomorrow will be dying."




12 Aralık 2010 Pazar

beşir'le değil tüfekle vals

Beşir’le Vals, İsrail ve Arap dünyasında tartışmalara yol açmış bir film. Eleştiri, “dış mihraklar”dan gelince sorun değil, ama İsrail’in kısa tarihindeki sayısız savaşlardan birine tanıklık etmiş bir İsrailliden gelince farklı oluyor.  İşin ilginç tarafı ise filmi, kiminin İsrail yanlısı, kiminin ise İsrail karşıtı olarak bulmuş olması. Aynı filmi izlemiş farklı insanların, birbirine tamamen zıt sonuçlar çıkarmış olmaları bir hayli ironik. Aradaki fark, belli önyargılar ile birlikte o döneme tanıklık edenlerin farklı deneyimlerinden kaynaklanıyor olmalı. Ari Folman’ın uluslarası sinema çevrelerinde çokça övgü toplayan çizgi-belgesel filmi (resmi sitesinde animated documentary olarak tanımlanıyor), bir sanatçının (yönetmenin) savaşma deneyimiyle lekelenen hafızası ile bir hesaplaşması. Sanatçı duyarlılığına sahip bir insanın, savaşın merkezinde savaşı algılayışı açısından önemli olduğu söylenebilir.

İnsanlar ikiye ayrılır: İyi insanlar ve diğerleri (kötüler değil, bir bakıma yeterince iyi olmayanlar; sadece iyileri ayırmak gerekir). Çok kaba bir genelleme gibi dursa da aslında “iyi insan” diye bir vaka vardır. İyi insanın tanımını yapmak güç olsa da (dini bir makbuliyetten kesinlikle bahsetmiyorum), kendini hemen belli eder. Hangi ırktan olursa olsun, iyi insanların sahip olduğu en önemli ortak nokta taşıdıkları vicdandır. Vicdan çok ağırdır, taşıması zordur ama içeride pırıl pırıl parlayan bir elmastır. Taşıyana zûl gelse de, taşımayanı kıskandırır. Özellikle sanatçıların başvurduğu önemli bir ilhamdır vicdan. Ari Folman da bundan yaklaşık 30 yıl önce sürüldüğü bir acayip vahşet ortamında tanık olduklarına dayanamayıp, bunları hatırlama yoluna gitmiş, vicdanının sesini susturamamış.


Gerçek olaylara dayanan, her ne kadar çizgi olsa da neticede bir belgesel olan Beşir’le Vals, Ari Folman’ın orta yaşlı haliyle o şiddetli yıllara dair, Lübnan’a dair doğru dürüst bir şey hatırlayamaması üzerine kurgulanmış. Bu açıdan, genelde ortalama bir film için omurga işlevi gören sürükleyicilik meselesi halledilmiş. Folman’ın kendi hafızasının peşinden koşması, izleyiciyi de meraklandırarak filmin peşine takıyor. Folman, bu arayışı içerisinde etrafa saçılmış asker arkadaşlarını ziyaret etme olanağı bulurken, farklı karakterlerin savaşa bakışınındaki benzerlikler ile farklılıkları görme olanağını yakalıyoruz.

Bunun yanında, filmin animasyon olması ve güçlü müzikleriyle beraber (senfoni benzetmesi buradan geliyor) zaman zaman klip tadında ilerlemesi nedeniyle bazen aklın karışması, gerçeklikten (karakterlerin gerçek olmasından) kopulması, filmin en önemli handikapı.  Son yıllarda belgesellerde denenen (benzer şekilde “Persepolis”) bu stilistik yeniliklerin, klasik belgesel çarpıcılığından uzak olduğunu söylemek yanlış olmaz. Nitekim yönetmen, bu eksikliği kendisi de hissetmiş olmalı ki, filmin sonunda (“bakın aslında bu vakayı anlatıyorum, bakın aslında ne kadar da trajik” der gibi) gerçek görüntülere başvurmaktan kaçamamış. Bu görüntüleri kullanmanın sinema dili açısından hiç bir sakıncası yok tabi ki (sonda olması sebebiyle akıcılığı da etkilemiyor); ancak yukarıda bahsettiğim türden belgesele ait bir vuruculuk yoksunluğuna işaret ettiğini düşünüyorum.


Filmin en çok su götüren konusu, politik duruş meselesine gelirsek, aslında net bir duruştan konuşulabileceğini  zannetmiyorum. İzlerken ne İsrail politikalarına kesin bir karşı çıkış izlenimine (Şaron tasvirleri bu tarafa daha yakın tutuyor filmi), ne de tam tersine İsrail yanlısı bir fikre kapıldım. Çünkü aslında (çok basit olarak) filmde politik bir eleştiri amacı güdülmemektedir. Beşir’le Vals’in çıkış noktası esasen daha çarpıcı: Savaşmaya itilmiş bir bireyin hissizleşmesi, bir yerden sonra (ne kadar hassas olursa olsun) kendi canının derdine düşerek vicdanının sesini susturmak zorunda bırakılması. Fakat hemen ardından şu soruyu sormak gerekir: Peki bunu başarabiliyor mu? Pek değil. Anlatmaya çalışılan çok ağır bir durum iken, öte yandan seçilen şekil (çizgi) ona bu ciddiyeti yeteri kadar kazandırmıyor.  Beşir’le Vals’in animasyon olması onu çoğu yapımdan farklı kılarken, tekniğin özü itibariyle bazı eksiklikleri de beraberinde getiriyor. Bunu da yönetmen daha en başından kabul etmiş olmalı.

Beşir’le Vals, En İyi Yabancı Film Oscar’ı (bu dalda aday gösterilen ilk animasyon yapım) ile Altın Palmiye’ye aday gösterildi; başta İsrail olmak üzere bir çok ülkede onlarca ödül kazandı. Politik olarak (eğer varsa) yüksek beklentilerinizi karşılayamayacak olsa da her şeye rağmen çok iyi bir film.    

29 Kasım 2010 Pazartesi

"chopin is no more"

10 günlük uzun izinde Polonya'da turlamak aykırı bir fikir gibi geldi onlara. "Why Poland?" diye soran has Polonyalılara, "why not?" diye cevap vererek savuşturdum hepsini. Ama aynı soruyu kendime sorduğumda yarım yamalak cevaplar bulabiliyordum. Örneğin, "sinemayı çok seviyorum ve onların da çok güzel bir sineması var" gibi şeyler. Hatta daha da ileri giderek, "Kieslowski'nin, Polanski'nin dolaştığı sokaklarda dolaşmak istedim. Bu halkta özel bir şey olmalı, onu görmek istedim" gibi küstahlığa varan uçarı yorumlar bile yaptım. Diğer bir cevap ise: "Uzun zamandır merak ettiğim bir yerdi; ben de Bulgaristan'da doğmuş biri olarak eski Doğu Blok'u ülkelerine doğuştan meraklıyım."Verdiğim bu türden cevaplar beni bile çoğu zaman tatmin etmiyordu. Şurası kesin ki, bu kadar ulvî planlanmamış bir gezi olsa da yine de söylediklerimde doğruluk payı vardı. Neticede kendimi de çok kafaya takmamaya karar verdim. İlla ki İspanya'ya, İtalya'ya mı gitmeliydik yani? Hem oralar fazla popüler.

Geziye hazırlanayım derken Chopin denilen adamın büyüsüne kapıldım. Birkaç hafta önceden sardı içimi bir Chopin melankolisi. Entel dantel işleri dediler, "geri vites müziği" dediler, dalga geçtiler. İyi müziği anlamak için ille de uzman olmak gerekmez ki. Hissetmek bu kadar mı zor? Chopina! Polonyalılar böyle diyor. 200. doğumgününde Varşova'yı baştan sona notalarıyla saran, öldüğünde bedenine izin çıkmadığı için yüreğini ülkesine yollayan iflah olmaz romantik! Kafede, tiyatroda, sergide, sinemada, banklarda, parklarda, her yerde Chopin (düğmesine basınca Chopin çalan banklar var). Geziyle bitmedi bu merak. İstanbul'da hala onu dinliyor ve hüzünleniyorum sık sık. Ufak çapta da olsa bir kader ortaklığı var gibi geliyor bana. En azından hissiyatım bu yönde.

Chopin'den bahsederken, yenilenen müzesine ayrı bir paragraf ayırmak gerekir. Yeryüzünde görülebilecek en ilginç müzelerden birisi. Tepetaklak olduğum bisiklet gezisini saymazsak, Varşova'da yaptığım en güzel hareket. Chopin Müzesi, (müze ismi sizi yanıltmasın) sıkıcı bir mekan asla değil. Son teknolojinin dizayn ile birleştiği Chopin'in hayatına açılan interaktif bir pencere. Öyle ki, piyanonun üzerinde duran nota sayfalarını çevirdiğinizde, ansızın açılan sayfadaki Chopin eseri çalmaya başlayabiliyor. Dahi çocuk olarak konserler vermeye başlamasından, Polonya'yı terk edişine; gönül meselelerinden, yetenekli ama talihsiz öğrencilerine kadar hayatının her aşaması düşünülmüş. İçerikten çok sunum çok etkileyici esasen. Örneğin piyanistin ölümünün haber verildiği oda, siyah fonda şahane dizaynıyla matem havasını çok iyi yansıtıyor: "Chopin is no more." 



Varşova malum savaşta yerle bir edildikten sonra, hemen hemen şehrin tamamı yeniden yapılmış. Özellikle tarihi mekanların orijinaline uygun şekilde restorasyonuna büyük önem verilmiş. Şehir kocaman bir restorasyon sahasıymış eskiden. Bu açıdan bakınca olağanüstü geliyor. Varşovalıların şehirleri için ceplerinden verdikleri paralarla gerçekleşen bu büyük proje, Polonya'da küçük çaplı bir efsane. Genel olarak şehir çok yeni ve fazlasıyla modern. Uzun geniş bulvarlar, minyatür gökdelenler ve abartılı yapılar... Bu bakımdan biraz sıkıcı olduğu şüphesiz. 

Krakow ise öyle değil. 13., 14. yy.dan kalma sokaklarda, mekanlarda dolaşırken, aynı anda şehrin sahip olduğu genç enerjiyi görmek oldukça keyifli. Burası bir öğrenci kenti olmakla birlikte, ironik şekilde çok eski bir yerleşim alanı. Eski başkent, gördüğüm en görkemli kalenin sahibi: Wawel. Wisla nehrinin üzerine kâbus gibi çöküyor. Anladığım kadarıyla Polonya'da her şehirde tramvay kullanılıyor, ama hiçbiri (en azından benim bulunduklarım) Krakow'dakilerin hazzını vermiyor. Şehri baştan başa gezen bu şirin mavi tramvaylar, yaşlı oluşlarıyla ayrı bir sevimliler.

Polonya'nın kaderi savaşlar ile çizilmiş. İsveçlilerin akınlarından tutun da, Avusturyalıların, Rusların ve Almanların açgözlülüğünün kurbanı olagelmişler. Bu kurban olma halinin en vahim simgesi Auschwitz (orijinal adı Oswiecim) de işte Krakow'a bir saat uzaklıkta kurulan o meşum ölüm fabrikası. Girişte olduğu gibi ("arbeit mach frei") çıkışta da para vermiyorsunuz. Zira alıştığınız müzeler gibi "hediyelik eşya" satılabilecek bir yer değil! Alabildiğine kasvetli, alabildiğine tekinsiz... Almanların neler yaptıklarını yazmaya kalksam, küçük çaplı ırkçılık tohumları ekmiş kadar olurum. Manyaklık, sistemle birleştiğinde ne kadar "verimli sonuçlar" elde edildiğine inanamıyor insan. Ölüm kamplarında olup bitenleri Polonyalılar konuşmak ise güç. Bize fantazi gibi gelen şeyler onların büyükbabalarının, büyükannelerinin başına gelmiş. Her kime sorsam (trendeki yolcu, evdeki Amerikalı) bir şekilde (sağ ya da diri) akrabaları veya yakınları, o tezgahtan geçmiş oluyordu. Konu açıldığında yüzleri ekşiyor. Belli ki o dönemleri unutmak istiyorlar. Bir süre sonra sormamaya başladım.


Krakow sonrası, son durağım olan Wroclaw'a geçtim. Wroclaw, Odra ırmağının adacıklarını bir arada tutmak için köprülerle örülmüş. Tek sorun köprülerin alakasız dizaynlarda ve renklerde olması. Bazıları, yamalı bohça gibi duruyor. Yine bir öğrenci kenti olan Wroclaw, gece hayatıyla sık sık coşan bir yer.

Türkiye ile Polonya arasında şaşırtıcı benzerlikler de buldum. Oldukça milliyetçiler bir kere. Örneğin Amerikalı bir kız vesilesiyle, siyahilerin fazlasıyla ilgi çektiklerine şahit oldum. Çoluk çocuk, büyük küçük demeden dönüp bakmayan yok gibi. Çoğu hayatında ilk kez bir Afrikalı görmüş gibi geldi bana. Yine yer gök (kırmızı beyaz!) Polonya bayrağı. Tarihte yapılan savaşlarda alınan nâdir zaferlerin canlandırılması (panorama, maket vs.) ise sıkça görülen bir etkinlik. En büyük halk şairleri (İstanbul'da ölen) Adam Mickiewicz, en sevilen, saygı gören edebiyatçılardan (dedesi öz Polonyalı olan Nazım Hikmet ise Moskova'da ölür- bu ilginç simetri de gözlerden kaçmıyor).

Üstelik çok Katolikler (ya da öyle geçiniyorlar- genç nüfusun takmadığını biliyorum). Jean Paul II ile birlikte komünizme direnen (şu an ismini hatırlamadığım) üst düzey bir Varşova rahibi ulusal kahramanlardan. Kilisenin tomar tomar parası, üstelik para kuvvetiyle ölçülemeyecek bir nüfuzu var.Yer gök (bizdeki cami misali) Gotik kilise kaynıyor. Sokakta siyahlar içinde rahip/rahibe görmek çok olağan. Kürtajın anayasayla yasaklanması uzun süredir gündemde. Kürtaj konusu, geçen aylarda Katyn faciasını anmak üzere çıktığı yolculukta uçağın düşmesiyle ölen Lech Kaczynski'nin eşi Maria Kaczynska ile şu anki başbakan Lech'in ikiz kardeşi Jaroslaw Kaczynski arasında büyük bir skandala da yol açmış. Jaroslaw, kürtajın anayasaya girmesine karşı çıkan yengesini alenen bir nevi gerizekalı olmakla, okuduğunu anlamamakla suçlamış. Bırakın bir sol partiyi desteklemek, sol partiler hakkında konuşmak bile (sanırım yasalarla sol parti kurmak bile yasak üstelik), acılı komünist yıllardan sonra mümkün değil (Ruslar, Almanlar ile birlikte "En Sevilmeyenler" listesinde en üst sıralarda).

Başıma ilginç olaylar da geldi. Varşova'da bisikletten feci düşmem bir yana, trende tanıştığım gizemli bilim adamı beni hepten kopardı. Genetikçi olduğunu çıkarsadığımız bu adam, ilk başlarda (ayakkabılarını da çıkardığından olsa gerek) trende uyuyan köylü izlenimi veriyordu. Hatta adam nasıl olsa anlamıyor diye kompartımanda tanıştığım Polonyalı kız ile gayet rahat konuşuyordum. Adama el birliğiyle bir iki sallamış dahi olabiliriz. Sonra sonra adam benimle bir şekilde muhabbete girdi ve film ufaktan kopmaya meyletti. Zira adam GDO'lu gıdalarla uğraşan bir genetikçi olarak Türkiye'nin dağlarındaki etten, sütten, ne kadar sağlıklı beslendiğimizden ama farkında olmadığımızdan falan dem vurmaya başladı. Derken insanlar üzerinde GDO'lar ile yapılan ölümcül deneylerden (üretilen bir ekmek mide asidi ile birleştiğinde zehir yaratıyormuş) ve nihayet(!) yiyecekler üzerinden insanlara takılması düşünülen RFID projesinden bahsetti! Bir yandan da adını sakınıyor, bunların çok gizli bilgiler olduğunu söyleyip detay vermekten kaçınıyordu. Adam sıkıyor diyeceğim, ama öyle değil. Belki de taksicidir. Biz yine de yediklerimize dikkat edelim. Fast-food'a hayır.

Velhasıl kelam, oldukça iyi ve eğlenceli bir geziydi. 

14 Eylül 2010 Salı

ucuz roman: saf ilham ile dans eden kötü adamlar


Bu yazıya başlamak yürek ister. Ellerim titrerse şaşırmam. Ellerim değil belki, ama aklım titredi uzun zaman. Sonunda bu başyapıt üzerine yazmaya, blogun değişen, siyah ağırlıklı tasarımına Jules ve Vincent’in takım elbiselerinin çok yakışacağına dair oluşan inancımla başladım. En çok zorlandığım, tereddüt ettiğim durumdur, çok etkilendiğim bir film hakkında yazmak. Doğru zamanı beklerim. Etkilenmek demişken, Jules (Samuel L. Jackson) gibi İncil'den bölümler okuyup önüme geleni infaz etmeye çalışmıyorum; çalışmadım da elbet- fakat itiraf etmeliyim ki, eski işyerimde (bir değil) birkaç kez hak edene Jules öğretisini uygulamanın ne kadar yerli yerinde olacağını düşündüm. Elbette ki sinemasal haz olarak bir etkilenmeden bahsediyorum. Sinema estetiği ve mizah anlayışı ile ana akımdan öteye, burnunun dikine dört nala giden büyük bir sinema olayıdır “Pulp Fiction”. Genel itibariyle kısır geçen 90'ların en iyisi, tüm zamanların ise muhtemelen en iyilerindendir. Daha 30 yaşında Tarantino'nun zirvesidir (ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bundan daha iyi bir film yapabileceğine inanmıyorum; beceriksizliğinden değil, yalnızca mümkün değil). Bağımsız sinemanın en iyi örneklerindendir. Şu ifade özetler onu: Saf ilham. Ölüm meleklerinin, Tarantino'nun kulağına fısıldadığı yarı ulvi, yarı şeytani bir zekanın ürünü, bu dünyadan olmayan, saf bir ilhamdan ibaret “Pulp Fiction”. 

Daha ilk paragraftan övgü cümlelerine sığınmak istemiyordum. Ama başka ne yapabilirim? İlginç ve özgün ne söyleyebilirim? Başrollerde (alışıldık bir başrol paylaşımından söz etmek mümkünse eğer) Samuel Jackson, John Travolta, Uma Thurman, Bruce Willis, Harvey Keitel gibi isimler istisnasız en iyi performanslarındalar. Özellikle saydığım ilk üç ismin kariyerlerinin en doğru tercihini yaptıkları su götürmez. Elbette bir dolu iyi filmi vardır Jackson'ın, Travolta'nın veya Thurman'ın. Ama Samuel Jackson deyince mesela, filmi izleyen akıllara "Bad Motherfucker" Jules karakteri kazınmıştır muhakkak. Adı anıldığında uzun namlulu silahıyla kulak arkasından beliriverir.


Yazmaya çalıştıkça kafama sahneler üşüşüyor. Mesela, o saçma sapan nostaljik mekanda (Jack Rabbit Slim's) Vincent Vega (John Travolta) ve Mia (Uma Thurman)’nın akıllara ziyan randevusu da nedir öyle? İnsan azmanı patronun karısı ile kendisine bahşedilmiş zoraki bir randevunun gerilimi sürekli korunan, hayatî bir takım endişeler sebebiyle Mia ile Vincent'in daha en baştan mâkul sınırlarda kalmaya zorlanmış ilişkisi ve ikilinin Godard'dan esinlenen unutulmaz dansı bence de ödülü hak ediyor. Sinema tarihinin en iyi flört sahnesi ödülünü (Marcello Mastroianni'nin Anita Ekberg'i tavlama çabalarından farklı olarak burada, Roma'nın masalsı çeşmesine bel bağlamayan, iki tarafın da karşılıklı rızasının yarattığı bir sinerji söz konusu). 

‘Pulp Fiction’, alışıldık bir sinema yapıtından daha çok, bir çizgi romana benziyor (Tarantino’nun bu eğilimini sonraki filmlerinde daha bariz şekilde görüyoruz). Ne sırf bir gangster hikayesi diyebiliriz buna, ne de salt bir kara komedi. Diyalogları, aksanları, kıyafetleri, saç stilleri, hayat tarzları ile çizgi süper kahramanlar (ya da süper çizgi anti-kahramanlar) onlar. Bu estetik yaratım, kamera kullanımı, müzikler ve özgün kurgu ile birleştiğinde bir şaheser çıkıveriyor ortaya. Ama bu başarı, asla bir formül değil. Tarantino’nun yanılgıya düştüğü nokta bu belki de. Daha çok antibiyotik yapmaya çalışırken kolayı keşfetmeye benziyor. Film, amacını kat be kat aşıyor. Sinema sanatında denenmişin çok dışında bir şey yaparken, sonucu bu derece mükemmele yaklaştırabilen kaç film vardır?

Oyuncu seçimi açısından otantik bir sinema dersi kıvamındaki ‘Pulp Fiction’, yan roller için dahi seçkin yetenekleri kullanması sayesinde bahsettiğim çizgi roman havasına kolayca bürünüyor. Aslında bunlara birer yan rol olarak bakmak hiç doğru değil. Zamanı parçalara ayıran kurgusu nedeniyle nispeten bağımsız bölümlere ayrılmış olan filmde, herkes kendi payına düşenin başrolünde. İlk akla gelen örneğiyle “Mr. Wolf” (Harvey Keitel), “Bonnie meselesi”ne el koyduğu sahnelerin tek hakimi. Ya da Butch’un (Bruce Willis), Marsellus Wallace (Ving Rhames) ile olan muhasebesini kapattığı bölümlerde, bu kez de çoğunlukla Bruce Willis’e veriyoruz dikkatimizi.



Filmin müzikleri, Tarantino’nun arkadaşları tarafından tavsiye edilen karma bir seçkiden oluşturulmuş. Şarkılarda dikkat çeken ortak nokta, filmin dokusuna uygun olarak (bundan bahsetmedik belki ama “Pulp Fiction”ın dünyası son derece Amerikan- burada Vincent Vega’nın Amsterdam hikayelerini hatırlayabiliriz) oldukça Amerikan olmaları. Rock’n Roll, Pop ve Soul tınıları, koyu Amerikan dekorunu (“5-dollar milkshake”, “this is a chopper baby”, “quarter pound with cheese”) tamamlıyor. “Pulp Fiction”da kullanılan müzikler o kadar başarılı ki, tüm zamanların en iyi soundtrack albüm listelerinde hep üst sıralarda yer tutuyor.  

“Pulp Fiction”ın tuzağı ise, orijinal dilinde saklı. Örneğin, daha önceden malum TRT 2 sinema kuşağında Atilla Dorsay ve Alin Taşciyan gibi seçkin sinema yazarlarının önsözüyle gösterilmeye çalışılan “Ucuz Roman”dan sonraları vazgeçildi. Çünkü Türkçe dublajıyla, orijinal dilinde yakaladığı Tsunami dalgasını yaratmaktan çok uzaktı. Film, fazlaca uzun diyaloglara ve bu diyaloglar yardımıyla karakterler üzerinden dönen parodilere dayandığından, bu uzun muhabbetleri Türkçe'ye çevirmek, farklı dillerin kendine has özelliklerinden kaynaklanan problemleri de beraberinde getiriyor. Maksimum hazzı alabilmek için (mümkünse), filmi İngilizce izlemek ve öylece kabullenmek gerekiyor. 

Bu yazıyı yazmaktaki motivasyonum, gözden kaçmış bir değere dikkat çekmek değildi- zaten kazandığı Altın Palmiye ve Oscar heykelciği ile gözlerden kaçmadığı aşikar. Çoğu sinemasever için yıllar öncesinde kapanmış bir defterdir “Pulp Fiction”. Ben ise o defteri ara sıra açıp karıştırmayı, bölüm bölüm okumayı seviyorum. O kadar.

10 Ağustos 2010 Salı

saklı kalmış letafet

Derviş Zaim’in Cennet’i Beklerken’i, yönetmenin tasavvuf arayışının Nokta’dan önceki son durağı. Sessiz, yalın ve tutarlı bir film. Gişede gözden kaçmış, popülere yenik düşmüş, salonlarda yalnız bırakılmış nice güzelliklerden yalnızca birisi Cennet’i Beklerken.

Acısını içine gömen, dünyadan elini eteğini çekmeye karar vermiş minyatür ustası Eflatun Efendi (Serhat Tutumluer), veziri tarafından mühim bir göreve tayin edilir. Kendisinden, yakalanan asi Şehzade Danyal’ın (Nihat İleri) idamından önce bir suretini yapması istenmektedir. Ancak bu uzun yolculuğa çıkmak ve mahkumun bir Frenk usûlü resmini yapmak, Eflatun Efendi’nin isteyeceği en son şeydir.

“Ölümsüz gençliğin şövalyesi, /ellisinde uyup yüreğinde çarpan aklına/ bir Temmuz sabahı fethine çıktı, güzelin, doğrunun ve haklının...” Çoğu yolculuk filminde kafamda bu mısralar belirir. Eflatun Efendi, Don Kişot kadar gözü kara olmasa da en az onun kadar vicdanlı. Vezirin gaddar adamlarına gücü yettiğince karşı koyarak kimsesiz Leyla’ya (Melisa Sözen) sahip çıkıyor. Melisa Sözen, kalburüstü performansıyla filmi taçlandırıyor. Hakiki bir ağlayan güzel. Eflatun Efendi’nin Leyla’dan etkilenmemesi, doğaya karşı gelmek olurdu.



Filmin oyunculuk düzeyi oldukça yerinde. Serhat Tutumluer, Melisa Sözen, Nihat İleri ve Mesut Akusta tatmin edici performanslar sergiliyorlar. Sonradan Nokta’da başrolde göreceğimiz Numan Acar, Dilsiz Mustafa gibi küçük bir rolde sivrilmeyi beceriyor. Belli bir kalitenin altına düşerek canımızı sıkan kimse olmadığı gibi, olağanüstü oynayarak göz kamaştıran kimse de yok. Derviş Zaim’in yönetiminde her oyuncu, filmin yalınlığına özveriyle katkıda bulunmuş.

Tasavvuf yüklü bir yolculuk hikayesi olarak başlayan Cennet’i Beklerken, minyatür sanatı ile sinema arasında paralellikler kuruyor. Rüya ile gerçekliğin iç içe girdiği sahne geçişleri, Türk sinemasında ender rastlanır güzellikte. Bu geçişler, çoğu yapımda gördüğümüzün aksine bir yan unsur olarak değil, filmi ayakta tutan ana katmanlardan biri olarak tasarlanmış. İstanbul’dan Anadolu’ya yayılan yolculuk, bilgisayar efektleri yardımıyla hareketli bir minyatür sergisine dönüşüyor.


Derviş Zaim, kasten mi bağ kurmuş bilemiyorum fakat filmin bir noktasından sonra Andrey Rublev’i anımsadım. Tarkovski’nin ünlü filminde Andrey Rublev de tıpkı Eflatun efendi gibi hayatını ve sanatını tümden değiştirecek olan bir yolculuğa çıkıyordu. Son on yılda Türk sinemasına yön veren usta yönetmenlerin Tarkovski’den bir hayli etkilenmiş olduklarını, her fırsatta Rus sinemacıdan övgüyle bahsettiklerini hesaba katarsak (Uzak’tan: “Hani Tarkovski gibi filmler yapacaktık?”), Derviş Zaim’in de Tarkovski’den esinlenerek kendi ilgi alanlarından olan minyatür sanatını anlatmak üzere böyle bir işe girişmiş olması hiç de uzak bir ihtimal değil- hayatta olmayan bir adamın, ölümünün üzerinden onyıllar geçtikten sonra dahi başka bir ülke sinemasını bu kadar derinden etkileyip, etkinleştirebilmesi muhteşem bir hal değil midir?  

2005 yılında (çoğunlukla Kapadokya’da) çekilen ve 2006 yılının sonunda vizyona giren Cennet’i Beklerken, Derviş Zaim’in Nokta (2009) filmine giden yoldaki son basamağı. Türkiye’de tarihî film yapmayı, Rumelihisarı’nda Bizanslı öldürmekten, vatan topraklarında şehit düşmekten ya da kuru propagandadan ibaret zannedenlerin aksine Derviş Zaim, karakterlerine sadece bedenlerini değil ruhlarını da bahşetmiş. Böylece gerçekten insana benzemişler. Sinemaseverler Derviş Zaim'e teşekkür borçlu. 

24 Haziran 2010 Perşembe

siz yaşa(yama)yanlar

Kuzey rüzgarlarının sert estiği bir diyardan kulağımıza üflenen bozuk bir tuba akordu, "Siz Yaşayanlar"(Du Levande). Kafalar karışık, ruhlar epey karanlık, renkler donuk. Ancak İskandinavya'dan beklenebilecek bir haleti ruhiyenin mizanseninde sürekli yağmur yağıyor,  acınası suratların ağlamaları sızlamaları bitmiyor. İnsanoğlu saçmalıyor! Ve Roy Andersson can çekişimizi gözümüze sokuyor.

"Siz Yaşayanlar"ın başarısı, biçim ve anlatının özgün ahenginde saklı. Olmadık bir yerde karakterler kameraya dönüp kendi hikayelerini anlatırken, aslında kendileriyle değil izleyiciyle dalga geçiyorlar. Bu tür bir film kurgusuna alışık olmayan bünyemiz, başlarda karakterlerin kendileriyle dalga geçtiklerini zannediyor. Oysa ki durum tam tersi. Aslında aktörlerin ve aktrislerin ağızlarından dökülenler bütün insanlığın trajedisi, bizim ortak hikayemiz. Abuk subuk muhabbetler, yerli yersiz mızmızlanmalar, hatta koskoca adamların/kadınların sudan sebeplerden ötürü herkesin içinde ağlayıvermeleri. Çok umutsuzlar, hem de çok. Ama kahkaha atmak mümkün değil, yalnızca gülümsemek gelebiliyor içten.

Şöyle ki, kafasına tuhaf bir şey koymuş (muhtemelen fantezinin bir parçası), yatakta zıp zıp zıplayan şişman bir kadınla sevişen yaşlı adam kameraya dönüp dakikalarca emekli ikramiyesini dangalak bir fona yatırıp nasıl kazıklandığını anlatıp duruyor. İlk tepkiniz ne olur? Tabi ki gülersiniz; olmadı en kötü gülümsersiniz. Fakat sahne uzadıkça havada tuhaf birşeyler dönmeye başlıyor. Adam, bunun aslında o kadar da komik olmadığını anlatmak ister gibi ciddi ve inatçı bir ifadeyle konuşmaya, emekli ikramiyesini anlatmaya devam ediyor. Bir tepki bekliyorsunuz. Fakat daha çok "ne gülüyorsun be salak, sen sanki çok mu farklısın?!" diyecekmiş gibi gözünüzün içine bakıyor. Kameraya dosdoğru baktığından, "normal" bir filmden alışageldiğiniz üzere dikizlemek için kullandığınız gözünüz, bu sefer dikizleniyor. Ava giderken avlanıyor. Yakayı fena ele vermiş bir röntgenci gibi. Bir şeylerin yanlış gittiğini seziyorsunuz. Parodinin yönü değişiyor. Bıçağın ucu izleyiciye dönüyor. Parodi adamın değil, aslında senin!

Monologların olmadığı bölümlerde de insanlar kasten oldukça çaresiz ve zavallı gösterilmiş. Islanmamak için otobüs durağına tıkışan, yağmur dinene dek aval aval gökyüzüne bakan, asansörü kaçırmamak için var gücünü harcayan ama başaramayınca ne yapacağını kestiremeyen (asansör kaçırmaktan bahsediyoruz, neticede dünyanın sonu değil), binaya, sokağa, simetrik mimarinin içine, kusursuz labirentlere sıkışmış deney fareleri gibiler (gibiyiz). Sürekli ama sürekli sürü halinde gösterilen, kuralların dışında herhangi bir yol bulmaktan aciz, sıkıcı formalitelerin mahkumu (özellikle iş toplantısındaki el sıkışmalara dikkat) bir zavallılar toplumu. Daha çok sürü hayvanlarını andırıyorlar. Birbirlerini takip edip duran, oralarını buralarını birbirlerine sürten, tek başına hareket etmekten ürken hayvanlar onlar. İnsanlar.

"Siz Yaşayanlar", özellikle farklı kurgu tekniği ile göz kamaştırıyor. Yönetmen Roy Andersson tarafından 50 farklı skeçin bir araya getirilmesi ile oluşturulan film, birçok karakterin başına gelen absürd olayları daldan dala atlatmayı, seyirciyi filmden koparmadan göstermeyi başarıyor. Sahne geçişlerinin en büyük yardımcısı, hemen hemen hiç susmayan müzik. Üflemeli çalgılar, film boyunca arka planı işgal ederken- zaman zaman da skeçlerden biri gereği ön plana taşınırken-, böylesi bir yapımda sahneler arasındaki geçişin zorluklarını önemli ölçüde azaltıyor.

Biçim olarak bahsedilebilecek diğer bir özellik, mat renkleri tamamlayan çizimler. Yer yer ufukta çizilmiş dekorlar, karikatür hissini kuvvetlendiriyor. Gitarist Micke’ye abayı fena yakan genç kızın rüya sahnesinden özellikle bahsetmeli. Profesyonel olmayan oyuncuların (bir de Türk berber var) tercih edildiği filmde Micke’yi canlandıran Eric Bäckman (aslen Deathstars grubunun gitaristi), bir tren olduğu izlenimini veren ve kafasına göre hareket eden gelin odasının penceresinden onları hiç tanımayan fakat genç çifti tebrik etmeye gelen onlarca kişiye solo çalıyor. Oldukça güzel bir sahne.

Cannes’da gösterildiğinde ayakta alkışlanan, katıldığı birçok festivalden ödülle dönen “Du Levande”, biçimsel olarak yaratıcı ve özgün bir film. Bu özgün tavır, diğer Roy Andersson filmlerini de merak etmeme sebep oldu. Şu yaşa kadar gelip de bir Roy Andersson filmi izlememiş olmanın mahçubiyetini taşıyor olsam da, “Du Levande”nin keyfi ağır basıyor.

23 Mayıs 2010 Pazar

ölümle satranç ve dans

Her insan, neden dünyada olduğu, ne için var olduğu, görünen dünyanın ötesinde bir gerçekliğin olup olmadığı gibi sorular sorduğu dönemlerden geçer. Böyle dönemlerde yöneltilen soruların cevapları, insanın yaşayışını temellerinden etkiler. "Yedinci Mühür", tüm bu insana özgü soruları, çok özel bir mizansende (Orta Çağ'da) hakkıyla sormayı başarırken, cevap dayatmak gibi bir derdi olmadığından inanç ve iman konusunu işleyen diğer filmlerden apayrı bir yerde duruyor. Bu sorular karşısında tatmin edici cevaplar bulamayan (hiç bir zaman bulamayacak olan) insanoğlunun kafa karışıklığını ve acizliğini üstün bir estetik ile sunmayı başarıyor. Büyük sinema emektarı Ingmar Bergman'ın en etkileyici eserlerinden "Yedinci Mühür", Tanrı ve ölüm hakkında yapılmış en güzel film belki de.

Haçlı seferlerine katılarak hiç bilmediği topraklarda inanç uğruna on yılını heba eden bir şövalyenin, Ortadoğu'da aradığını bulamadıktan sonra kendi topraklarında, İsveç'te inatçı sorularını sürdürmesinin öyküsüdür "Yedinci Mühür". Bu inanç arayışı, şövalyenin bir sabah ansızın Ölüm ile karşılaşmasıyla daha da büyük bir anlam kazanır.

Şövalye: Sen de kimsin?
Ölüm: Ben Ölüm'üm.
Şövalye: Benim için mi geldin?
Ölüm: Uzun zamandır seninleydim.
Şövalye: Şimdi anlıyorum.
Ölüm: Hazır mısın?
Şövalye: Ben değil ama bedenim korkuyor.
...
Şövalye: Bir dakika bekle.
Ölüm: Hepiniz öyle dersiniz ama ben erteleme yapmam.

 
Şövalye, zaman kazanmak adına Ölüm'ü satranç oynamaya ikna eder. Kazandığı zamanı, kendi inancını kurtarmak ve anlamlı bir şey yapmak için (Haçlı Seferleri sırasında anlamsızlığın doruklarında dolaşmıştır) kullanmak istemektedir. Dalgaların unutulmaz bir fon oluşturduğu o ünlü sahnede, galibin zaten belli olduğu umutsuz satranç oyunu başlar.

Şövalye: Sana siyah.
Ölüm: Bana yakışır. Değil mi?



Ingmar Bergman'ın dünyasında diyaloglar önemli yer tutar. Konu ölüm, inanç gibi ciddi meseleler olunca (aslında bu temalar Bergman sinemasının alamet-i farikasıdır ve her filminde izlerine rastlanabilir) sözcükler daha da ağırlaşıyor. Tanrı hakkında düşünülebilecek, söylenebilecek her ne varsa, film aktıkça yorgun şövalyenin, karamsar yaverinin ve işkolik Azrail'in ağzından dökülüveriyor:

Şövalye: Ben bilgi istiyorum, inanç ya da varsayım değil bilgi! Tanrı'nın bana elini uzatmasını ve benimle konuşmasını istiyorum.
Ölüm: Ama o suskun.
Şövalye:Karanlıkta ona sesleniyorum, ama sanki hiç kimse yok.
Ölüm: Belki de kimse yoktur...


Şövalyenin varlığının bütün anlamı, bu umutsuz arayıştan gelecek cevaba bağlı. Eğer Tanrı varsa, huzur bulacak (hepimizin aradığı şey); eğer Tanrı yoksa, şövalyenin varlığı bedeniyle birlikte çökerek tamamen anlamsızlığa dönüşecek. Üstelik Ölüm'ün gölgesi her nefesinde peşindeyken şövalyenin fazla vakti de kalmadığından, bir an önce bu sorunu halletmek istiyor. "Peki ya inanmayan, inanamayanlara ne olacak?" diye sorarken kendi çıkmazını acı acı haykırıyor. Yaveri Jöns, su katılmamış bir ateist gibi konuşurken onurlu şövalye, yapamasa da Tanrı'ya inanmak istiyor; var olmama ihtimalini kabullenmiyor.

Yaver Jöns: Bu çocukla kim ilgilenecek? Tanrı, Şeytan, hiçlik? Belki de hiçlik?
Şövalye: Böyle olamaz!


Ingmar Bergman'ın en sevdiği oyuncular bu filmde de bir arada: Şövalye Antonius Block'u (halen ilerlemiş yaşına rağmen Hollywood filmlerinde yan rollerde oynamayı sürdüren) Max von Sydow, yaveri Jöns'ü ise Gunnar Björnstrand canlandırırken, Persona'dan ve Yaban Çilekleri'nden de hatırlayacağımız Bibi Andersson Jof'un karısı rolünde çok güzel görünüyor.

1957 tarihli Cannes'da Jüri Özel ödülünü alan bu eskimeyen eser, zamanının çok ötesinde ve her daim genç kalacak. Çünkü insanın gerçek arayışı, umutsuz olsa da hiç bitmeyecek. Şövalye ile Ölüm'ün oyununu ve dansını hep hatırlayacaksınız.

Şövalye: Senden de hiçbir şey kaçmıyor.
Ölüm: Hiçbir şey kaçmaz. Hiç kimse kaçmaz...

13 Mayıs 2010 Perşembe

Anathema ve Riverside'ın ardından.

Kabul ediyorum Anathema çoluk çocuk konseriydi. Ne kadar emo/nemo vb. varsa, ne kadar "17'den 18'e yeni geçtim amanın, dünyam başıma yıkıldı" triplerinde çoluk çocuk varsa toplanmıştı. Sırada beklerken etrafıma bakıp gözlem yaptım. Genelde yalnızken öyle yaparım. Yanımdan geçen nispeten yetişkin kızın biri şöyle dedi: "sırayı bulmak zor değil; 'follow the black rabbit' gibi olmuş." Üzerime alınmadım tabi. Ne de olsa sadece siyah bir ceketti bendeki. Ama doğru tespit. Karanlık dünyalarına ışık sızmıyor.

Riverside'dan ise hiç zevk alamadım. Oldukça küçük bir yerdi ve boş tribünler önünde nasıl futbolun zevki çıkmıyorsa, kapalı mekanda da aynı şekilde bir eksiklik alıp başını gidiyor. Hasta olmamın da payı yok değil. Bundan sonra (büyük konuşmayayım ama) sadece açık hava konserlerine katılmayı planlıyorum.

Velhasıl kelam, Tool gibisi yok...



Black then white are all I see in my infancy.
red and yellow then came to be, reaching out to me.
lets me see.
As below, so above and beyond, I imagine
drawn beyond the lines of reason.
Push the envelope. Watch it bend.

Over thinking, over analyzing separates the body from the mind.
Withering my intuition, missing opportunities and I must
Feed my will to feel my moment drawing way outside the lines.

Black then white are all I see in my infancy.
red and yellow then came to be, reaching out to me.
lets me see there is so much more
and beckons me to look through to these infinite possibilities.
As below, so above and beyond, I imagine
drawn outside the lines of reason.
Push the envelope. Watch it bend.

Over thinking, over analyzing separates the body from the mind.
Withering my intuition leaving all these opportunities behind.

Feed my will to feel this moment urging me to cross the line.
Reaching out to embrace the random.
Reaching out to embrace whatever may come.

I embrace my desire to
feel the rhythm, to feel connected
enough to step aside and weep like a widow
to feel inspired, to fathom the power,
to witness the beauty, to bathe in the fountain,
to swing on the spiral
of our divinity and still be a human.

With my feet upon the ground I lose myself
between the sounds and open wide to suck it in,
I feel it move across my skin.
I'm reaching up and reaching out,
I'm reaching for the random or what ever will bewilder me.
And following our will and wind we may just go where no one's been.
We'll ride the spiral to the end and may just go where no one's been.

Spiral out. Keep going, going...

13 Nisan 2010 Salı

"haftanın güzeli" revisited: tribute to baskın oran

Askerden sonra gaza gelip, "yaşayacağım ulan işte, her dakikanın bileceğim kıymetini; come squeeze it suck the day, come carpe diem baby" şeklinde giriştiğim post-ordu döneminin tıkandığı çok noktalar var. Müzik dinlesem olmuyor, kitap okusam olmuyor, film izlesem bile olmuyor. Gazete bile okuyasım yok. Uyumak, uyumak, yalnızca uyumak istiyorum...

Hiçbir şeyden zevk alamadığım bu (umarım) geçiş döneminde, klasik Pazar günleri menemeninin yanında çerez niyetine okuduğum Radikal İki'de Baskın Oran üstadım yine döktürünce, blogun ilk günlerinde oldukça hevesle yayınladığım "haftanın güzeli" köşesini bir seferlik de olsa letafetiyle istisnai Baskın Oran (karşılaştırmalı hukuk tezi mahiyetindeki) kara mizahına ayırmanın değişiklik olacağını düşündüm. Okuduktan sonra bünyemde pekişen hissiyat: Gel de alıp başını gitme buralardan. Gel de İsveç'e, Danimarka'ya, Norveç'e ve benzerine göç etme.

Sabırla okuyunuz ve (nasıl olacaksa?) adalete olan güveninizi bir zahmet kaybetmeyiniz. Bitirdiğinizde, "vah memleketin haline" arabeski ile "çok iyi yazmış lan" keyfi arasında gidip gelen ikircikli şaşkınlığı hissedeceksiniz.

"Türk adaletine İngiliz isyanı
Leeds United’ın başkanı çok sert konuşmuş: “Bu şekilde bir adalet sistemine sahip olan Türkiye’nin AB’de yeri yok!” (Radikal, 05.04.10). Sebep: 10 yıl önce Taksim’de bıçaklanarak öldürülen iki taraftarın katilleri hâlâ bulunamamış. İngiliz başkan, Türk adaleti hakkında bizim bildiklerimizin binde birini duysa herhalde konuşmazdı. Çünkü dili tutulurdu. Yerime sığdığı kadarıyla birkaçını hatırlatayım.

1) Milletvekili Süleyman Sarıbaş bana ve Prof. Kaboğlu’na “Babanız kimmiş, ananıza sorun” dedi, Yargıtay “ifade özgürlüğüdür” diye beraat ettirdi (bkz. B.Oran, Radikal-2, 19.07.09).
Oysa Türk adaleti, bir yargıca “işgüzar” diyen gazeteci Nazlı Ilıcak’ı 11 ay 20 gün hapse mahkum etti (Milliyet, 01.04.10). Bu yargıcı tanıyorsunuz; Sincan 1. Ağır Ceza Yargıcı Osman Kaçmaz. Bir Yargıtay eski üyesi kendisine başvurmuş ve “Kayıp Trilyon davasında ben şahsen zarar gördüm” diyerek Gül hakkında (cumhurbaşkanı olması nedeniyle verilmiş) takipsizlik kararının kaldırılmasını istemişti. Yargıç Kaçmaz da kaldırarak Gül’ü yargılama yolunu açmaya girişmişti. Oysa O. Kaçmaz, Belediye-İş Sendikası davasında takipsizlik kararına yapılan itirazı şu gerekçeyle reddetmişti: “Sendikaya aidat ödeyen denetçiler suçtan zarar görmemiştir, itiraz hakları yoktur” (Haberaktüel, 24.05.09).

2) Hrant, 301’den mahkum edilince, kendini savunan bir yazı yazdı. Bunun üzerine Türk adaleti bir de “Adil yargıyı etkilemeye teşebbüs”ten (TCK 288) dava açtı Hrant’a.
Oysa, Org. Büyükanıt Şemdinli’de bombacıya “Tanırım, iyi çocuktur” demişti. Org. Başbuğ Ergenekon sanığı Org. Saldıray Berk için açıkça “Suçsuzdur” dedi (Taraf, 17.03.10). Türk adaleti soruşturma bile açmadı. Oysa, Askerî Ceza Kanunu md. 148/C şöyle diyor: “Siyasi amaçla demeç veren askerî şahıslar 1 ay ilâ 5 yıl arası hapsedilirler”. Aksine, HSYK, generallere söz söylemeye cesaret eden savcıların, ne biçim yargı bağımsızlığı ise, derhal defterini dürüyor: Org. Kenan Evren’e dava açmak isteyen savcı Sacit Kayasu’yu ve Org. Büyükanıt’ın adını iddianamesinde geçiren Şemdinli savcısı Ferhat Sarıkaya’yı memuriyetten attı. Org. Berk’i ifadeye çağıran Erzurum Savcı Tarık Gür’ü görevden aldı. Şimdi de Balyoz’un iki savcısını.

3) Malum gazeteci Can Ataklı, malum Yılmaz Dikbaş’dan alıntı yaparak, Helsinki Yurttaşlar Derneği kurucusu aydınlara açıkça iftira attı: “AB bunlara para yediriyor” (bkz. B.O., R-2, 22.02.09).
Türk adaleti, bu insanların tekzip yayınlatmasını bile önledi. 29.01.09 tarihli kararında, artık ilgiyi nasıl kurabildiyse, şöyle dedi: “Masum gibi gözüken Ermenilerden Özür Kampanyasına imza vermiş bu kişilere karşı çıkmak fikir ve inanç özgürlüğü kapsamındadır”. Aynen, bana “yabancı devletler tarafından maddi ve manevi satın alınmıştır” diyen gazeteci Mustafa Balbay’ı Yargıtay’ın “B. Oran, Agos yazarıdır. Kendi aleyhine eleştirilere, sert de olsa, katlanmak zorundadır” gerekçesiyle aklaması gibi. Yani, Türk adaletine göre, Agos yazarlarına küfretmek Türkiye’de artık hak. (bkz. B.O., R-2, 21.02.10).

4) Nijeryalı gariban mülteci Festus Okey, götürüldüğü Beyoğlu Asayiş Şube Müdürlüğü’nde 34 ay önce öldürüldü, Türk adaleti Nijerya’dan “Bu adam Festus Okey midir?” diye sordu ve tam 10 duruşmadır cevap bekliyor (İ. Saymaz, Radikal, 02.04.10). Halbuki, bir sığınmacı olan Festus’un resmî kimlik bilgileri Ankara’daki BM Mülteciler Yüksek Komiserliğinde mevcut (T. Korkut, BİA, 30.09.09).
Oysa, Türk adaleti, “taş atan çocuklar”a tek celsede 15 yıla varan cezalar veriyor. Bunların birçoğunun dosyasındaki tek “kanıt”, polis veya asker ifadesi. Tabii, bir de sırtlarının terli oluşu. Diyarbakır’da inşaat işçisi Mahmut Yaşar “ıslık çalarak bölücü örgüt lehine slogan attığı” için 10 ay hapis yedi (Milliyet, 19.03.10). Yine de şanslı; şarkıcı Rojda, bir şarkısıyla “terör örgütünün propagandasını yapmak”tan 1 yıl 8 ay almış bulunuyor (Radikal, 26.03.10).

5) Türk adaleti, gayrimüslim vakıf mallarına şu gerekçeyle el koydu: “Türk olmayanların kurduğu tüzel kişilikler gayrimenkul sahibi olamaz” (Yargıtay 1971, 74, 75 kararları). Bir Rum vatandaşa “Yabancı uyruklu TC vatandaşı” dedi (İstanbul İdare Mahkemesi, 17.04.96 tarihli karar) (İkisi için bkz. B.O., Türkiye’de Azınlıklar, 5. baskı, s. 94 ve 105-106). Yani, laik Türk adaletine göre Müslüman olmayan vatandaşlar “Türk” değil.


Oysa, “Türkiye’nin kurucu antlaşması” Lozan md. 40 şöyle diyor: “Gayrimüslim TC vatandaşları her türlü hayır kurumları kurmak konularında eşit hakka sahiptirler”. Md. 42: “Gayrimüslimlerin mevcut vakıflarına her türlü kolaylıklar ve izinler sağlanacak ve bunların yenilerinin kurulması için gerekli kolaylıkların hiçbiri esirgenmeyecektir”. Md. 37: “38. ilâ 44. maddeler arasındaki hükümler Türkiye tarafından temel yasalar olarak tanınacak ve hiçbir kanun ve hiçbir resmî işlem bunlarla çelişmeyecek ve bunlardan üstün olmayacaktır”. Anayasa md. 90/5: “Temel hak ve özgürlükler konusundaki uluslararası antlaşmalar, aynı konudaki ulusal yasa hükümlerine üstündür”.Türk adaleti, bir ceza davasında, artık ilişkiyi nasıl kurduysa, “Fener ekümenik değildir” diyerek, laik Türkiye’de Ortodoks ilahiyatına da karışabildi (13.06.07 tarihli Yargıtay kararı; bkz. B.O., R-2, 01.07.07).

6) Türk adaleti, seçimde Kürtçe konuştu diye Orhan Miroğlu’na 6 ay verdi; şimdi 5 yıl Kürtçe konuşması yasak. Tahir Elçi, Mahmut Vefa, Mahmut Alınak, Mehdi Tanrıkulu, Nuri Yaman, daha sayayım mı? Seçim kampanyasında Kürtçe “Hemen git su getir” diyen Sırrı Sakık’a bile fezleke düzenlendi (Radikal, 09.03.08).
Oysa, Kürtçe kullanma konusunda, Anayasa md 90/5’in “ulusal yasaya üstün” kıldığı Lozan md. 39/4 diyor ki: “Bütün TC uyrukları her türlü açık toplantılarda, ticarette, basın-yayın organlarında istedikleri dili kullanabilirler ve buna karşı hiçbir kısıtlama getirilemez”.

7) Anayasa Mahkemesi (AYM), türbanı üniversitelerde serbest kılmaya zemin hazırlayan değişikliği anayasanın laiklik ilkesine aykırı bularak iptal etti. “367 Sabih” kararıyla, cumhurbaşkanının Meclis tarafından seçimini önledi. Şimdi de CHP, bu “sağlam” örneklere güvenerek, daha çıkmamış anayasa reform paketini AYM’ye götürmeye hazırlanıyor.

Oysa, Anayasa md. 148 şöyle diyor: “AYM; Anayasa değişikliklerini sadece şekil bakımından inceler”. Yani, sadece oylama usulüne uygun yapıldı mı, süreler gözetildi mi, vs. bunlara bakabilir. Ama, şaşırmamak lazım. Aynı AYM, söylenmemiş şeyler için parti kapattı bu ülkede: DTP’nin kapatılma gerekçelerinden biri, Hikmet Fidan cinayetini kınayacak bir şey söylememiş olmasıydı (bkz. B.O., Radikal İki, 03.01.10).

8) HSYK Başkan Vekili Kadir Özbek şöyle dedi: “Taslak böyle geçerse devletin temeli, çatısı çöker” (Radikal, 25.03.10). Türk adaletinin ayrılmaz parçası baroların en büyüğü İstanbul Barosu, Sayın Özbek’e “Mahmut Esat Bozkurt Ödülü” verdi.

M. E. Bozkurt? Şunları söylemekle meşhur Adalet Bakanı: “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler” (Milliyet, 19.09.1930); fotokopisini Mayıs başında çıkacak “Türkiyeli Kürtler Üzerine Yazılar”da yayınlayacağım.

Türk adaleti öyle bir şey ki; dışı Leeds United’ı, içi bizi yakar. Ama bu böyle kalmayacak. Zaten kalmayacağı için şu anda muazzam patırtı kopuyor. Beni hüzünlendiren, “halkımız”dan kimilerinin Radikal’deki habere yazabildikleri: “Kimi arkadaşlar Türkiye’de meydana gelen üzücü bir olayın emperyalist ülkelerce nemalanmasından [ne demekse?] çok memnun gözüküyorlar. Ben de İngilizlere 1985’te 300 Juventus taraftarının ezilerek ölümüne sebep olan Liverpool taraftarını sorarım, ne oldu onlara? Siz böyle girdiyseniz, biz hayli hayli gireriz ab’ye”. Türkiye’de “antiemperyalizm” kavramının nerelere kadar düştüğüne ve nasıl bir “mantık”la “vatan müdafaası” yapılabildiğine bakınız."
 

2 Nisan 2010 Cuma

bir istanbul klasiği


Film festivalleri, İstanbul’un sık kirlenen nefesini tazeleyen, bu şehirde yaşayanları maddi olmayan (nadir) bir tutku etrafında birleşmek üzere sinema salonlarına çağıran ayinler bütünüdür. Sinema salonları da bu ayinlerin tapınakları gibi- insanların gözlerini ve kalplerini birkaç saatliğine de olsa onun arkasında saklanan efendilerine sundukları beyaz perde ise bir çeşit sunak. “Sinema dini”nin (dilinin) bir çeşit beş farzından biridir festivale gitmek. Farklı bir maneviyat paylaşılır; mekânlar değişse de, aynı insanlar farklı tarihlerde, aynı tutkunun, güzel bir film izleme umudunun peşinden Asya ve Avrupa arasında döner durur; çember tamamlanır. Bu, bir çeşit hacca benzer. Tanımadığınız, tanışmadığınız, belki de hiç tanışamayacağınız hanımları, beyleri farklı günlerde, farklı yerlerde pek sık görmeye başlarsınız. Şehrin en mühim film olayı, sinemanın İstanbul’daki hac mevsimi başlıyor. 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali, 3-18 Nisan arasında tüm İstanbulluları, kaosun içinde kaostan uzak kalmaya çağırıyor.

Festival programı, her yıl olduğu gibi takibi kolaylaştırmak adına kendi içerisinde kavramsal bütünlüğe sahip birçok bölüme ayrılmış. Ulusal ve uluslararası yarışmalarda onlarca film Altın Lale için yarışacak. Uluslararası yarışma bölümü, müziğin ve tarifsiz güzel Laeitia Casta’nın hâkimiyetinde. “Nowhere Boy”, John Lennon’ın Liverpool günlerindeki çocukluğunun izini sürerken, “Gainsbourg”,adından da anlaşılacağı üzere aykırı Fransız müzisyen ve aktör Serge Gainsbourg’un en sansasyonel dönemine gözünü dikiyor. Brigitte Bardot rolünde Laetitia Casta var (dikkat: Bu bölümde gösterilen “Surat” filminde Casta yine arz-ı endam ediyor). Şöhret öyküleri bir yana, bu başlık altındaki en ümit vaat eden film, henüz 20 yaşındaki Xavier Dolan’ın yazdığı, yönettiği ve başrolünde oynadığı “Annemi Öldürdüm”. Dikkat çekici öyküsüyle Vancouver’da En İyi Kanada Filmi ve Kanada’nın bu yılki Oscar adayı olmayı başarmış. Tolstoy’un son yılını anlatan “Aşkın Son Mevsimi” ile 80’ler Polonya’sından bir gençlik hikâyesi “Sevdiğim Her Şey” değerlendirilmesi gereken diğer filmlerden.

Ulusal yarışmada yine birbirinden güzel filmler yer alıyor. “Kıskanmak”(Zeki Demirkubuz), “Karanlıktakiler”(Çağan Irmak), “Vavien”(Taylan Biraderler), “Ses” (Ümit Ünal) ve“Neşeli Hayat”(Yılmaz Erdoğan) ödül için yarışacak önemli filmlerden bazıları. Tescilli güzel, Altın Ayı sahibi “Bal”, haliyle ulusal yarışmanın en büyük favorisi. Altın koleksiyonuna İstanbul lalesini de ekleyebilir. Buna karşın, beğeni toplayan “Min Dit” ve zorlu bir yol hikâyesi “Büyük Oyun” en az diğerleri kadar izlenmeyi hak ediyor. Yarışma dışı gösterilen “Bornova Bornova”, “Kosmos” ve “Acı” gibi güçlü filmler, hala izleyemeyenler için büyük bir fırsat. Açıkçası Türk filmlerinin gösterildiği kuşaklar şahsen festivalde en beğendiğim bölümlerden. Belli bir kalitenin altına hiç düşmüyor. Üstelik iyi bir Türk yapımı izlemenin maliyeti sadece 3,5 TL (malum bilet firmasının dalavereleriyle aslında fiyat 5 TL’ye kadar çıkıyor).

Avrupa Konseyi ve Eurimages’in katkılarıyla düzenlenen “Sinemada İnsan Hakları Yarışması”, festivalin en manevi ödülünü veriyor. Ağırlıklı olarak Ortadoğu’dan filmlerin yer alması sürpriz değil. İsrail’in 2010 Oscar adayı “Ajami” ve göçmen sorununa eğilen “Kuzeysiz”, bu bölümde öne çıkanlardan.

Belli ki festival fanatikleri biletleri şimdiden tükenen “Tek Başına Bir Adam”a kafayı takmış. Ancak yalnızca “Akbank Galaları”nda değil, herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda bir Jim Jarmusch filmi gösteriliyorsa akan sular durur. “Kontrol Limitleri” festivalde açık ara en merak ettiğim film.


“Dünya Festivallerinden” kuşağı, farklı coğrafyalara göz gezdirmek için biçilmiş kaftan. “Plato” ile Peru’ya, “Şeref Madalyası” ile Romanya’ya, “Bahar Sarhoşu” ile Hong Kong’a kısa bir yolculuk yapabilirsiniz. İşin ironik tarafı ise, yapımların neredeyse yarısının Fransız olması. “Dünya Festivallerinden” çok, “Fransız Festivallerinden” demek daha doğru olurmuş. Son dönem Fransız sinemasının en önemli yönetmenlerinden François Ozon, son filmi “Yuva” ile burada.

“Yıllara Meydan Okuyanlar” kuşağında Fransız Yeni Dalgası 50 yıl sonra bile dalgalanmaya devam ediyor. Büyük ustaların son filmlerine yer verilen bu bölümde Alain Renais, Jacques Rivette ve Werner Herzog’un son filmleri (sırasıyla “Yabani Otlar”, “36 Dağ Manzarası”, “Kötü Polis”) izlenebilir. Marco Bellochio’nun, Il Duce’nin büyük sırrını anlattığı “Yenmek” yapıtı festival listesine mutlaka alınması gerekenlerden.

Sinema kariyerlerine hızlı bir giriş yapan “yeniyetme” yönetmenlerin, uluslararası festivallerde takdir edilen eserlerinin bir seçkisini içeren “Genç Ustalar” bölümü, geleceğin sinemasının izini sürüyor. “Yepyeni Bir Hayat”, “Özel Hayatlar”, “Islık Çalmak İstersem Çalarım” gibi öne çıkan filmler, farklı coğrafyalardan tutarlı öyküler anlatma iddiasında.

Festival kapsamında tür sineması da unutulmamış. Gülmek isteyenler için “Antidepresan”, belgesel sevenler için “NTV Belgesel Kuşağı”, sinema koltuğunda gerim gerim gerilmeyi, rahat bir seyire tercih edenler için “LG İle Geceyarısı Çılgınlığı” bire bir. Animasyon türünde Estonya’dan örnekler mercek altında. “Büyüleyici İsyanlar” kuşağında gösterilen Ortadoğu ve Kuzey Afrika bağımsız sinemasından seçmeler ile festivalin popüler havasından sıyrılıp, daha dipleri eşelemek ve belki de harika bir film keşfetmek olası. “Mayınlı Bölge”, artık klasikleşmiş bir kuşak olarak festivalde yer edinen, kışkırtıcı, uçarı ve bazen de provokatif filmlerin, öteki dünyaların tehlikeli bölgesi. Fatih Özgüven’in Joseph Losey filmleri seçkisinden de en az bir film izlenebilir.

Bitmedi! Yönetmen söyleşileri, sinema dersleri, atölyeler, David Lynch’in fotoğraf ve gravür sergisi, sürpriz festival partisi ve Hisar Kısa Film Seçkisi... Sinema adına ne varsa 29. İstanbul Film Festivali’nde. Yakın zamanda Şakir Eczacıbaşı’nı kaybeden İKSV, artık festivalin büyük ödülü Altın Lale’yi, bu kıymetli iş adamı, sanatsever ve fotoğraf sanatçısına adıyor. İyi eğlenceler!

26 Şubat 2010 Cuma

bu sevda bitmez

Hollywood'un en özgün yönetmenlerinden Tim Burton'ın son filmi Alice Harikalar Diyarı'nda, seyirciyi üç boyutlu bir düşe çağırıyor. Bu çağrıya kesinlikle kulak vermeli. Tek yapmanız gereken, çocukken kitap satırlarından takip ettiğiniz tavşanı, şimdi de beyaz perdeden takip etmek ve Alice'in kaderine ortak olmak. Tavşan deliğinden yuvarlanmaktan çekinmeyin ve en az bir çocuk kadar cesur olun.

Alice'in bir buçuk asıra yaklaşan macerası hakkında yeni olarak söylenecek ne kaldı? Alice tavşanı takip eder ("follow the white rabbit": uyumadan önce masal dinlemek veya okula gitmeden önce çizgi film izlemek yerine artık her daim bilgisayar oyunu oynamayı tercih eden yeni kuşağın bunu Matrix'ten çalıntı sanma olasılığı yüzde kaçtır acaba?), tavşanın ardından deliğe düşer; iksiri içerek küçülür ve minik bir kapıdan Harikalar Diyarı'na adım atar... Ancak bir çocuğun (ya da sinestezik bir yetişkinin) aklına düşebilecek kadar güzel hayallerdir bunlar. Tüm dünyada şimdiye kadar onlarca kuşağa dokunmayı başaran bu ölümsüz yazınsal eserin hikayesi bir yana, halihazırda yaşayan en yaratıcı yönetmenlerden biri olan Tim Burton'ın elinde yeniden şekillenmesidir asıl heyecan verici olan.

Bu sanal çizgi harikasında şaşırtıcı olmayan bir şey varsa o da, Tim Burton-Johnny Depp işbirliğinin devam ediyor olması. Bu birliktelik bir kader ortaklığına dönüşmüş durumda. Zira "Alice Harikalar Diyarı'nda"dan önce Tim Burton'ın çektiği beş filmde ("Sweeney Todd", "Charlie and The Chocolate Factory", "Sleepy Hollow", "Ed Wood", "Edward Scissorhands") Johnny Depp'i başrolde ve bir filmde de ("Corpse Bride") başroldeki kuklayı seslendirirken yakalıyoruz. Aralarındaki bağ o kadar kuvvetli ki Tim Burton, Johnny Depp'i oğlunun vaftiz babası yapmış: "Onun hakkında daha ne söyleyebilirim? O bir kardeş, arkadaş, oğlumun vaftiz babası. O, dünyanın sonuna kadar onun için gidebiliceğim ve aynısını onun da benim için yapacağını katiyen bildiğim eşsiz ve cesur bir ruh."

Doğuştan aykırı görünüşüyle Johnny Depp, Alice'in hayal alemindeki rehberi çılgın Şapkacı'ya vücut veriyor. Tim Burton'ın hayat arkadaşı Helena Bonham Carter (bir "Fight Club" her şeyi çözer) ise, Kırmızı Kraliçe rolünde kalburüstü bir performans ve biraz da kahkaka vaad ediyor. Mia Wasikowska adlı genç oyuncu, Alice'e güzel bir yüz olmuş. Bu bilgilendirme faslını aşarken, önemli oyunculara rağmen filmin tartışmasız yıldızının animasyon teknolojisi olduğunu söylemek gerekir. Tüm oyuncu performanslarını gölgede bırakıyor. Öyle ki üç boyutlu gözlükten bakınca gülümseyen kedi ve tikli manyak tavşanlardan iyisi yok. Aslında işin içine üçüncü boyut girince beyaz perde tabiri yetersiz kalmaya başladı. Perde yine aynı perde fakat görüntü perdeye yansımaktan çok perdeden taşıyor sanki. Ortalığa saçılanlar tüm sinema salonunu dolduruyor. Özellikle (tavşan deliğine düşme, Kırmızı Kraliçe'nin canavarlarından kaçma çabalarında olduğu gibi) kameranın hareket ettiği sahnelerde üç boyutun farkına ve tadına varıyorsunuz. Beyaz perde yerine örneğin "görüntü ufku" gibi, üç boyutlu gelişkin görüntüyü çağrıştıran yeni bir jargon bulma ihtiyacı doğduğuna inanıyorum. Üç boyutlu sinema kesinlikle bambaşka bir deneyim. Sinemayı sinemada izlemeye teşvik eden yepyeni bir döneme girildiğinin simgesi. Öncelikle televizyonun, daha sonraki yıllarda ise Internet'in yaygın olarak evlere girmesiyle beraber düşüşe geçen sinemaya gitme ritüelinin, gelişen teknoloji ile yeniden çıkışa geçmesi mümkün gibi görünüyor.

Çocuğunu elinden tutup Alice'e götürmek isteyenler dublajlı gösterimden memnun kalacaktır. Öte yandan seyircilerin büyük çoğunluğunun nostaljik bir Alice hatırasının peşine düşmüş büyükler olacağı göz önüne alındığında, yine de bu eskimeyen klasiği orijinal dilinde izlemek daha harika olurdu. Umalım ki Tim Burton'ın masal anlatma sevdası hiç bitmesin. Düş gücüne üçüncü bir boyut da eklendiğine göre şimdi sinemaya gitmenin tam zamanı.

6 Şubat 2010 Cumartesi

başrolde kamera

Krzysztof Kieslowski'nin nispeten az bilinen filmi "Amatör" (Amator), özellikle TRT 2'de yayınlanan Cuma gecesi sinema kuşağının favorilerinden biri. 1979 tarihli film, ünlü yönetmenin Fransa'da çektiği renk üçlemesinden öte gitmek isteyenler için mutlaka görülmesi gereken bir yapıt.

Evli ve mutlu bir "işçi" olan Filip, yeni doğacak bebeğini görüntülemek için 8 mm'lik bir kamera alır. Önceleri kamerayı basit bir makineden öte bir şey olarak görmeyen Filip, bu metal aletin kudretini yavaş yavaş kavramaya ve gücünü (Frodo'nun yüzüğü misali) ellerinde hissetmeye başlar. Bu güç ona bir yandan yepyeni fırsatlar yaratırken, diğer yandan önceki hayatını, orta yaşına kadar doğru bildiklerini kaçınılmaz olarak yıkacaktır. Bir insanın hayata yüklediği anlamı, ahlakını ve derme çatma felsefesini tamamen yırtıp çöpe atmasını sağlayan bu küçük alet mi yani şimdi? Evet, kesinlikle! Filip: "Evet, önceleri sen ve kızımızla mutluydum. Ama sonra bu bana yetmemeye başladı." Irka: "Peki ne istiyorsun?" Filip: "Bilmiyorum..."

Filmin en özgün yanı, sinema üzerine bir felsefe denemesi olması. Felsefe dediysek öyle "kırk yıl düşündüm ve şunu buldum ey insanoğlu" tarzında yer yer ukala tavırlardan öte daha çok bir iç sesin dış sese dönüşmesi gibi sezgisel bir manifesto. İzlerken Susan Sontag'ın fotoğraf üzerine yazdıklarını hatırlattı nedense. Örneğin, hikayede bir sinema söyleşisine katılan (ve kendisini oynayan) yönetmen Zanussi, neden film çektiği sorusuna karşılık olarak bunun nedenini aslında bilmediğini, bunun bir düşünceden çok bir his olduğu cevabını veriyor. Filip'in komşusu cenaze arabası sürücüsünün ve annesinin hikayeye dahil edilmesi de tamamen sinema üzerine söz söyleme ihtiyacı üzerine kurulmuş gibi. Bir önceki paragrafta yer alan Filip-Irika diyaloğundan da anlaşıldığı üzere önceleri neden film çekmek istediğini bilmeyen Filip, daha sonra bu görüşlerini olgunlaştırıyor: "Ne görürsem onu çekiyorum ve diğer insanların da görmesini istiyorum!" Kendisine ve yakınlarına zarar verme, karısı ile küçük kızını kaybetme pahasına da olsa. Öyle ki Filip, terk edilirken bile parmaklarıyla yaptığı kadraja karısını sığdırmanın derdinde.

Sıradan bir Polonyalının sinemacı olma hevesinin hikayesi ilerledikçe "masum" görüntüsünden sıyrılıp bir Komünizm eleştirisine dönüşmeye başlıyor. Bu eğilimi fark eden fabrika müdürü Filip'i frenlemeye uğraşsa da o, gördüğünü çekmekte ve şekil için yalnızca ön cepheleri boyanan kaldırımları, maliyeti kiremitin fiyatından daha yüksek olduğu için tek bir kiremit bile üretemeyen yeni açılmış kiremit fabrikasının işçilerinin boş kalmamaları için şehir temizliğinde çalıştırıldıklarını anlatmaya kararlı. Hem çekilen dönemin hassasiyeti, hem de yönetmenin derdinin aslında sinema hastalığını anlatmak olması sebebiyle bunun ideolojik bir film olduğunu söylemek yanlış olur. Aslında hikayedeki ideolojik imadan çok 70'lerin ve 80'lerin Doğu Bloğu atmosferinin gelmiş geçmiş en büyük yönetmenlerden birinin gözünden yansıtılmasıdır kıymetli olan. Tek tip apartmanlar, beyaz kapılar, ahşap mobilyalar, duvar kağıtları, ucuz porselenler, uzun yakalı gömlekler, kolyeler, Lada'lar, Moskwitch'ler, Trabant'lar, süt şişeleri... Benim adıma hepsi de artık uzakta kalmış bir çocukluğun soluk hayalleri... Bunların hemen hemen hepsine bir zamanlar benim ailem de sahipti. Film, Polonya'da çekilmişti ama gözlerim açık Bulgaristan'ı izler gibiydim. Kieslowski'nin detaylandırdığı kareler, o dönemde Demir Perde'nin yaşadığı tek tip hayata ilgi duyanları fazlasıyla tatmin edecektir.

"Amatör"ün çekici boyutlarından bir diğeri, yapımın otobiyografik izlenimini vermesi. Bir izlenimden öte bunu bir gerçeklik olarak benimsediğinizi fark ediyorsunuz. Filip'in bıyıklarının altından Kieslowski'yi görmeye çalışıyorsunuz. Bunu, daha önce film ile ilgili herhangi bir ek bilgi olmaksızın, doğal olarak yapıyorsunuz. Bu hissiyatın nedeninin de içinde sinema hastalığı taşıyan insanların, "tıpkı şu sıradan işçinin yaptığı gibi ben de bir gün film çekemez miyim acaba?" diye düşünmeleri olduğunu sanıyorum. Özellikle daha önce birkaç küçük film çekme deneyimi yaşamış olanların Kiesloweski'nin bu sinema güzellemesini daha da çok seveceklerini düşünüyorum.

Filip'in hikayesi, Kieslowski filmlerinden bildiğimiz üzere yerinde ve tadında duygu dalgalanmaları şeklinde akıp giderken, bizi de yanında götürüyor; ama ben daha çok onun ucu açık bitirişlerini, bilakis yeni başlangıçlarını dahiyane buluyorum. Böylelikle çektiği her film, perdeden veya camdan taşıyor, gecelerimize giriyor, biz onu unutuncaya dek günlerce bizimle beraber yaşamaya devam ediyor. Unutsak da bir gün kendisini mutlaka hatırlatıyor. "Amatör"de de yine böyle bir bitiş var: Yeni bir hayatın sabahına uyanan Filip'in ve (artık aleni olmaya yüz tutmuş gizil gücü) kamerasının çalışan görüntüsü...

Ve yönetmenin en güzel sahnelerine dördüncü boyutu ekleyen müzikle beraber jeneriğe geçiş... SON

Not: Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Jenerikten anlıyoruz ki, herhalde Polonya'da doğan her üç erkekten birinin adı Krzysztof ya da Krzysztosz.