14 Kasım 2009 Cumartesi

kısa ve öz özlediklerim (ailem hariç)

-Müzik dinlemeyi çok özledim!

-FM oynamayı özledim (nöbette kafadan transfer bile yapıyorum; seçeceğim takımlar belli: St Ettien ve Genoa- ne yaparsan yap insanın aklını, hayal gücünü kontrol edemiyorsun işte, bu da insanın hiç sönmeyecek umudu olmalı).

-Sokakta avare, flanör takılmayı özledim.

-Öğlene kadar gazete okumayı özledim.

-Film izlemeyi özledim.

-Bir türlü geliştiremediğim satrançta kafa göz yaran, sakar analizler yaptıktan sonra geç yatmayı özledim.

-Ahmet Çakar, Rıdvan Dilmen ve Fenerbahçe'yi, haftasonu yağmurlu bir günde sıcak kalorifere sığınıp maç izlemeyi özledim.

-Bloguma yayıla yayıla yazı yazmayı (özellikle sinema yazısı) özledim.

-Arkadaşlarımı özledim (aslında "-mişim"- ziyarete geldiğiniz için sağolun dostlarım, sizleri seviyorum).

Siz özgür adamlar! Etrafınızdaki herşeyde bir değişim var ama yazık ki farkında değilsiniz. "Hep aynı işte, yuvarlanıp gidiyoruz" diyerek geçiştiriyorsunuz. Ama öyle değil. Kazın ayağı hiç öyle değil canım.

"Carpe diem baby."

Hüzünlendim ve Anathema imdadıma yetişti.


Lost Control - Anathema

Not: Yazık ki şarkıdan yalnızca bir sample imiş. Zamanım yok, düzeltemiyorum. Bir dahaki sefere.

12 Eylül 2009 Cumartesi

kerem cem ile acemilik günleri ve orduya dair ilk izlenimler...

Yemin törenine müteakip (dikkat: askeri jargon) evci izninde olmam vesilesiyle blogumu okuyan tek tük kankalara bir ses vermek isterim. Kısa ve öz olacak.

1- İçeri ilk girildiğinde bir kültür şokudur sarıp sarmalar. İlk zamanlar geçmek bilmez. Komutanlara habire "hocam" diye hitap edilir; omuzdaki yıldızlara, çelenklere, domino taşlarına bir anlam verilemez; bazıları uykusuzluk çeker, bazıları da ilk günden şafak sayar.

2- Toplu halde hasta olunur lakin cânım ordum memocuklara masumane bir revire çıkışı, doğru düzgün bir ilaç tedavisini lüks görür.

3- Askerliğin %80'i beklemek ile geçer(içtima, yemekhane kuyruğu, aşı kuyruğu, kayıt kuyruğu vs.)

4- Öz hiçbir şeydir, imaj her şey. Misal, denetleme sırasında elli bin kere yapılan eğitim general efendilere ilk defa yapılıyormuş gibi takdim edilir.

5- Paşa gelecek diye silsile halinde yusuf yusuf çek(tir)ilir. Albay-> Yarbay-> Binbaşı-> Yüzbaşı-> Asteğmen-> Çavuş -> Acemi Er.

6- Amele yanığı kaçınılmaz. Tecrübeyle sabit.

7- "Vatanî hizmet"e ulvî duygularla gelen yurdum insanları (Trabzonlular dahil), bu işin içinin feci boş olduğunu gördükten 1 hafta sonra vatana, sürekli beyin yıkamaya, hatta "Ulu Önder"e saydırmaya başlıyorlar.

8- Ünlüler, TSK tarafından TSK'nın imajının pazarlanması için kullanılır. Bu husus karşılığında kendilerine her türlü kolaylık sağlanır.

9- Kerem Cem efendi çocuk fakat sesi yaramaz. Nice ünsüz şarkıcılar/ türkücüler Kerem Cem'in sesine alenen bastılar ve muhtemelen ilerleyen günlerde basmaya devam edecekler. Ayrıca paso genç kız hayranları arayıp kendilerini Kerem Cem'in annesi diye tanıtıyorlar. Yemedim ama.

10- Uygun adım yürürken 20 yaşındaki uzun dönemlere söyletilen bir marştan bir parça; faşoizmin dorukları: "Pim pim çek çek, bomba bomba at at/ Pim pim çek çek, bomba bomba at at/ pim çek, bomba at/ pim çek, bomba at... güm güm güm güm güm."

Allahtan "pim çek ele ver" demiyor...

Son söz olarak ayrıca şunu eklemem lazım. Malum pim çekme hadisesi beni şaşırttıysa da eminim dışarıdakileri daha çok şaşırtmıştır. Çünkü bu işi yapabilecek potansiyelde "personeli" bizim kışlada bile gördüm. Lakin haksızlık etmemek gerek, orduda herşeye rağmen çok iyi adamlar/komutanlar da var. Arada kaynıyorlar.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

askere gittim, gelicem yahut bir antimilitaristin kara mizah yüklü kısa dönem maceraları

Sonunda Dr. Strangelove ait olduğu kara komedinin içine girmeye hazır ve nazır... Emret ulan komutan :)

Dönüşte görüşürüz.

24 Haziran 2009 Çarşamba

"sürgün": boşluk üzerine küçük görsel mucizeler


2007 Sonbaharının ıslak bir cumartesi günü her zamanki manasız işler yüzünden ofiste belgeler içine gömülmüşken metroya atlayıp sinemaya, Film Ekimi'ne gittim. O gün orada gördüklerimi unutamıyorum. Saçma hafta sonu mesaisine geri döndüğümde yüzümde gülücükler açtığını görenler sebebini sordular. Onlara muhteşem bir film izlediğimi söyledim. Her ne kadar ikinci izleyişte büyü bozulmuş olsa da Andrey Zvyagintsev'in "Sürgün"ü (Izgnanie), herkes için özel olabilecek kadar güzel.

2003 yılında çektiği ilk filmi "Dönüş" ile adından söz ettiren Andrey Zvyagintsev, önceki filminde olduğu gibi "Sürgün"de de aile kurumunun gizlerini ifşa etmeye uğraşırken, köklü dinsel referanslar ile insan olmak ve mutlu olmak üzerine ağır laflar ediyor. Hem de ağzını bile açmadan! Adem ile Havva'nın yeryüzündeki cennetini yaratmakla yükümlü iki insan birbiriyle konuşmuyor, konuşamıyor. İki zoraki yakın, iki yabancı. Hal böyleyken bir aile olmak, birey olarak mutlu olabilmek, karı-koca yükümlülüklerine indirgeniyor. Sonuç ise, Da Vinci ile sembolize edilen bir cennetten kovuluş.

Güzel Vera'nın (Maria Bonnevie) mutsuzluğunu, Alex (Konstantin Lavronenko) hiçbir zaman fark edemese de izleyici daha ilk sahneden hissediyor. Vera bir kez dahi gülümsemiyor. Küçük kızına "tavşancığım" diyemiyor. Türkler olarak bizler komşularımızdan çok farklı olduğumuza inanırız. Halbuki sınırdan öteye adım atan gözlemcinin karşılaşacağı benzerlikler çok şaşırtıcı olacaktır. Bir o kadar da sevimli. Rus da olsa Türk de olsa fark etmez; özellikle doğu toplumlarının kadın ve erkeğe biçtiği kolektif basmakalıp roller var. Örnek anne-baba olmak, çocuklarını yetiştirildiğin gibi yetiştirmek gibi. İşte toplumun çizdiği bu silik ve fedakar siluetlerin içini doldurmaya çalışmak Vera'yı fazlasıyla yorarken, otoriter baba payesini elinde tutan Alex halinden şikayet etmiyor. Onun için herşey olması gerektiği gibi. Bana kalırsa "Sürgün"ün özgünlüğü, bu iletişimsizlik, uyumsuzluk halini olması gerektiği gibi tavizsiz bir şiddetle vurgulayabilmesinde yatıyor.

Zvyagintsev'in yapımlarından bahsederken, hareketli görüntülerin fotografik estetiğinden söz etmemek olanaksız. İlk sahneden itibaren en ufak detayı bile kaçırmamak için gözünüzü görüntü yüzeyi üzerinde doymaksızın gezdirmek istiyorsunuz. Çoğu zaman sabit kalsa da ara sıra dönen, dolaşan, hareketlenen kameranın gösterdikleri güzellikler sadece biçimsel olarak değil, anlamsal olarak da temelde özenli bir ışık kullanımının ürünü. Örneğin karar sürecinde ailenin üzerinde kara bulutlar dolaşırken, Alex de sürekli alacakaranlığın içinde geziniyor.

20. yüzyılın ikinci yarısından günümüze değin dünyada hiçbir yönetmen Andrey Tarkovski kadar etkili olamamıştır. Tarkovski, yalnızca kurgucu Rus sinemasının seyrini değiştirmekle kalmamış, Sovyet sansürü döneminde başarabildiği birbirinden değerli 7 filmi ile Türkiye dahil (Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu) birçok ülke sinemasına nüfuz etmiştir- son olarak Trier'in "Antichrist"ı Tarkovski'nin bir negatifi gibidir. Ama birçokları tarafından çoktan Tarkovski'nin veliahdı ilan edilmiş Zvyagintsev ile üstadı arasında tehlikeli benzerlikler baş göstermeye başlamış sanki. Taşraya dönme, nefes alma, ruhî boşluk, arayış, ince referanslar ve sonunda her türlü olumsuzluğa rağmen Faust misali sarsılmaz bir inanç ile gelen sevginin zaferi... Tüm bunlar ile yetinilmeyip, Tarkovski'nin "Stalker"ında (1979) kullandığı akan su metaforunun "Sürgün"de de bir gönderme şeklinde tezahür etmesi fazla olmuş. Hatta açılıştaki araba sekanslarından biri "Solaris"in ünlü araba çekimlerini andırıyor. Zvyagintsev'in artık Tarkovski'nin alanından çıkması gerek. Yoksa sonraki filmleriyle birlikte, Tarkovski'nin ucuz bir taklidi olarak görülecektir ki çok yazık olur.

Bu toprakların yetim çocuklarından Bitlisli William Saroyan'ın "The Laughing Matter" (Gülünecek Şey) adlı romanından uyarlanan "Sürgün", filmin sonuna dek saklamayı başardığı gizem ile 2,5 saatlik uzunluğuna rağmen sıkıcılığa düşmüyor. Düşse ne olur ki? Hiç bir şey anlatmasa bile sırf görüntüleri için izlenmeye değer. Kaldı ki "Sürgün" hem öz, hem de biçim (filmi birkaç parçaya bölen harika müziği ve son sahnesi için ayrı bir parantez) olarak nadir rastlanan bir bütünlük vaat ediyor. Başroldeki Konstantin Lovranenko'ya Cannes'da en iyi erkek oyuncu ödülünü getiren "Sürgün", donuk ama tam da bu nedenden ötürü çok sarsıcı bir film.

Önemli not: Zvyagintsev'in ilk filmi "Dönüş", "Sürgün" ile birlikte aynı DVD'de ve şimdilerde yalnızca 4,99 TL! Kaçırmayın!

19 Haziran 2009 Cuma

ilham gelmiyor


Kült nedir?!

Giriş paragrafı için alışılmadık ve saldırgan bir ilk cümle. Onun için soru işaretinin yanına piyangodan bir ünlem koymak gerekti. Satrançta oyunun seyrini değiştiren bir hamlenin yanına konulduğu gibi, bu yazının da seyrini değiştirmesini umuyorum. Zira iki haftadır dardayım, ilham gelmiyor. Bir "Barton Fink" denemesine de yakışan bu değil midir?

TDK, "kült" sözcüğün karşısına üç anlam uygun görmüş: (1) "Din." (2) "Yerel özellikler taşıyan dinî törenler." (3) "Belli bir dönemde aşırı ilgi gören film vb." Yapma TDK. Bu kadarcık mı? Kült üzerine bunca elit lafazanlık "belli bir dönem aşırı ilgi gören film"ler için miymiş? "Down by Law", "Pulp Fiction" gibi yapıtlar nasıl oluyor da geçici bir moda akıma bağlanıyor? Bu durumda biz de bu geçici modanın her daim fanatik müritleri mi oluyoruz?

Merakımızın giderilmesini sadece TDK'ya bırakmayıp (harcatmayıp) süper icat "google" üzerinden biraz daha araştırma yapıyoruz. filmsite.org sitesinde kült filmlerin ingilizce geniş bir tanımı yer alıyor. Mealen: "Kült filmler genellikle kızgın, tuhaf, benzersiz ve karikatür karakterlerin ya da planların yer aldığı tuhaf, alışılmamış, eksantrik, sıradışı ya da gerçeküstü filmlerdir." Ne de olsa içeriden bir bakış. Sözlük tanımlarının soğuk aceleciliğinden eser yok. İşte Barton Fink, gücünü mütemadiyen John Turturro'dan alan Ethan Coen-Joel Coen dayanışmasının ilk dönemlerinden fırlamış, ikilinin şu ana dek Big Lebowski ile birlikte yarattığı en kült karakterlerden biri.

New York'ta bir tiyatro yazarı olarak ünlenmeye başlayan Barton Fink, menajerinin de ısrarıyla Hollywood'un ısmarlama filmlerinden birini yapmayı kabul eder. Bu bir güreş filmi olacaktır. Barton Fink'ten beklenen, kendine özgü halkçı bakış açısıyla gişede fırtınalar estirecek bir duygu seli yaratmasıdır. Sinemadan bihaber olan Fink birazcık zorlanır: "Her zaman yazmanın büyük bir içsel acıdan kaynaklandığını düşünmüşümdür." Barton Fink, birazcık para kazanmak için New York'taki seçkin sanatı bırakıp geldiği California'da büyük bir yazar tıkanıklığı yaşamaya başlar. Barton Fink'i özel ve bir yerde de kült kılan şey aslında konusu, işlediği yazar tıkanıklığı problemidir. O ilk cümleyi yazabilmek için kıvranılan uzun saatler, uykusuz geceler, stres ve çaresizlik... Ve bir süre sonra, artık üretkenliğinin tükenmiş olabileceğini düşünmeye başlayan karamsar yazarın omuzuna tam zamanında konuveren ilham perisi... Hepsi Barton Fink'in sanal bedeninde vücut buluyor.

Ne acayiptir ki sinemanın icat olunduğu devirlerden, ta Lumiere kardeşlerden günümüze değin beyaz perde bir sürü kardeş gördü (bkz: Türk sinemasında Taylan biraderler). Geçen sene "Yaşlılara Yer Yok" ile Oscar'ı kasıp kavuran Coen kardeşler de Amerikan sinemasında özgün bir yere sahip. İlk filmleri "Blood Simple"(1984)dan beri beraber yazdıkları suç senaryolarını çeken ikili, Barton Fink'de de travma tipleri sapık diyaloglar ile süslemeyi becermiş. Yalnızca John Turturro'nun canlandırdığı Fink karakteri değil, tuhaf pazarlamacı Charlie Meadows (John Goodman), okuma yazma bilmeyen zengin Hollywood yapımcısı Jack Lipnick (Michael Lerner), kaba saba, ırkçı stüdyo şefi Ben Geisler (Tony Shalhoub) karakterleri de bu ince taşlamadan nasibini alıyor.

John Turturro yine komik bir yüz ile harika işler çıkarmış. Amerikan filmlerinde genellikle yan rollerde gördüğümüz sık sık karşımıza çıkan gülünç ama çok iyi oyuncu olduğu her halinden belli tipler vardır. Steve Buscemi ("Fargo", "Gizem Treni"), William H. Macy ("Manolya", "Fargo"), Tim Roth ("Ucuz Roman") bunlardan bazıları. John Turturro da bana kalırsa bu cenahı temsil eden en mühim, en entellektüel şahıs. Bir tür dinî lider gibi bir şey- kült lider. Mütevazı bağımsız Avrupa filmlerinde dahi boy göstermekten geri durmayan John Turturro, komik ama hırslı karakterler yaratmayı seven genç yönetmenlerin çalışmaktan gurur duydukları müthiş bir sinemasever. Eblek suratını bu filmde de gizleyemeyen John Turturro, Fink karakterine kendi coşkusunu vermiş: "Ben bir yazarım, sizi gidi canavarlar! Ben yaratırım! Yaşamak için yaratırım! Ben bir yaratıcıyım! Ben bir yaratıcıyım!"

Ethan-Joel Coen kardeşlerin dördüncü işi " Barton Fink ", 1991 yılında Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'nin sahibi olurken, yönetmeni Joel Coen'e En İyi Yönetmen ve John Turturro'ya En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini getirdi.

9 Haziran 2009 Salı

bu da topuz'un kantarı


Mehmet Topuz muamması, Türkiye'deki akıl almaz futbol politikalarını bir kez daha gösterdi. Göstermekle de kalmadı, adeta gözümüze gözümüze soktu. Hafızam beni futbolcuların korsan yöneticiler tarafından kaçırıldığı 90'lı yıllara, daha yenisi 2000'lerin başındaki alicengiz oyunlu, "hülleli" yıllara götürdü. Uçak gibi futbolcu kaçıran yöneticiler ile kural mural takmayıp "Mehmet Topuz Beşiktaş'a hayırlı olsun" ya da "Mehmet Topuz Fenerbahçe'nin malıdır" açıklamaları yapan zihniyetler aynıdır. Ortada bir rant ve inat vardır. Bir nevî "elit" kayıkçı kavgası.

Baştan sona yanlışlarla dolu, baştan kokan bir iş. Mehmet, Aziz Yıldırım'ı arıyor; Kayserispor ile Fenerbahçe anlaşıyor; aynı sıralarda Topuz ile Demirören anlaşıyor; Fenerbahçe bonservisi, Demirören de futbolcuyu alıyor. “Bedenim senin olabilir ama ruhum asla.” Bu yaşananların sırası pek önemli değil, çünkü göstermek istediğim kimin haklı kimin haksız olduğu hiç değil. Göstermek istediğim bir akıl tutulması- bir değil, beş değil, 15 değil... Sonuç: 6 milyon Euro ya da 5,5 milyon+Gökhan Emreciksin. Hani bir söz vardır, "akıl var, izan var" diye. Bir kez daha anladık ki, bu yöneticilerde hiç izan yok (kendi şirketlerini de böyle mi yönetiyorlar acaba?).

Bir Fenerbahçeli olarak oldum olası çok beğendiğim Mehmet Topuz'u artık ben de istemiyorum. Oyuncu mal değildir, mal muamelesi görmemelidir. "Mehmet Topuz artık Fenerbahçe'nin malıdır" gibi açıklamalar bana ters geliyor. Çünkü bu ifadeler gittikçe daha soğuk ve içi boş bir maddiyatçılığın, sunî arz-talep dengesinin hayatın her alanında olduğu gibi sırf ruhunu sevdiğimiz güzel oyunda da yerini sağlamlaştırdığının kanıtıdır. Her ne kadar pratikte işler böyle yürümese de, oyuncular da oynamaktan zevk alacakları takımı (bu takım bir haftada değişmemek kaydıyla) tercih edebilmelidirler. Mehmet Topuz'unki profesyonellikten çok, bir samimiyet sorunudur (akla "fiyat mı yükseltiyor acaba" soruları getiriyor). Kaldı ki bir futbolcuyu, istemiyorsa zorla takımınızda oynatamazsınız.

Mehmet Topuz'u Fenerbahçe'de istemememin manevî sebepleri bir yana, rasyonel sebepleri daha kuvvetli: 5,5 milyon Euro+Gökhan Emreciksin. Dile kolay (bu arada uyanık bir belediyemizin uyanık başkanı da Özer'e 6 milyon Euro istiyormuş; bu izan yoksunluğunu görmüş olmalı, faydalanmaya çalışıyor). Sergen Yalçın ne der hep: Bir oyuncu bu kadar eder mi Ercan Taner? Etmez Sergen Yalçın, etmez. Senin deyiminle "mümkün değil." Ayrıca, Ankaragücü'nde harikalar yarattığı için devre arasında alınan ve Aragones sistemi altında kendisine yalnızca birkaç maçta oyuna sonradan girmek kaydıyla şans tanınan Gökhan Emreciksin'in 6 ay sonra kapıya konulması da gözlerden kaçmıyor. Akıl bu, arada bir de olsa mâkul sorular soruyor. Niye aldınız, ne kadar oynattınız, niye satıyorsunuz?

Aslında Mehmet Topuz transferi şunu imâ ediyor: "Bana o kadar muhtaçsınız ki, 6 milyon Euro'dan aşağı olmaz, olmaz, vallahi de olmaz." Yöneticilerin cevabı şu olmalı: "Olur olur bal gibi de olur." Ama iş inada bindiğinden, "eziklik" kulvarına girdiğinden yöneticiler ne yapıp edip bu ihaleyi almak istiyor. Külfet ne olursa olsun.

İki kulübe de bir önerim var. Bir istisna yapın ve inadı bırakıp Mehmet Topuz transferinden vazgeçin. Sonra da ona vereceğiniz parayı (kendisine verilecek olan paralarla birlikte 10 milyon Euro diyelim) kademeli olarak altyapıya harcayın. Yeni tesisler yapın, farklı ülkelerde sizler için yıl boyu oyuncu takibi yapacak olan bir "scouting" sistemi oluşturun. Belki böylece daha geniş bir Türk oyuncu portföyünüz olur, azıcık sivrilen bir sporcuya dünya kadar para vermek zorunluluğu hissetmezsiniz, yanı sıra Juan Figer ve benzerlerine olan bağımlılığınız da düşer. Bir de bakmışsınız ki kriz size hiç uğramıyor, taraftarlarınızın yüzünde gülücükler, kulübünüzün bahçesinde güller açıyor.

28 Mayıs 2009 Perşembe

"turnusol kağıdı nasıl bişey hocam?"

Gerçi güzel ülkemizde gündem çok çabuk eskiyor kuzum lâkin şu faşizm muhabbeti de Türkiye Cumhuriyeti siyasetini anlamaya çalışan zavallı beyinlerimiz için pek öğreticiydi. Başbakan ne demiş: "Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu... Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi." Ne diyeyim, "bravo" demekten başka. Cumhuriyet tarihi böyle "münferit" olaylarla dolu. Ermeni, Süryani, Yahudi mallarının yıllara yayılan sistematik yağmasından tutun da (geçenlerde Siirtli bir adam- Kürt- dedesinden kalan arsanın Süryani malı olduğunu öğrenmiş, vicdanına sığdıramamış ve arsanın gerçek sahiplerini yıllar sonra İsveç'de bularak iade etmiş), Varlık Vergisi ve 5-6 Eylül olaylarına kadar bir dolu şey var. Akıllara zarar bir Sevgi Erenerol kilisesi olayı var mesela. Neymiş, Atatürk'ün isteğiyle Türkiyeli Ortodokslar bile Fener'deki kiliseye gitmek yerine "milli" bir kiliseye devam etmeliymişler. Sonuç: Saçmasapan bir kadın ve onun komplo teorilerini uslu uslu dinleyen "saygıdeğer" generaller ve general olmayan diğer sert çocuklar (of of of, bu düşüncelerle askere gidersem n'olur hiç bilmiyorum (: ). Haa bir de kilisede elde var sıfır mürit. Tüm bu faşo tabloya darbeler sonrasında göç eden "etnik" insanları eklemiyorum bile.

Başbakan insanının bu çıkışı tutarlı mı orası başka tabi. Seçim ayları yaklaşırken Güneydoğuya inip "ya sev, ya terket" mealinde şeyler söyleyen de Erdoğan'dı. Birkaç ay sonra "azınlıklıkları kışkışladık, fena mı oldu?" diyen de onun sevgili bakanıydı ("nereye bakıyor bu adamlar?"). Buram buram popülizm... Geçen gün babam bir anısını anlattı. Bulgaristan'da yeşil sahalarda top koştururken babama rakipten bir hödük soruyor: "Çingene misin?" Babam da "gururla": "Hayır, Türk'üm." Cevap:" Türkiye'ye git o zaman." Vecdi Gönül zihniyeti işte n'aparsın. Her yerde aynı.

Başbakan "leb" dese muhalefet "lobi" dediğinden, bu sözüm ona itirafa tepki koymaktan da geri durmadılar. MHP Erdoğan'ı tarih bilmemekle suçlarken, CHP de "bir Başbakan kendi ülke tarihini suçlamaz" demiş. Pes, pes, pes...
Süper, süper, süper... Birisi ortanın solu, birisi Turancı. Nasıl oluyorsa yedikleri içtikleri yıllardır ayrı gitmiyor.

Fen kitaplarındaki turnusol kağıdının neye benzediğini oldum olası merak etmişimdir. Bazı kankilerimiz gibi (onlar kendilerini biliyor (:) taa Fen liselerine de gidemediğimden bu yaşıma kadar hiç turnusol kağıdı görmedim ("sen hiç turnusol kağıdı gördün mü anne?"). Gördüysem de hatırlamıyorum. Bu faşizm muhabbeti de Türk siyasetinin turnusol kağıdı gibi. Kim nedir, neyin nesidir, nerede durur, hayat görüşü nedir? Hepsi turnusol kağıdının marifetiyle anlaşılıyor. Kim kırmızı, kim mavi? Kim asidik, kim bazik? Gel vatandaş gel! Bu deney tüpünün içinde her şey var: Faşizm, popülizm, devleti koruma içgüdüsü (devleti korurken kendi sınıfını yâd etme içgüdüsü diyelim), sağın, solun, ortanın, egemen güçlerin birbirine karışması, sıfır hafıza ("Speak, Memory")... Bir tek asker eksik. O da müdahil olmak istiyorsa elini çabuk tutmalı. Ama onun da başında şimdilerde bir mayın belasıdır gidiyor. Vakti yok, n'apsın.

Tüm ülkeyi hava gibi sarmış olan bu aptallık durumu beni hüzünlendirse de çoğu zaman o kadar komik geliyor ki, bazen bir kara mizah filminin tam ortasında yaşadığımızı düşünüyorum. MTK Budapeşte maçında 2. golü yedikten sonra yedek kulübesinde oturduğu yerde alnına bir şaplak atan Rıdvan gibi, şakağıma tokatı yapıştırıyorum. Ve anlıyorum ki gerçekmiş.

Küçükken, annemin babamın ablamın, dahası toptan bütün insanların bana oyun oynadıklarını, bir zaman gelip yüzlerindeki maskeleri çıkarıp "oyun bitti artık" diyeceklerini ve tiyatro sahnesinin perdesini indireceklerini düşünürdüm. Bu çocukça düşünceyi halen gazete okurken, haber dinlerken sık sık hatırlıyorum. Ha-tır-la-tı-yor-lar. İşler gerçek olamayacak kadar komik, ama sanal olamayacak kadar da acı. Tam bir "black humor" anlayacağın. Ankara'dan piyasaya sürülerek tüm ülke sinemalarında kapalı gişe oynuyor.

27 Mayıs 2009 Çarşamba

araf'ta aşk başkadır

Pek bilinmeyen ya da Türkiye'de gösterime girmeyen ama DVD piyasasından rahatlıkla temin edilebilecek olan iyi filmleri takip etmek ayrı bir zevk oldu. Genelde bağımsız filmler kategorisine düşen bu yapımlara, DVD reyonunda güzel ve şanlı bir filmi hararetle bulmaya çalışırken gözünüz takılabilir. Bir takılır, iki takılır. Üç derken, DVD kapağından size gülümseyen figüre aşina olmuşsunuzdur. Ertesi sefer şansınız yok, alıverirsiniz. İşte uzun süredir gözüme ilişen, aklıma düşen "Bilekkesenler: Bir Aşk Hikayesi"ni sonunda izleyebildim.

Hırvat yönetmen Goran Dukic'in ( muhtemelen- kısa özgeçmişindeki diğer filmleri görmedim) en önemli filmi olan "Bilekkesenler"(Wristcutters), "Kneller’s Happy Campers" isimli bir kısa öyküden uyarlanmış. İntihar edenler için öteki tarafta ayrı bir mekan olsa acaba nasıl olurdu? Harika bir fikir! Mutsuz aşıklar, kaderinde intihar olanlar (genlerinde yazılı çünkü- bkz. bir çağrışım: Ernest Hemingway), memleket hasreti çekenler, yanlışlıkla ölenler, Arap intihar bombacıları... Hepsi bir yerde, hepsi bir çöplükte. Burası bir tür Araf. Mutsuz aşıklar safında yer alan Zia (Patrick Fugit), eski sevgilisi Desiree'nin (Leslie Bibb) yokluğuna dayanamayıp canına kıymıştır. Lakin, öteki tarafta da mutluluğu yakalamaz (nasıl yakalayacaksa?). Günlerden bir gün her zamanki gibi barda depresif takılıp birasını içerken tesadüf eseri "avlanmakta" olan Eugene (Shea Whigham) ile tanışır. Katıksız bir Rus olan Eugene ile bir yol macerasına atılırlar ve yanlışlıkla ölen (dikkat: güzeller güzeli) Mikal (Shannyn Sossamon) ile tanışırlar.

İntihar edenlerin hapishanesi konumundaki mekanın anlatımını güçlendirmek için filmin renkleriyle oynanmış (soluklaştırılmış), insanlar gülmekten mahrum edilmiş, önemsiz mucizeler düşünülmüş, yol kenarlarına terk edilmiş nesneler serpiştirilmiş, metruk bir eski lunapark bulunmuş ve Kneller'ın şu ünlü kampı da oraya kurulmuş (bu arada Kneller rolünde bağımsızların gönül babası Tom Waits var). Bu açıkhava dekorasyonu, solgun renkler ile birleşince başarılı bir Araf atmosferi oluşturulmuş. Filmin yine Tom Waits imzalı müzikleri de gayet başarılı. Fakat, filmin akışı ve karakterler konusunda bazı sorunlar olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

Amerikan bağımsızlarını genel olarak seviyorum. Jim Jarmusch'un hastasıyım. Tarantino'nun zıvanadan çıkmadığı günler heyhat ne güzel günlermiş. Lakin, her Amerikan bağımsızının bu özgün adamlara öykünüp her filmi, bir yol hikayesi formülüne şartlaması olacak iş değil. Fikir olarak bu film gerçekten harika başlıyor. Tom Waits'in buğulu müziği eşliğinde melankolik metronomlar hesabı ne güzel tın tın sallanıp gidiyoruz. Soluk renkli bir depresif dünya kurgusu da gayet hoş bir bütünlük katmış. Zia, Eugene'in geyiklerine katlanıp Desiree'yi özlüyor vs. Derken filmin akışına hiç uymayan bir şekilde aniden yolculuğa çıkılıyor. Sonra da gelsin hareketli müzikler eşliğinde araba sekansları, birbirine hemencecik ısınmış sunî kafadarlar, "heeey bakın Amerika ne kadar da büyük, gez gez bitmiyor mübarek" güzellemeleri. Bunlara hiç hacet yoktu. Filmi izledikten sonra bu kopukluğun nedenleri üzerine düşünürken çıkarılmış sahneler imdadıma yetişti. Karakter olarak Eugene, başroldeki Zia'nın önüne geçmesin diye olsa gerek Araf'taki ilk günler oldukça kırpılmış. Bu da ritim bozukluğu yaratıyor. Yakalanılan güzel fikrin daha çok işlenmesiyle çok daha güzel bir film olabilecekken "Bilekkesenler", bütünlüğü sağlayamadığından biraz güdük kalıyor.

Kurgudaki acımasızlıklardan Zia gibi "hassas" bir çocuk bile şıpsevdi konumuna düşmüş. Mikal'i gören Zia, (tamam haksız da değil ama) Desiree'sini unutuveriyor. Halbuki Zia onu o kadar özlüyordu ki, bir kez intihar etmek bile kesmemişti. Araf'ta Zia'yı bir daha intihar etmekten alıkoyan tek şey, bu sıkıcı yerden daha sıkıcı bir yere düşme ihtimalinden korkmasıydı. Desiree'ye bu kadar karasevdalı olan Zia onu gördüğünde daha duygusal davranabilirdi. Temel olarak Zia karakterinde bir sorun var. İzlerken Rus olduğundan bir gıdım bile şüphe etmediğim Eugene'e hayat veren Floridalı Shea Whigham'ın kalburüstü performansı da Zia karakterindeki sorunu belirginleştiriyor.

DVD'yi edindikten sonra içerisindeki ekstralar kısmında öykünün uyarlanışı, tüm bağımsızlarda en büyük dert olan para bulma sıkıntısı, çıkarılmış sahneler ve "storyboard" gibi detayları bulabilirsiniz. Özellikle "storyboard" eklentisi bir sinema dersi niteliğinde. Bir filmin kağıttan görüntüye akış serüvenini merak edenler için, ilgili "storyboard" filmden seçilmiş uzun bir sekansın üstüne bindirilmiş. Çok da güzel olmuş.

Bir dolu faydalı ekstra ile yüklü olan "Bilekkesenler" DVD'si şu sıralar yalnızca 4,99. Eğlenceli bir film. Tavsiye olunur.

7 Mayıs 2009 Perşembe

hak eden mi kazandı?

Messi'yi dünya sahnesine çıkaran, Ronaldinho'nun "pis burun" golüyle biz futbolseverleri kantinde çığlık attıracak kadar heyecanladıran 2006 yılındaki muhteşem seriden sonra, yeni Barça-Chelsea eşleşmesinin de benzer bir heyecan dalgası yaratacağını umuyordum. Tam olarak beklediğim gibi olmadı. Fakat tümüyle sönük geçtiğini söylemek doğru değil. 180 dakikaya eşit dağılması umut edilen coşku, ikinci maçın uzatmalardaki son üç dakikasına sığdırılmış gibiydi.

Umutların tükendiği, 10 kişi kalmış Barcelona'ya karşı Chelsea'nin ceza sahası içerisinden başlatarak kurduğu sath-ı müdafaanın aşılamaz göründüğü uzatma dakikalarında, Iniesta'nın kaleyi tutan tek şutu gol oluverdi. Gol sevinciyle saha kenarından depara kalkan Guardiola'yı sevinç sarhoşluğundan uyandıran öğrencisi Sylvinho oldu. Guardiola'yı kolundan yakalayıp, zaman kazanmak ve Abidal'in boşluğunu kapatmak adına kendisini oyuna alması için ısrar eden Sylvinho'nun kulübüne adanmışlığını ve profesyonelliğini izlemek ayrıcalıklı bir deneyimdi. Oyuncu değişikliklerinden sonra dâhi Chelsea, gol atma fırsatlarını yakalamayı başardı. Petr Cech'in ileriye çıktığı son korner atışında, seken topa vuran Ballack'ın topu, ceza sahasının içinde Toure'nin eliyle buluştu. Öfkeyle hakeme koşan Ballack'ın, Ovrebo'yu ayağının altına almamak için kendini güçlükle kontrol edişini izledik. Haksız da sayılmazdı.

Dikkat: Tüm bu anlatılanlar üç dakika içerisinde yaşandı. O yüzden karşılaşmaya damga vuran bu son üç dakika, iki maçta da bünyelerde sıkıntıdan mütevellit baş ağrılarını gideren bir adrenalin hapı işlevi gördü. Peki dün akşam geriye kalan 90 dakikada neler oldu? Gerek ilk maçta olsun, gerekse dün akşam olsun Chelsea, savunmada kalarak tur vizesini almaya çalıştı. Nitekim turu geçemese de, Barcelona'nın rüzgarını kesmekte başarılı oldu. La Liga'da rakip ağlara ortalama olarak her maç 3'ün üzerinde gol atmayı başaran Barcelona, Chelsea'ye iki maçta yalnızca 1 tane atabildi. İkili mücadelelerin hemen hemen hepsinden galip çıkan Chelsea'li oyuncular (androidler), daha dört gün önce Real'i aşağılayan altın çocuklara her seferinde yeri öptürmeyi başardı. Öyle ki, Lampard ile, Ballack ile, Essien ile omuz omuza topa girme gafletinde bulunan Barcelonalılar kağıt gibi ezildiler. Bu minvalde başlayan ve süregiden maçın başında tipik bir Chelsea (şans değil alınteri; ama sinir bozucu hakikaten) golü ile öne geçen Maviler, safları daha da sıklaştırdı. 10. dakikadan itibaren İspanyolların çaresiz çırpınışlarını izledik. Öyle ki, sonlara doğru Guardiola'nın Guus Hiddink'e sarıldığı sahne çaresizliğin ve verilen iddialı demeçlerden ötürü bir utanmanın fotoğrafıydı. Bir gece önce Manchester United'ın yaptığı gibi Chelsea, kontra ataklarla farkı artırabilir; "muhteşem" Barcelona'yı çok feci üzebilirdi. Ama maçın kırılma anı, belki de Abidal'in gördüğü kırmızı karttı. Rakibin bu eksikliği, 66. dakikaya kadar müthiş bir konsantrasyon ile oynayan Chelsea'ye bir rehavet vermiş olabilir mi? Kesinlikle. Özellikle Drogba ile yakaladıkları fırsatları gole çeviremediler ve bu rehaveti çok ağır bir bedel ile ödediler.

Norveçli hakem Ovrebo'nun katkısı da yadsınamaz doğrusu. Muhtelif pozisyonlarda voleybol oynayan Barcelonalıları (Pique maçtan sonra itiraf etmiş) tek bir penaltı ile bile cezalandırmaması gerçekten hayret verici. Belki de gönlü kaymıştır.

Peki turu kim hak etti? Sevgili Ercan Taner ve birçok futbolsevere göre tüm sezondaki performansa bakıldığında turu Barcelona'nın geçmesi gerektiğinde bir fikir birliği var. Lâkin (her ne kadar oldum olası hazzetmesem de) Chelsea'nin hakkının yenmesi hoşuma gitmiyor. Rakiplerine her hafta iki ters, bir düz yapan Barcelona'yı iki maçta da durduran; onları Joga Bonito yapmaktan alıkoymakla kalmayıp, özellikle ikili mücadelerde ve hava toplarında üzerlerinden çiğneyerek geçen Chelsea'nin gösterdiği (can sıkıcı da olsa etkili) performansla bu turu hak ettiğini düşünüyorum. Tabî, köşe bayraklarına gidip zaman geçirmek yerine, gol atmaya çalışmanın çoğu zaman daha iyi bir seçenek olduğunu artık öğrenmişlerdir.

Chelsea için Şampiyonlar Ligi'ni kazanmak bir ütopyaya, bir fetişe dönüşmeye başladı. Her sene tekrarlanan hüsranlarla kupa onlardan git gide daha çok uzaklaşıyor.

3 Mayıs 2009 Pazar

aşağılamak


Barcelona'nın dün gece Real Madrid'e yaptığının ingiliz jargonunda bir adı var: "Humiliation." Yani kaba bir çeviriyle "aşağılama." Küçük düşürmek, gururuyla oynamak, onur kırmak, yüzüne tükürmek, yanağından makas almak, hatta yanağından makas almakla kalmamak... Ne dersek diyelim dün akşam Barnebau'da bir futbol maçından öte bir şey vardı. Sanki Real Madrid, küçükken bizim mahallede büyüklere karşı oynadığımız zamanlardaki kadar çaresizdi. O "küçük" olma duygusu öyle ağır bir duygudur ki, hiç büyüyemeyecek, şimdinin büyüklerine haddini hiçbir zaman bildiremeyecekmişsiniz gibi gelir. İşte o tür bir acizlik duygusu içerisindeydi Franco'nun takımı (Iniesta'nın ikinci yarıda Gago'ya attığı bir çalımdan sonra, Gago'nun oyunu bırakmak ister gibi yaptığı jestleri hatırlayalım). Büyük Franco'nun kemikleri sızlamış olabilir. Oh olsun...

Real Madrid'i bir kenara bırakıp Barcelona'ya dönmeliyiz. Zira asıl cevherler orada. Oynadıkları sistemden bahsetmeden evvel, kurdukları takımın oyuncu yapısını analiz etmekte fayda var. 2006 yılında onları hem Avrupa'da, hem de ligde zirveye taşıyan Ronaldinho gibi problemli bir isimden (dikkat yine bir Brezilyalı, tesadüf olamaz) kurtulma yolunu seçtiler. Bu hamle ile bir taşla üç kuş vurdular. Böylece hem piyasası düşmeye yüz tutmuş Ronaldinho'dan iyi bir gelir elde ettiler, hem takımdaki sorunlu dokuları temizlediler, hem de altyapıdan gelen (Bojan gibi) yetenekli gençlerin önünü açtılar. Gönderilen bir diğer isim de gerek oyun stiliyle, gerekse tipiyle Ronaldinho'ya çok benzeyen Giovanni dos Santos idi. Eto'o da gönderilmesi düşünülen isimlerden biriydi. Fakat Barcelona ona bir şans daha vermeyi seçti. Şimdiye dek ligde attığı 23 golü düşününce, bunun ne kadar doğru bir karar olduğunu anlıyoruz. Başarısız geçen bir sezonun ardından Barcelona'nın Rijkaard ile yollarını ayırmasından sonra altyapı sorumlusu Guardiola'yı göreve getirmesi, takımın geleceğinin altyapıda aranmasının kararlaştırılmış olduğunu kanıtlıyor. Nitekim Guardiola'nın gelişinden sonra Bojan Krkic, Sergio Busquets, Caceres gibi genç isimler daha çok oynama fırsatını buldular (ligimizdeki büyüklerin aksine!).

Dün gece Real Madrid'i perişan eden çekirdek kadronun küçük yaşlardan itibaren Barcelona için ter döken isimler olması dikkat çekici. Xavi, Iniesta, Puyol, Messi ve hatta (Manchester United'a gitmeden önce Barcelona'nın genç takımlarında serpilen) Gerard Pique'nin ortak özellikleri altyapıdan gelmiş olmaları. Barcelona'nın, oldum olası vasat bir kaleci olan Victor Valdez'i takımda tutma isteği kendi yetiştirdiği bir isim olması ile ilgili mi acaba? Ben böyle olduğuna inanıyorum. Victor Valdez örneğini de işin içine katınca, Barça'nın başarıya giden yolda altyapıya dayalı bir futbol modelini uygulamaya koyduğu sonucu çıkıyor.

Barcelona gibi istediği her futbolcuyu transfer edebilecek bir takımın, böylesi "riskli" ve sabır isteyen bir modele yönelmiş olması gerçekten de çok ironik. Madrid'liler yeni bir Los Galacticos için hazırlanıyorken, Katalanlar futbolun içine ruh katıp kulüp için simge isimler yetiştirmek peşindeler. Xavi, Iniesta ve Puyol'un Barcelona için transfer düşünmeksizin yıllardır oynamaları (transfer piyasasında adları dahi anılmıyor), Messi'nin daha geçen günlerde uzun yıllar Barcelona için oynayacağını beyan etmesi Barcelona ülküsünün, futbolcular tarafından da benimsendiğini gösteriyor. Bu türden yüksek karakterli oyuncuların bol pas yapan etkili bir sistemle birleşmesi, dün gece tüm şiddetiyle tezahür eden "ütopik" futbolu yaratıyor. Adeta bir uzay takımı...

"Parayla saadet olmaz" derler. Bu sözün ne kadar doğru, ne kadar yanlış olduğunu önümüzdeki sezonlarda daha berrâk bir biçimde göreceğiz sanki. Allah ligimizin büyüklerine akıl, ihsan eylesin. Âmin.

29 Nisan 2009 Çarşamba

istanbul'a veda etmeden önce söylemeden geçemeyeceğim şeyler

Celaleddin Cerrah... Ne demiş burma bıyıklı abimiz: "Onlar da kızlarına sahip çıksaydı"! Hakikaten şu an küfretmiyorsam, sansürcü devletimizin mütevazi blogumu izleyip bir şekilde bana haddimi bildirmesinden korktuğum içindir. Yoksa "Emniyet" Müdürümüz şoven milliyetçi Celaleddin, okkalı bir küfürü bayağı hak ediyor. Vahşice kafası kesilerek öldürülen kızın babası ise buna karşılık "talihsiz bir açıklama" demiş. Talihsiz falan değil amca. Seviyesizlik tezahürü, zihniyet fışkırması, örümcek ağları... Adamdan hesap soracağına, kalkmışsın bir de adama hesap veriyorsun "benim kızım eve geç gelmezdi" falan diye. "İşini yapsana, adamı yakalasana ulan" diyeceğine. Böyle bir emniyet müdürüyle kendimizi daha emniyetli hissedebilir, rahat rahat uyuyabiliriz artık. Uykuda uslu uslu vurulabilir, çelik kapı takmadığımız için ölü halimizle suçlanabiliriz de. 23 Nisan'da yerini kız çocuklarına vermekle olmuyor "son yeniçeri" Celaleddin. Kadınları ikinci sınıftan gördüğünü, dizlerini kırıp evde oturmaları, çocuk doğurup Türk milletine şanlı askerler yetiştirmekle görevli olduklarını düşündüğünü saklayamıyorsun. Saklama ihtiyacını duymuyorsun. Şoven, faşist ve üstelik pişkinsin!

İlker Başbuğ... 2,5 saatlik basın toplantısı bir asker klasiği. İçinde yok yok: Kanlı canlı silahlar, Ergenekon davası fikirleri, Azerbaycan-Ermenistan sorunu, bedelli askerlik, Afganistan, Obama... Gazeteciler karargaha koşturmuş, en güzel soruları sormak için el pençe divan, bir saygı/sevgi hâlesi içinde komutanlarının huzurunda bulunmaktan kıvanç duyuyorlar. Anneeee, bu adam başbakan mı? Eyvah yine darbe mi oldu? Benim niye haberim yok?

Muammer Güler... Kısa keseceğim. Hey Muammer Muammer, bir kerecik de olsa her şeyi boşver ve devlet babayı her daim koruma işini bir kenara bırakarak, vicdanına sığınıp "evet, Bostancı'da yanlış yaptık; polis yetersiz ve hatalıydı; gerekli tedbirleri almadı; masum bir çocuk öldü, kötü yönetilmiş bir operasyondu" desen ölür müsün?

Yalancı Bakan... Kayıp deniz fenerini bulup muhtelif yerlerini aydınlatmak üzere kullanmanı öneriyorum. Tercümeye gerek yok, aklın yolu bir.

maurinho'nun işleri bunlar

Porto, 2000 senesinde Jardel'in Galatasaray'a satışından (küçük Uzan'ın şaibeli katkılarıyla) astronomik bir gelir elde etti. Sonrasında yeni bir yapılanmanın temelleri atıldı. 2002 yılında Jose Maurinho başa getirildiğinde henüz kimse bir devrimin gelmekte olduğunu bilmiyordu. Jardel'in hayırlı gidişinden sonra kadroya dahil olan Maniche, Pedro Mendes, Costinha, Carlos Alberto, Paulo Ferreira, Derlei gibi isimler, halihazırda bulunan Deco, Carvalho ve emektar Jorge Costa'ya katılınca, Maurinho'nun önderliğinde ortaya süper bir karışım çıktı. Sonuç: Lig şampiyonlukları, UEFA ve Şampiyonlar Ligi kupaları.

Maurinho'nun, sonrasında Chelsea yıllarında sürdürdüğü başarının sırrı, yalnızca 4-3-2-1 sistemini ölümcül bir silah haline getirmekten ibaret değildi. 2000'li yıllarda güçlü bir orta saha yaratmanın önemi ortaya çıktı. 80'lerden ve çok daha eskilerden süregelen, Maradona'nın, Zico'nun, Platini'nin, Ronaldo'nun rakipleri takır takır ipe dizdiği günler artık geride kaldı (işte bu yüzden Messi'ye saygımız büyük). Futbolun nârin seyri değişiverdi. Sahada (klişe tabirle) oyunun iki tarafını da oynayabilen fazla gelişmiş uzaylılar türeyiverdi. Porto'da Pedro Mendes, Maniche, Costinha ile başlayan fiziksel açıdan mukavemetli orta saha kurma geleneği, Chelsea'de Essien, Lampard, Ballack, Makelele ve Inter'de Cambiasso, Stankovic, Patrick Vieira, Muntari, Zanetti gibi androidler ile iyice çığrından çıktı. Kaldı ki 4-3-2-1 sisteminde bu güçlü orta alan, ileri uçtaki kuvvetli bir uzun (bkz: Porto yıllarında nispeten Derlei, Chelsea'de Drogba, Inter'de "sihirbaz" Ibrahimovic) ve yine tercihen kora kor oyunda ayakta kalabilecek iki ters ayaklı/hızlı kenar oyuncu ile (Porto'da Deco, Chelsea'de Joe Cole, Inter'de Mancini gibi) destekleniyor. Ortada Maurinho'nun yarattığı bu kadar başarılı örnekler dururken, hatta bu takımlar her hafta canlı canlı televizyonlardan izlenebiliyorken, bu kanıtlanmış formülden feyz almamak ayıp olurdu. Nitekim Sivasspor da böyle yapmış olmalı. Benzerlikler çok. 

Cumartesi günkü maçın 11'ine bir göz atalım. Defansı pas geçip orta sahadan başlarsak orada İbrahim Dağaşan, Sezer Badur, Murat Erdoğan'ı görüyoruz. Bu oyuncuların ayakları ve vücutları düzgün. 4-3-2-1'in 3'ü bu oyuncular mı acaba? Herve Tum her ne kadar bir forvet oyuncusu olsa da Mehmet Yıldız'ın gerisinde durduğundan zaman zaman kenar oyuncusu olarak işlev görüyor. Bülent Uygun, Tum'un yerine Balili, Kamanan ya da Muhammed Ali ile de oynayabiliyor. Sağ tarafta ise Musa Aydın vazgeçilmez. Musa ile birlikte rakibe göre seçilen Tum, Kamanan veya Balili'den biri (fiziğe gel) 4-3-2-1'in 2'sini oluşturuyor olabilir mi (4-4-2'ye de kolayca dönebilen bir sistem olduğunu aklımızda tutalım) ? İleride ise Mehmet Yıldız yalnız oynuyor. Atılan topları tutup geriden gelenlere servis ediyor. Trabzonspor maçında ileriye doğru koşularını inatla kesmeyen Hayrettin, Abdurrahman Dereli ve Musa golleri aynen böyle attılar. Drogba'nın etrafında dönen çembere giren oyuncular da gollerini böyle sıralamıyor muydu? Tanıdık gelmiyor mu? Üstüne üstlük sadece sistem değil, bahsettiğim oyuncuların fiziksel yapısının benzerliği de göze çarpıyor. Sağ bekteki Abdurrahman bile normal değil!  

Özet olarak, kuvvetli oyuncuların futboldaki yükselişi, 2000'li yıllara damga vuran dünya çapında bir vâkâdır. Turkcell Süper Lig'deki yerini alışı birkaç yıl geç kalsa da, değişimi getirmesi bakımından ümit vericidir. Bülent Uygun, Maurinho'nun oluşturduğu bu sistemi mi örnek aldı kesin olarak bilemiyorum fakat aradaki benzerlikler dikkate değer. Fizikî mukavemete yapılan vurgu hiç değilse Lincoln, Delgado, Alex, Yattara gibi büyüklerin pek sevdiği demode oyuncu tiplerinin nihayet sonunu getirmesi açısından hayırlı olabilir. 

Maurinho'nun oluşturduğu model artık yeni sayılamaz. Hatta eskimeye başladı denebilir (Inter özellikle Şampiyonlar Ligi'nde beklenen başarıyı yakalayamadı). 2010'lu yıllarda Barcelona'nın önderliğinde çok pas yapan yeni bir İspanyol devrimine doğru gidiyoruz.

27 Nisan 2009 Pazartesi

çöplük

Fenerbahçe'nin "unutulmaz" derbi sonrasında peşi sıra puanlar kaybetmeye başlaması sürpriz değil. 27. haftanın öncesinde de kötü futbolunu kötü sonuçlarla taçlandırmayı başaran Fenerbahçe'nin, son haftalara kadar havlu atmamasının esas sebebi rakiplerinin de en az kendisi kadar Anadolu diyârında puanlar bırakmasıydı. Türkiye'nin futbol alanında en büyük finansal gücünün haftalar öncesinden hedefsiz kalmasından sonra, Kadıköy'de bile puan kaybetmesini beklemek yanlış değil. Ancak, kendi evinde bu kadar kolay yenilebilecek kadar kötü olabileceğini beklemiyordum. 

Kötü giden, kötü sonuçlanan bir sezonun değerlendirmesini yapmak nispeten kolaydır. Lâkin, şahsım adına Fenerbahçe'den ümidimi yapılan yetersiz transferler (ve gönderilmeyen futbolcular) sonrası Ocak ayında kestiğimi; Türk milletinin kronik hafıza sorunundan faydalanan bazı uyanık (resmî) spor yazarları gibi çark üstüne çark etmediğimi belirtmek isterim. Peki Fenerbahçe'de neler oldu, neler değişti? Bu soruya kıssadan bir cevap vermek hiç de kolay değil. Uzun uzun açıklamak, sesli düşünerek yazı dilinde beyin fırtınası yapmak gerekiyor.

Kimilerinin sandığının aksine en büyük fark yalnızca Mehmet Aurelio değil. Fenerbahçe'nin büyük bir kimya sorunu var. Geçen hafta top oyundayken yaşanan Uğur Boral-Deivid anlaşmazlığı bunun çok basit ama etkileyici bir tezahürü idi. O pozisyonda Deivid'in "arkamdan geç" demek istediğini anlamak için futbol oynamak bile gerekmiyor. Futbolcular birbirlerini anlamıyor, anlayamıyor; futbolun ortak dili ile dâhi birbirleriyle iletişim kuramıyorlar. Hatta bana öyle geliyor ki, (bırakın sevgiyi) birbirlerine saygı bile duymuyorlar. Bu ayyûka çıkmış iletişimsizlik, Güney Amerikalı vurdum duymazlığı ve Türk kendini beğenmişliği ile birleşince ortaya futboldan çok komik görüntüler çıkıyor. Geçen yıl Avrupa'da yaşanan çok başarılı bir sezonun ardından, bu kimyasal bozukluğu yaratabilmek ise ayrı bir marifet doğrusu. 

Fenerbahçe'yi bu duruma sokanın bir ruh problemi olduğu fikrine katılmakla beraber, geçmiş yıllarda Tuncay (ve beğenilmese de Ümit Özat) ile birlikte anılan Fenerbahçelilik duygusu da esasen yanıltıcıydı. Bu isimlerin Fenerbahçe'ye olan adanmışlıkları, planlı olmaktan öte tesadüfî idi. Sayıca yetersiz olmaları bir yana, özverili bir büyü taşıyan bu oyuncuların bir araya gelip Fenerbahçe için top koşturmaları belirli bir transfer politikasının ürünü değildi. Fenerbahçelilik tutkusunun sahadaki görüntüsü, hiçbir zaman yalnızca Tuncay'a eşit olmamalı. Bir veya birkaç (ruhanî) lideri destekleyen kişilikli oyuncuların çokluğu başarının anahtarı. Örneğin Barcelona'nın altyapıdan yetiştirdiği Puyol, Xavi, Iniesta ve "en zayıf halka" Valdez gibi isimler bu türden bir işlev görüyorlar (Messi, Bojan gibi yabancı uyruklu altyapı yıldızlarından bahsetmiyorum bile). Aynı doğrultuda verilen Galatasaray örneği önemli olmakla birlikte, daha güncel olan Sivasspor başarısı da bu savı doğruluyor (lütfen artık Sivasspor'a da bir başlık açılsın: Şampiyon adayları anketlerinde 15 hafta sonra halen, "cıkkk, şampiyon yapmazlar" tadında Sivasspor'un en aşağılarda çıkması hayret edilesi ve üzerinde konuşulması gereken bir olgu). 

Her sportif başarılısızlıkta işler, dönüp dolaşıp Fenerbahçe'nin (olmayan) transfer politikasında kilitleniyor. Bu noktadan tümevarıp, işleri yönetim katında ele almak oldukça gerekli. "En doğrusunu ben bilirim" diyerek dışavurulan güç kullanmak tutkusu (ing. bkz: "control freak"), kontrolsüz olunca çok pahalıya patlıyor. Kayıp yıllar, harcanan yetenekler, ağlayan taraftarlar... Trajedi üstüne trajedi. Daum dönemindeki (ve tabî ki Daum'un yarattığı) Appiah-Aurelio-Tuncay gibi efsane bir ortasaha örgüsünden geriye, bu büyük oyuncuların yedek kulübesindeki muadilleriyle sözleşme yapmak için gösterilen anlamsız heves kalmış. Ve bu heves can sıkıyor. Çünkü forma hakikaten ucuzlamış. Anelka, van Hooijdonk ve (yine çoğu zaman yedek) Nobre'den geriye, Güiza, Kazım Kazım ve (taraftar dahil) kimseye yaranamayan Semih kalmış. Tuncay gibi komple bir oyuncunun yerini, çizgide sadece gitmeye (dikkat! Gidip gelmeye demiyorum) ve afraya tafraya meraklı Uğur Boral almış. Büyük Fenerbahçe yönetimince vazgeçilmez görüldüğünden, imza atmaması olasılığı nedeniyle Fenerbahçe aşkıyla dolu hassas yüreklerde kalp çarpıntısına yol açan, yapısı gereği her modern sistemi bozan, yılların biraz daha yıprattığı Alex de yine elimizde kalanlardan. Bu güçlü erozyona, Emre Belözoğlu (işi: Edu ile Lugano arasına girip R. Carlos'a pas atmak),  Burak Yılmaz (işi: çalım atmaya çalışıp yere düşmek), Josico (henüz bir işi yok) gibi kadroya yeni katılan artistik/fantastik isimleri de ekleyince Kadıköy'de "amansız" bir çöp dağı yükseliyor. Bu çöp dağında feci bir metan gazı patlamasını engellemek için, çöplüğün kontrollü tahliyesi gerekli. 

Bu tahliye işleminin yapılış biçimi çok önemli. Sezon başında büyük ve (İspanya gibi top oynayabilmek gibi) uçarı ümitlerle transfer edilen Luis Aragones ile yollar ayrılmalı. Bu türden kafatası avcılıklarını hiç sevmemekle birlikte, bu fikrin çok basit bir dayanağı var: Aragones'in uzun vadede çalışılamayacak bir isim olmasının âşikar olduğu. Bu durumu, emekli olmak üzereyken Fenerbahçe tarafından görevlendirildiğini beyan eden Aragones'in kendisi de itiraf etmişti. Görüldüğü gibi uzun vadeli planlama açısından bakıldığında teknik direktörün yaşı pekâlâ sorun olabiliyor. Manchester United'ı bir efsaneye dönüştüren Sir Alex Ferguson (nâm-ı diğer Fergie), Auxerre'i 44 yıl çalıştıran Guy Roux gibi isimler takımlarının başına geldiklerinde 70 yaşında değillerdi.

Guy Roux biraz uç bir örnek olmakla birlikte Türkiye standartlarında en azından 5 yıllık planların devreye girmesinin zamanı artık gelmedi mi (Sivasspor kendi planının 4. yılını yaşıyor sanırım) ? Fenerbahçe yeni teknik direktörünü seçerken adaylarını vizyonu, hedefleri açık ve belli olan bir taslak plan ile birlikte ziyaret etmelidir. Sonra da bu planın uygulanışını teknik direktörüne devredebilmelidir (yeri gelmişken bu yeni teknik direktörün, Sergen Yalçın'ın da zor alınan referansıyla Lucescu olmasını istediğimi belirtmeliyim). Her ne kadar doğamız gereği sabırsız karakterde insanlar olsak da, sürdürülebilir başarı ancak böyle mümkündür. 

15 Nisan 2009 Çarşamba

"Türk futbolcusu duygusaldır"

Türkiye futbol tarihinde yaşanan veya yaşatılan her mantık dışı olaydan sonra, şu klişe cümlenin tekrarlandığını duymayan var mı? "Türk futbolcusu duygusaldır." Bu cümleden yola çıkarak akla yakın soruları sormaya ve kendi futbolumuzu analiz etmeye başladığımızda, çok ilginç ve bir o kadar da çarpıcı ipuçlarına ve imalara varmak mümkün. Türk televizyonlarından bu cümleyi duymaya başladığınız anda şunu bilirsiniz ki, ortada utanılacak hiç değilse övünülemeyecek bir hadise vardır ama bu hadise Türk'ün keskin zekâsıyla kıvrakça çarpıtılarak olumlu, naif bir forma sokulmuştur: "Evet biz bir hata yaptık ama bu tam da bir hata sayılmaz; çünkü bizim mayamızın güzelliği bu." İşte böyle anlarda biraz geriye yaslanıp düşünmek, bu hastalıklı mantığın köklerini aramak ihtiyacı hissediyorum. 

İçine doğduğumuz toplumun değerlerini düşünüyorum. Osmanlı gibi büyük bir imparatorluktan arda kalan nispeten küçük güzel Anadolu'ya kurulmuş şirin, ama bir o kadar da günahkâr bir ülkeyiz. Günahkârız, çünkü tekinsiz milliyetçilik rüzgârlarıyla "Osmanlı'nın Çöplüğü"nü temizleme işine girişmişiz. Mübadelelerle, baskıyla, yasakla, şunla, bunla... Bir taraftan hiçbir zaman farkına varamadığımız zenginlikleri yok ederken, diğer taraftan (elde başka bir şey kalmamasından olsa gerek) "Türk" olmak kimliğine sıkı sıkı sarılmışız. Bugün dâhi bırakmıyoruz. "Gençliğe Hitabe" çerçeveleriyle, "Andımız" törenleriyle süslü ilkokul mâbedlerimizde Türk olmayı öğrenmeye ve öğretmeye devam ediyoruz.    

Peki nedir "Türk" olmak? "Türk" olmak delikanlı olmaktır; güçlü olmaktır; laga luga yapana kodumu oturtmaktır; yeri geldiğinde keskin bir bıçak, yeri geldiğinde de pişmanlıkla dolu bir duygusal olmaktır. Lâkin "Türk" olmak, ne olursa olsun hatalarından ders çıkarmamaktır.

İşte, böylesine içine dönük/dışa kapalı, "ben böyleyim" delisi ve şoven yetiştirilen bir toplumun bireyleri olduğu çoğu zaman unutulan futbolcular, derbi sonrasında kavga çıkarınca aynı toplumun benzer yollardan geçmiş bireyleri tarafından ayıplanıyorlar. Peki, Hrant Dink'in öldürülüşünün ertesi günü Hüseyin Çimşir, idmana (simgesel) beyaz bereyle çıktığında neden kimse ayıplamıyor? Fatih Terim, o dönemki formuyla milli takımı hak eden oyuncuları değil de, kendine yakın ("gaza gelebilen") oyuncuları çağırdığında neden kimse ayıplamıyor? Mâlum İsviçre maçında Alpay'ın milli marşımızı kana susamış bir savaşçı gibi öfkeyle haykırışını neden kimse ayıplamıyor? Neden bunlara şaşırmıyoruz da bu kavgaya şaşıyoruz? Bu yeni birşey değil ki. Aslında ben derbideki kavgaya şaşmamıza şaşıyorum. 

Bu olaylara artık kişiler üzerinden yaklaşmayı bırakalım. Olay sadece, "Sabri şöyle yaptı", "Arda böyle yaptı", "Emre tahrik etti" değildir. Bu toplumsal bir fenomendir. Bulunduğu topluluğa (eski Beşiktaş teknik direktörü Toschak'ın ismiyle dalga geçtiği için kahvede arkadaşını bıçaklayan takımsever vatandaş gibi) fanatikçe bağlılık göstermek, çıkarlarını ve kimliğini şiddetle korumak, sonra da bunu duygusallığa bağlayarak olumlayıp geçiştirmek, hepimizin toplumsal genlerinde gizli olan sinsi kodlardır. Bu genleri bastırmak ise hiç kolay değildir. Aksine, bu toplumsal şifrelerin üzerine gidilerek, bu genler (Fatih Terim dahil) bazı kişiler tarafından manipüle edilerek başarı peşinde koşulmaktadır. Uzun vadede bu türden utanç verici olayların önüne geçmek istiyorsak, günübirlik başarıları feda etmek zorundayız. 

Dünyanın en güzel mesleklerinden birini yapan futbolcularımıza "uzaydan gelmişler" muamelesi yapmayı bırakıp, içtimai davranışlarımızı daha geniş bir perspektifle ele alarak, eleştirel dikiz aynasını kendimize ve toplumumuza çevirmenin vakti çoktan gelmiştir. Bu eleştirilerden çıkaracağımız sonuçlar ile yalnızca daha uygar futbol değerlerine değil, daha uygar bir topluma da kavuşma fırsatını yakalayabiliriz. Tek yol budur. Fütursuzca pompalanan toplumsal değerlerde radikal bir değişim gereklidir. 

Not: Bu analiz, Türkiye coğrafyasıyla ilgili olduğundan Lugano'nun durumunu açıklayamamaktadır.  

1 Nisan 2009 Çarşamba

sandıktan tavşan çıktı!

Çok şükür ki, bir sürü senden benden değersiz adamın megafondan bir tarafını yırttığı; zaten çok dandik olan olan popüler şarkıları politize edip minibüslerine sığdırabildikleri en büyük hoparlörlerden bangır bangır zorla dinlettiği; sağı solu, posta kutlarını, kapı önünü seçim afişleri ve broşürlerle doldurdukları açık hava sirki sona erdi. Doğrusu bu ya, eskiden bu işler daha bir şatafatlıydı. Bu görüntü ve gürültü kirliliğinin şiddeti, günümüz seçimlerinkinden bir kaç kat daha fazlaydı. O zamanlar "kararsız seçmen", daha bir kararsızdı belki de. Ve o yüzden olmalı ki, "o"nun aklını çelmek için daha başka göz alıcı şaklabanlıklar, ilüzyonlanlar, akrobatik hareketler yapmak önem taşıyordu. Neyse... O devirler geçiyor artık galiba.

Ülkedeki bu (göstermelik de olsa) demokratik ortamı, özgürlüğü sevmiyor değilim. Lâkin, bu işleri sirk olarak görmekten de kendimi alamıyorum. Çünkü, Murat Belge'nin tespit ettiği gibi "seçimler yine bir sol partinin katılımı olmadan tamamlandı." Bu, benim gibi kendini "apolitik" addeden birinin "solcu" olduğu anlamına gelmiyor. Sağolsun, güzel memleketimizde politikacılar o kadar apolitik ki, bendeniz gibi "apolitik" kimseler en uçtaki politikler oluveriyor. Kendini aydınlık Türkiye'nin partisi ilan eden AKP, bir taraftan kendi cemaatini beslerken (Deniz Feneri ve daha nicesi), "kriz bizi teğet geçecek, var mısın iddiaya?" diye insanlarla dalga geçiyor. Yılmaz lider Deniz Baykal ile, "Davos Fatihi" ve üstelik "Son Osmanlı Padişahı" mitinglerde "magandayım/magandasın/magandayız"ı tartışıyor. Cırtlak sesiyle öfkeli konuşmayı marifet sanan Devlet Bahçeli (lütfen artık ameliyat filan olsun), her seçim öncesi gittiği tipik illere gidip, yaygara koparıp geri geliyor. Şimdi okuyanlara soruyorum: "Hangisi sizi temsil ediyor?" Ben kendime göresini bulamadım. Al birini, vur ötekine. Üstelik daha da ileri gideceğim. Bu "önemli" şahsiyetlerden kendimi daha üstün görüyorum. Halk diye aşağılanan insanların çoğunluğu, bu yaygaracılardan daha üstün. Eminim.

Seçim sonuçları beni hiç şaşırtmadı. Beni asıl şaşırtan, "AKP oyunu arttıracak, %50'yi aşacak" diyen anketler ve bu yönde görüş belirten (içerisinde sevdiğim gazete Taraf'ınkilerin de olduğu) köşecilerdir. Soru: Endüstriyel şehirlerde insanlar işlerini kaybetmiş, bir derya borca batmış ve üstelik Başbakan tarafından alaya alınmış iken, nasıl olacak da AKP'nin oyu artacak acaba? Bu "sıradan" insanlar yıllardır zannettiğiniz gibi aptal değil. Vekillerinin gazına gelip "ceketimi göndersem seçilir" diyen Erdoğan, Şanlıurfa'da "kıçı kırık" bağımsız adaya yenilince şaşım şaşım şaşıyor. Bir yandan "Kürt sorunu benim sorunumdur" deyip, sonra da adamların yüzüne "ya sev, ya terket" diyor. Diyarbakır kalesini düşürmekten dem vururken, TRT kanalını açınca Kürt meselesini hallettiğini; şimdi tüm oyları toparlayacağını zannediyor. Asıl ben bu aymazlıklara şaşıyorum.

AKP'den kayan oylar MHP'ye gidiyor. MHP'den kayanlar, CHP'ye... Ara sıra bunların yönü değişiyor. O kadar. Yoksa sonuçta hepsi faşizan (CHP de "sosyal demokrat" falan değil; bildiğin "nasyonal sosyalist"), hepsi çıkarcı. Nitekim, seçim sonrası yaptığı açıklamalarla Cemil Çiçek bu ortak faşizan zihniyeti saklamıyor: "DTP de Iğdır'ı da alarak Ermenistan sınırına dayandı; dikkat etmek gerek." Eski numaralar bunlar Cemil'cim. Artık, "Kürtler Ermenilerle işbirliği yapıyorlar; vatan haini bunlar" demeye getirmenin modası geçmedi mi? Ermeni sözcüğünü (soyunu) bir hakaret ve siyaset sahasında kontra-atak (bir nevi Sergio Ramos) olarak kullanan sen ve senin iktidarın mı bizi AB'ye taşıyacak? Geçin bunları.

Her şeye rağmen, Alper Görmüş'ün kendi köyündeki seçim manzarasını aktarırken yazdığı şu paragraflar, gelecek için daha bir umutlu olmamızı mümkün kılıyor:

"Bizim köyde yazın hemen hemen her hafta sonu bir düğün vardır ve bütün düğünler köyün güreş sahasında yapılır. İşte o düğünlerden âşina olduğum iskemleler bu defa yarı-düzenli bir tarzda okulun bahçesine dizilmişti ve köyün erkeklerinin büyük bir bölümü oturmuş sohbet ediyor, bir yandan da oy vermeye yeni gelenlerle selamlaşıyorlardı. Belli ki oy vermek için ev halkını getirenler, onları yolcu ettikten sonra okuldan ayrılmıyor, orada kalıyorlardı. Öğleden sonra gitsem okul bahçesinin çok daha kalabalık olacağı muhakkak.

Besbelli bayram yeri gibi, düğün alanı gibi algılanıyor sandık mekânları... Zaten herkes “düğün kıyafetleri” içinde ve ortada açık bir coşku hali var.

Seçim gününü böyle bir ruh haliyle yaşayan insanların, sandığı önlerinden kaldırmak isteyenlerle hiç işlerinin olmayacağını kolayca tahmin edebilirsiniz. Nitekim ben bugüne kadar, hangi partiyi tutarsa tutsun, hiçbir Margazlının ağzından “bu işi asker paklar” gibi bir şey duymadım."

İyi seçimler Türkiye... Şapkadan pardon sandıktan yine tavşan ile havucu çıktı; ama olsun. Daha da iyi olacak inşallah.

23 Mart 2009 Pazartesi

sinemasever istila!

Her yıl İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı(İKSV)'nın katkılarıyla hazırlanan, 28. İstanbul Uluslarası Film Festivali 4 Nisan'da başlıyor. Nisan ayını bir tür realist sıkıntılardan kaçış noktası, rüya görme kiosku ya da klasik tabirle görsel şölene çeviren cânım festival, gece gündüz hayal görmek isteyenlere kapılarını açıyor. İstanbul'un yedi farklı sinemasında gösterilecek olan filmleri izleyen sinema fanatiklerinin, her seans sonrasında uyurgezer zombiler olarak salonlardan taşıp, şehri istila etmelerinden korkuluyor.

Yine (!f, Film Ekimi gibi) her festivalde olduğu üzere, farklı türlerdeki birçok yapıt çeşitli gruplarda sınıflandırılarak sunulmuş. İstanbul Uluslarası Film Festivali'nin yine hoş bir güzelliği olarak yeni yapımların yanında, klasik olmuş az bulunan eserlere de yer verilmekte. Böylelikle, bir filmin çok methini duyup bir türlü göremeyen meraklılar için mükemmel bir fırsat doğuyor. Hem de sinema salonu atmosferinde.

Eski yapımlar festival programı içerisinde farklı kategorilerde kendilerine yer bulmuş. Elia Kazan'ın Kayseri'de doğumunun 100. yılı sebebiyle "Anılarına" bölümü içerisinde 1952 tarihli Viva Zapata gösterilecek. Yine aynı bölüm içerisinde kendisine yer bulan diğer eserler arasında geçtiğimiz aylarda hayatlarını kaybeden Paul Newman anısına Damdaki Kedi (1958), Sydney Pollack anısına Atları da Vururlar (1969), Mısırlı sinemacı Yusuf Şahin anısına ise Sessizlik Lütfen...Çekim Var (2001) bulunuyor.

Şahsi olarak merakla beklediğim bir film olan Andrey Rublev (1966), büyük Rus yönetmen Andrey Tarkovski'nin ikinci filmi. Tarkovski'nin Ivan'ın Çocukluğu (1962), Solaris (1972) ve Stalker (1979) filmlerini DVD olarak piyasada bulmak mümkünken; Ayna (1975), Nostalgia (1983) ve Kurban (1986) filmlerini bulabilmek hiç kolay değil. İşte, Andrey Rublev de yönetmenin her yerde karşımızda çıkmayacak filmlerinden birisi. Rus ikonograf ressamı Andrey Rublev'in yaşamına sırtını dayayan film, Tarkovski'nin hayatını adadığı inanç ve sanat kavramlarını Orta Çağ mizanseninde birleştiriyor. Andrey Rublev karakterini, Tarkovski'nin en çok sevdiği oyuncu olan ve zamansız ölümünden ötürü sonraki filmlerinde oynatamadığı için hayıflandığı Anatoli Solonitsin canlandırıyor.

Almanya'nın gelmiş geçmiş en pahalı filmi olan Der Baader Meinhof Komplex, Almanya ve dünya terör tarihine kanla damga vuran Kızıl Ordu Fraksiyonu(RAF)'nun hikayesini anlatıyor. Film, sol bir öğrenci grubu olarak başlayıp gerçekleştirdiği eylemlerle şehir gerillalarına dönüşen örgütün, 1967'deki kuruluşundan 1977'de liderlerinin hapiste ölümüyle son bulan sürecini izleyicilerle paylaşıyor. Almanya'nın bu yılki Oscar adayı olan ve Stefan Aust'un çok satan kitabından uyarlanan Der Baader Meinhof Komplex, eleştirmenlerin beğenisini toplamayı başardı. Başrolde 2000'li yıllarda (muhtemelen) her Alman filminde oynayan Moritz Bleibtrue var.

Birçok sinemasever tarafından merakla beklenen ve programa alınmasına rağmen İKSV'den yapılan açıklamaya göre kopyada çıkan sorunlardan ötürü festivalden çıkarılan Zamanın Tozu, Yunan şair ve yönetmen Theo Angelopoulos'un Ağlayan Çayır (2004) ile başlayan 20. yüzyıl üçlemesinin geciken ikinci filmi. Filmlerinin her karesini (abartısız her kare) titiz bir fotoğraf sanatçısı ya da bir ressammışçasına işleyen Angelopoulos'tan, dokunaklı Ağlayan Çayır'dan sonra beklentiler çok yüksek. Angelopoulos, hareket eden şiirsel bir kamera açısının özgün estetiğinin yanı sıra tanıdık insanlardan bahsediyor. Yunanistan'ın ve Yunanlıların, siyasiler ve askerler tarafından şişirildiğinin aksine öcü olmadıklarını anlamaya başlamak için güzel bir fırsat. Güçlü bir sineması olan komşumuzun insanları adeta aynamız gibi. Zamanın Tozu, bu beklentileri karşılayabilecek mi? Bunu öğrenmek için şimdilik, çıkan aksaklıkların düzeltilmesini ve Zamanın Tozu'nun tekrar gösterime sokulmasını ummaktan başka çaremiz yok.

Festival'in bir diğer güzelliği, son yıllarda çok beğenilen yerli yapımların sadece 3,5 TL'ye (dikkat: Bu fiyat aslen 4.75 TL'ye çıkıyor) gösterimleri. Bu filmler arasında, Yeşim Ustaoğlu'nun övgü ve ödül toplayan Pandora'nın Kutusu, Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi Üç Maymun, Özcan Alper'in ses getiren Sonbahar, Yusuf üçlemesinin ikincisi Süt, Çağan Irmak'ın bir furya halini alan Issız Adam filmleri öne çıkanlardan bazıları. Türk filmlerinin bu kadarla sınırlı kaldığı sanılmasın. "Ulusal Yarışma" içerisinde değerlendirilen Hayat Var (Reha Erdem), Gölgesizler (Ümit Ünal), Ali'nin Sekiz Günü (Cemal Şan) gibi daha birçok eser var. Ayıklamak size kalmış.

Festivalin kapanışını Japonya adına süpriz bir şekilde Oscar'ı kucaklayan Gidişler filmi yapacak. 4-19 Nisan arasında dolu dolu bir program sunacak olan 28. İstanbul Uluslarası Film Festivali'nde herkesin meşrebine göre bir film bulması mümkün. Bunun için İKSV'nin resmi sitesinde saatler harcamak gerekebilir. Zira seçmek hiç de kolay değil. İyi seyirler...

Serhan'ın seçtikleri:

Andrey Rublev/ Tarkovski
Welcome/ Phlippe Loriet
Der Baader Meinhof Komplex/ Ulie Edel
Tokyo Sonatı/ Kiyoshi Kurosawa
Sonbahar/ Özcan Alper
Nazarin/ Luis Bunuel
Acı Süt/ Claduia Llosa
Oharu’nun Yaşamı / Kenji Mizoguchi
Rembrandt: İtham Ediyorum/ Peter Greenaway

15 Mart 2009 Pazar

"bugün günlerden ne?"

Javier Bardem'in yüzünü güneşe vererek güvertedeki koltuklara yayıldığı DVD kapağıyla sürekli gözüme takılan ama türlü sebeplerden ötürü bir türlü edinemediğim filmi "Güneşli Pazartesiler", dün gece amaçsız TV izlerken ansızın karşıma çıkıverdi. Şöyle bir göz atayım derken, tamamını izlemek zorunda kaldım. Başka çarem yoktu. İzletiyor çünkü. Gözünüzü alamıyorsunuz.

İspanya'nın liman kenti Vigo'nun güneşini arkasına alan kamera, bir taraftan bize katıksız bir işçi kentini gösterirken; bu kente saplanmış bir avuç orta yaşlı aylak takımdan serserinin de ardına düşüyor. Sinemanın pek de gözde kentlerinden biri olmamalı Vigo. Sokaklarda uçuşan kağıtlar, komünist bloklarını andıran apartmanlar ve bu apartmanların duvarlarına yazılı çirkin yazıları var. Barcelona'nın şiirsel güzelliğinden, Madrid'in muntazam caddelerinden eser yok. İspanya'ya gitmiş ya da gidecek olanlar buraya uğramak istemezler. Bizim gibi reklam mağduru turistlerin İspanya algılarına uymuyor. Burası gezip görülecek bir yer değil. Burası pis bir yer. Burası gerçek dünya! Buna karşın, mekandan kuşkuya düşmeye başladığımız anlarda denizden inatla yansıyan güneş, "yanlış anlamadın ey izleyici, burası da İspanya" der gibi gözümüzü almayı sürdürüyor. Herşeye rağmen İspanya'da olduğumuzu unutturmuyor.

Bir avuç aylak serseriden bahsetmiştik. Filmin tarafsız kurgusu, en başından beri bu adamların keyfine düşkün serseriler olduğunu düşündürtüyor izleyiciye. Öyle ki, filmin bir süre sonra olağanlaşan bar sahnelerinden birinde, üç yıl öncesine ilişkin bilgi alana dek aralarındaki ilişkiye dair derinlemesine bir bakış sahibi olamıyoruz. Ancak bu kırılma noktasından sonra, "hmm, demek ki bu yüzdenmiş" diyebiliyoruz. Sonrasında onlara karşı bir yakınlık duyabiliyoruz. Birden bire daha sevimli gözükmeye başlıyorlar.

Santa, Jose, Lino, Sergei ve Amador, Rico'nun barında sürekli buluşup içki içerek arkadaşlık ederler. Bu gruba, (bar işletmecisini saymazsak) aralarındaki tek çalışan olan Reina da katılır. Grubun ortak yanı, kapatılan bir tersanede çalışmış olmalarıdır. Bu loş barda havadan, sudan ve çoğunlukla da işten güçten konuşup felsefe yaparak vakit öldürürler. Karizmatik aylak (bir çeşit flanör) Santa'nın başı, kırdığı bir sokak lambası nedeniyle mahkeme ile (sembolik olarak sistem ile) derttedir. Bir yandan bu problemle uğraşırken, diğer yandan (tıpkı diğer kafadarlar gibi) hayatta kalmaya uğraşıyor. Ama kendi kurallarından da vazgeçmiyor. Süpermarketteki, iş bulma kurumundaki, bardaki kızlara başarıyla asılıyor. Zaman zaman kendi fikirleriyle yaptıkları çelişiyor. Böyle durumlarda arkadaşlarına çaktırmamaya gayret ediyor. Çünkü o bir lider (ya da öyle sanıyor; aslında o bir hiç). Jose ve Amador karakterlerini de genellikle Santa üzerinden tanıyoruz. Özellikle Jose ile aralarında güçlü bir bağ var.

Jose işsiz kaldıktan sonra, derinden sevdiği karısı ile problemler yaşıyor. Santa'nın tersine güvensiz bir adam olan Jose, karısının çalışıp kendisinin çalışmıyor oluşunu bir gurur meselesi haline getirmiş. Ama elinden de birşey gelmiyor. Güçsüz. Hepsi güçsüz aslında. Santa bile. Onları üvey evlat gibi dışlayıp, alıp başını giden dünyaya (kapitalizme) ateş püskürüyorlar. Santa bunu dillendirmekten çekinmezken, yaşlı Lino'nun umutsuz iş başvurularından olumsuz cevap aldıkça saçını boyayıp kendini daha genç göstermek zorunda hissetmesi, Amador'un herşeyi boşverip kendini içkiye vermesi ve Jose'nin karısıyla birlikte kredi almak için gittiği bankada çileden çıkması bu ezilmişliklerin dışavurumu aslında. Sovyetler Birliği'nde astronot olmak üzereyken, Sovyetler'in çökmesi üzerine kendini İspanya'nın post-endüstriyel mizanseninde bulan Sergei ise kapitalizm/sosyalizm kıyaslamalarında trajikomik bir işlev görüyor.

Filmin öne çıkan oyuncusu, karizmatik çapkın Santa'ya hayat veren Javier Bardem. Ancak bu öne çıkış, plansız değil öngörülmüş bir öne çıkış. Bardem, bu mütavazi yapımın en önemli oyuncusu olduğunu göstermiyor, sadece hissettiriyor. Bunu diğer karakterlerin oyunculuklarını tehlikeye atarak değil, uyumlu duruşuyla yapıyor. Eteğindeki taşların tümünü dökmüyor. Bardem'in bu olgun katkısı filmi, bir basamak daha yukarı taşımış.

"Güneşli Pazartesiler" bana Fellini'nin ilk dönem yapımlarından "I Vitelloni" (1953) filmini hatırlattı. Yalnız, arada sosyal gerçekçilik yaklaşımı adına büyük bir fark var. Fellini'nin karakterleri daha çok bohem uyumsuzlukları ile dikkat çekerken, genç İspanyol yönetmen Fernando Leon de Aranoa'nın karakterlerinin düşmüşlükleri kendi tercihleri değil. Son olarak "Güneşli Pazartesiler"in özellikle Avrupa festivallerinde fırtına gibi estiğini belirtmekte fayda var. Üstelik, İspanya'nın 2003 yılı Oscar adaylığını elde ederken, Pedro Almodovar'ın (artık biraz da sıkmaya başlayan kadın hikayelerinden) "Konuş Onunla"sını saf dışı bırakmış.

2002 yapımı "Güneşli Pazartesiler" (Los Lunes Al Sol), güçlü anlatımıyla yalın ve etkileyici bir film. DVD fiyatı ise (yanlış hatırlamıyorsam) yalnızca 9,5 TL. İzlenilesi.

10 Mart 2009 Salı

o düğmeye basıldı

Sakar Sarı Kanarya'nın nâdir de olsa formunu bulduğu, sezon başından bu yana ilk kez yüzümüzü güldürdüğü şu günlerde takımdaki büyük değişim konuşuluyor. Neymiş bu büyük değişim? "İstekli" oynuyorlarmış. Nefretle andığım Hakan Şükür günlerinden kalma (ne yazık ki kendisinden halen kurtulamadık) bu söz beni gıcık ediyor. Misal: "Hakan Şükür çok gol kaçırdı ama çok istekliydi." Pardon ama, "ulan" istekli olmayıp da ne yapacaktı? Adamın işi bu zaten. "Kazma bize saç baş yoldurdu" demiyorlar da, çok istekliydi diyorlar. İstekli istekli kaçırdı o zaman. O daha fena. Neyse.

Benzer şekilde Fenerbahçeli "yıldız" topçuları pışpışlayıp, gazını alıp dünyanın en güzel oyununu oynamaları için bir de keyiflerini mi bekleyeceğiz? Nitekim beklemedim nâdide okurlarım. Şükür ki teknoloji çağında herşey mümkün. Gerçeğini yapamıyorsanız, sanalını çok rahat yapabiliyorsunuz. FM 2009'da (hiç âdetim olmamasına karşın) genç bir "manager" olarak Fenerbahçe fitbol takımında görevime başladım. İşte o meşhur düğmeyi buldum ve bastım!

Operasyon!
Aziz Yıldırım'ın başarı dileklerini kabul ettikten, bütçe ve hedef konularını görüştükten hemen birkaç gün sonra, 28.06.2008 tarihinde saatler gece 01:00'ı gösterirken yöneticileri Samandıra Tesisleri'ndeki odama çağırttım. Antrenmanı yeni bitirdiğimiz için(!) gayet yorgun olmama karşın yöneticileri daracık makamımda ağırladım ve başkana dedim ki: "Bak Aziz Başkan, hazır yönetim kurulu ve transferden sorumlu arkadaşlar da buradayken hepinize söylüyorum. Ben sistemime uyacak ve işime yarayacak oyuncularla yola çıkarım. Aptallarla işim yok. O düğmeyi bulun getirin. Basmak istiyorum." Aziz Yıldırım'ın cevabı gecikmedi: "Ben şimdi çocuklara söylüyorum. Her türlü yetki sende. Ne gerekiyorsa yapılsın!" "Eyvallah" diyerek ekledim: "Haa unutmadan, bu oda ne böyle? Küçücük. Bana Şükrü Saraçoğlu'ndan bir loca verin. Akıllı olun. Aklıma gelmişken Orhan Pamuk da akıllı olsun." Başkan hiiç sesini çıkaramadı tabi. Suspus oldu zavallı. "Peki, nasıl istersen" demekle yetindi. Hışmıma uğrayan Aziz (ben ona Aziz derim): "Çok geç oldu, başka birşey yoksa ben gidiyorum" dedi ve gitti. Diğer yöneticileri de kovdum: "Dağılın lan! Beni sanatımla yalnız bırakın. Herkes holdinginin başına. Marş, marş!"

Ertesi gün locada
Ertesi gün locamda çalışıyorum. Elime kadro listesi geçti. Sekreterim Excel'den çıkarmış, sağolsun. Laf aramızda bu yenisi pek de güzel, nârin. Diğer esmerle, sarışın olanlarını beğenmedim. Sabah kovdum. Dedim ki "bu ne ya! Her yer sahte sarışın kaynıyor." Neyse, kadro listesine göz atarken elime bir kalem aldım. Başladım listeyi çizittirmeye. 5 dakika sonra çağırdım sekreteri. Dedim ki: "Al güzelim, git bunu başkana, olmadı figüranlarına ver. Kırıtmadan ama. Sor bakalım bir de düğmeyi bulmuşlar mı?"

Sekreterim başkanın odasından çıkınca beni aradı: "Başkan listeyi görünce şöyle bir yutkundu. Ama bir şey demedi. Düğmeyi de bana verdi. Getiriyorum." Düğmeyi görünce şaşırdım. Ben daha usturuplu bir şey bekliyordum. Meğerse bildiğimiz "enter"mış. Sekreteri savdım, aşağıdaki oyuncuların isimlerini programa girdim ve "enter"a bastım:

Cladio Maldonado--> tek taraflı fesh--> - £500K
Can Arat--> Gençlerbirliği --> £400K
Deniz Barış--> Hoffenheim --> £400K
Colin Kazım Richards --> Stoke City--> £3M
Yasin Çakmak--> Gençlerbirliği --> £2.5M
Uğur Boral--> Bursaspor --> £2.2M
Volkan Demirel--> Manchester City--> £5M
Josico--> Real Betis--> Loan, £150K
Alex--> Sunderland--> £3M

Böylece, düğmenin de yardımıyla kadroyu temizledim.

Epey bir düşündükten sonra, dünyanın en antipatik futbolcusu Emre Belözoğlu'na bir şans daha vermeye karar verdim. Bu kararımda orta alanın solunda oynayabilecek (şimdilik!) daha mâkul bir oyuncu bulamamamın da etkisi oldu.

Satış listesine koyup müşteri bulamadığım oyuncular da olmadı değil: Ali Bilgin, Burak Yılmaz, Selçuk Şahin ve Tümer Metin. Onların defterini bir dahaki sefere dürmek üzere artık başarılı bir sezon için transfere başlayabilirdim.

Transfer böyle yapılır
Locamda sekreterimle beraber gece yarılarına kadar çalıştık. Kafamda tipik 4-4-2 oynamak vardı. O ise, 4-2-3-1 gibi daha ofansif bir şablonda ısrar ediyordu. Sonunda ona forma giydirmek suretiyle görüşlerimi zorla kabul ettirdim.

Ertesi hafta basın toplantısında genç, yetenekli ve hırslı oyuncular alacağıma dair Fenerbahçe câmiasına verdiğim sözü, aşağıdaki oyuncuları transfer ederek yerine getirdim:

Murat Ceylan--> Gaziantepspor--> £925K
Mehmet Topuz--> Kayserispor --> £4.6M
Sercan Yıldırım--> Bursaspor --> £3.6M
Jaroslav Plasil --> Osasuna--> £3.8M
Fatih Tekke --> Zenit--> £550K
Gökhan Emreciksin--> Ankaragücü --> £1.3M
Fernando Soriano--> Almeria--> £1M

Çok koşan ama boş koşmayan bir isim olan Jaroslav Plasil, ruhsuz Uğur Boral'dan boşalan sol kanadımıza ilaç gibi gelir. Zenit'in Fatih Tekke'yi satılık listesine koyması nedeniyle, iyi bir yerli forveti çok ucuza kapattık. Orta alanın ortasında oynayan Soriano, satış listesinde görüp sekreterimin beğendiği bir diğer oyuncuydu. Israr etti. Kıramadım ve aldım.

Yeni düzen, yeni ufuklar
Kafadan rahatsız Volkan Demirel'in yerini, genç eldiven Volkan Babacan'a teslim etmekte en ufak bir tereddütüm olmadı. Altyapıdan çıkardığım bir diğer genç isim Özgür Çek ise, sol kanatta fırtınalar estirmeye adaydı. İdeal 11'imiz ise şöyle oluştu:

Volkan Babacan
Gökhan Gönül
Diego Lugano
Edu Dracena
Roberto Carlos
Mehmet Topuz
Fernando Soriano
Emre Belözoğlu
Jaroslav Plasil
Semih
Güiza

Arkası yarın.

6 Mart 2009 Cuma

cleveland, cleveland!

Sempatik maliye bakanı Kemal Unakıtan dün ABD'den sağ salim döndü. Kalbe giden beş damarını değiştirmişler; geçmiş olsun. Dönüşte havaalanında bir basın toplantısı düzenlendi haliyle. Bir iki geçmiş olsun mesajı, "n'olcak bundan sonra bu memleketin hali" sorularından sonra gazeteciler, Unakıtan'ın romantik eşi Ahsen Hanım'a da duygu ve düşüncelerini sordular. Konu tam olarak oraya nasıl geldi bilmiyorum ama (tam o sırada haklı olarak NTV canlı yayını kesti, çünkü iş geyiğe dönmüştü), Ahsen Hanım eşinin sağlığına kavuşması için iki elini açmış dua ederken "Rabbim bana Cleveland dedi" diyor. Vay be gönüllerde yatan aslana bak: Cleveland Kliniği.

Ahsen Unakıtan'ın iyi niyetinden hiç kuşkum yok. Gayet insancıl. Ama bu Cleveland yakarışı, başta teolojik olmak üzere birçok açıdan konuşulacaktır. "Sen Cleveland'ı zaten kafaya koymasan, Rabbin sana Celeveland diyebilir miydi?" ya da "milletinin gönlünden ancak Okmeydanı SSK geçiyor" veya "milletin aynı Rabbi onlara sadece Silifke Devlet Hastanesi diyebiliyor" gibi yorumlara katılmamam mümkün değil. Lakin bence burada yatan daha gizli bir ima var. O da şudur: Bir proje olarak yürütülen Türkiye'nin yeni ortasınıfının profili.

O profil ki artık Edirne'yi aşmış, taa Amerikalara gidip tedavi oluyor, üniversite okuyor, Türkiye'ye kesin dönüş yapıp (TV dizisi tadında) aile holdinginin başına geçiyor, politikaya atılıyor, ülkeyi yönetiyor. İhale alıyor, ihale veriyor, cemaatten adam kayırıyor, hemşehrilerini işe alıyor (hangisi almadı ki?). Burs veriyor. Burs verirken soruyor: "Namaz kılıyor musun evladım?"

Müslümanlara (doğrusu insanlara olacaktı) kıyan İsrail İsviçre'de fethedilirken, soykırımcı, çocuk tecavüzcüsü El Beşir Ankara'da protokolle ağırlanıyor. Başbakan'ın oğlu gemi, Cumhurbaşkanı'nın oğlu e-ticaret, Unakıtan'ın oğlu mısır işine giriyor (şimdi de "one-minute"ın patentini alıp yiyecek markası yapacakmış). Dibe vuran ihracat rakamları es geçilip, "Afrika'ya ihracatımız (bilmem kaç) arttı" diye sunuluyor. Düşen THY uçağına, düşünce gücüyle manşetten zorunlu iniş yaptırılıyor: "THY uçağı Amsterdam'a acil iniş yaptı." Bir başkası açıklanan raporu bugün itibariyle beğenmemiş: "Suç pilotlara atıldı ama altimetre arızalı olsa bile irtifa kaybını uçağa bildirmek zorunda olan kule kayıtları gizlendi. CVR kayıtlarında da 'uyarı' çıkmadı. Düşüşü an be an seyreden kuleden ses çıkmadı." Bu türden haberlerin (yorumların daha doğrusu) aynı cenahtan gazetelerde çıkması tesadüf değil tabi ki. Anahtar kelime: "cemaat."

Türkiye bir rant cennetiyse eğer, Türkiye Cumhuriyeti tarihi de rantın tarihidir. Bundan önce ezilenler, bundan sonra ezeceklerdir. Kimse "biz çok ezildik, bundan sonra kimse ezilmesin" demeyecektir. Kayıracaktır, araya adam sokacaktır, işini görecektir. Bal tutan parmağını yalayacaktır. Artık ulvî yakarışlarda devlet hastaneleri değil, Celeveland klinikleri duyulacaktır.

Çay/sohbet toplantıları, ast/üst, "abi/abla" ilişkileriyle büyümüş bir güruhtan ABi yolunda demokrasi, insan hakları, eşitlik, refah beklemek bizim kerizliğimiz olsun. Bu da son olsun.

Not: Hastasıyım "Yu-for-i-a. Yu-for-i-a" deyişinin Maynard. Tipin hoşuma gitmiyor, lâkin yorumuna hayranım.

"I'm back down. I'm in the undertow.
I'm helpless and awake in the undertow.
I'll die within your undertow.
It seems there's no other way out of this undertow.

euphoria. "


Undertow (Live) - Tool

23 Şubat 2009 Pazartesi

stanley

Ona Stanley demek hoşuma gidiyor. Yaramaz bir çocuk ismi gibi. Sinemaya olan tutkusu çocuksu bir merakı andırıyor. Belgesel çekiyor, savaş filmleri yapıyor, bilimkurgu çekiyor, gerilim filmi çekiyor, karamizahın daniskasını yapıyor. Evin bütün dolaplarına girip, annesinin ondan sakladığı bütün şekerleri bulmak istiyor. Altından girip, üstünden çıkıyor. Ebeveynlerinin korkulu rüyası şekerleme canavarı bir kerata. Bana Vladimir Nabokov'u çağrıştırıyor. Ah kelebek peşinde dağ bayır koşan büyük küçük Vladimir! Stanley de onun gibi hep iyi hikayeler peşinde koştu. İşte bu şimdi yaşasaydı 80 yaşında olacak olan çocuk, ölümünün 10. yılında tüm sinemaseverlerce sevgiyle anılıyor (www.bakiniz.com için özel bir sayı yaptık; bu yazı ve daha fazlası oradan da okunabilir).

Güzel insan Stanley Kubrick, Temmuz 1928'de orta sınıf bir Bronx (New York) ailesinde dünyaya geldi. Doktor babasından bir hediye olarak edindiği fotoğraf makinası ile fotoğrafçılığa adımını attı. Bu tür sorunlu tiplerde sık sık gördüğümüz üzere öğrencilik hayatında başarısızdı. Lisede birkaç önemli dersten çakmasından ötürü üniversiteye gidemedi. Yıllar sonra şöyle diyecekti: "Bence okullarda yapılan en büyük yanlış, çocukları korkuyla motive ederek birşey öğretmeye çalışmaktır. Not alma korkusu, sınıfta kalma korkusu gibi. Bir konuya ilgi duyarak öğrenmek ile, korku ile bir şeyi öğrenmek arasında nükleer bir patlama ile bir kıvılcım kadar fark vardır." Bu ifadesi bana hep Pink Floyd'un meşhur şarkısını ve klibini hatırlatır: "We don't need no education, we don't need no thought control." Okul ile ilgili samimi ve bir o kadar da aykırı düşüncelerininin sebebini şu güçlü ifadeyi okuyarak kavrayabiliriz: "Okulda bulunduğum süre boyunca hiçbir şey öğrenmedim ve 19 yaşıma kadar kendi isteğimle bir kitap okumadım."

Yeniyetme Stanley, fotoğraflarından birini görüp satın alan Look dergisi tarafından 16 yaşındayken fotoğrafçı olarak işe alındı. 21 yaşına kadar bu dergide çalıştı. O dönemler kendisini "turistler ile karıştırılmamak için fotoğraf makinasını kese kağıdında taşıyan sıska ve salaş bir çocuk" olarak tanımlar. Anlaşılan bu iş Kubrick'in sinemanın fotografik bileşenleri konusunda birşeyler öğrenmesi için güzel bir fırsat yaratmış. Bu fotoğraftan gelme/ çekirdekten yetişme hikayesini de keza birçok önemli yönetmende görüyoruz. Fotoğraftan gelme yönetmenlerin en iyisi ise bizdedir. Tabi ki Nuri Bilge Ceylan (yani Sean Penn'in ürkek telaffuzuyla Nori Bill Seylan).

Stanley Kubrick'in kafasında bir film çekme fikri, The March of Time isimli dönemin ünlü belgesel dizisinde "office boy" olarak çalışan eski bir lise arkadaşından (Alex Silger), tek bir belgesel bölümü çekebilmek için 40.000 $ harcandığını öğrendiğinde belirmiş. Kendi hesaplarını yapmış ve aynı işi 1.500 $ ile yapabileceğine kanaat getirmiş. 1950'de henüz 21 yaşındayken, Look dergisinden aldığı maaştan biriktirdiği 3.800 doları kullanarak ve kamera kiraladığı mağazanın görevlisinden kamerayı nasıl kullanacağını öğrenerek Day of the Fight kısa filmini çekti. Day of the Fight, Walter Cartier adındaki bir ödül boksörünün hikayesini anlatan, fotografik estetiğiyle göze çarpan, izlemesi kolay bir belgeseldi: "İlk birkaç filmim kötü olmasına rağmen fotoğrafları güzeldi ve bu da insanları etkiledi."

Bu ilk denemeden sonra The Flying Padre isimli bir rahibin uçak yolculuğunu anlatan yine bir kısa belgesel yaptı.Filmi yine cüzî miktarlara mal edip, cüzî bir fiyata sattı. Her iki filmde de Kubrick herşeyi kendisi yaptı (senarist, yönetmen, kameraman, sesçi ve kurgucu). Film yapmak üzerine elde ettiği deneyimler ve iki küçük başarısından sonra Look dergisindeki işinden ayrılarak kendini tamamen sinemaya verdi. Sonrasında şair arkadaşı Howard Sackler'ı dramatik bir senaryo yazmaya ikna ederek Fear and Desire için para bulmaya girişti. Bu ilk filmleri bile youtube, metacafe gibi video paylaşım sitelerinden rahatça izlenebiliyor. Pardon, rahatça mı dedim? Dünya sansür liderliğini Çin'den kapmaya uğraştığımızı bir an için unutmuşum.

İlk yıllarında Kubrick'in sinema hakkında bildiği şeyler fotografik görsellik ve Pudovkin'in "Film Tekniği" ile sınırlı imiş. Peki Pudovkin kimdir? Vsevolod Pudovkin (Rus isimlerini seviyorum), "Kuleşov Efekti" (bu efektin ünlü bir deneyi vardır; film yapmak ile ilgilenenler mutlaka görmeli!) olarak bilinen sinemaya özgü etkinin kâşifi Lev Kuleşov isimli Sovyet sinemacının öğrencisidir (sinema tarihinin ilk yıllarında Sovyetler çok önemli bir yer tutar). Temel olarak nasıl bir ressamın malzemesi boyalar ise ve nasıl bu boyaların karıştırılmasıyla ortaya bir sanat eseri çıkıyorsa, sinemanın malzemesinin de film olduğunu ama bu çekilen filmlerin ancak kurgulanmasıyla (montaj) malzemenin nihaî bir sanat eserine dönüştüğünü savunurlar. Yıllar sonra dahi Stanley Kubrick, Pudovkin'in "film sanatının temeli kurgudur" tezinin sıkı bir savunucusu olduğunu şu cümleler ile dile getirmiştir: "Basit bir aksiyonu, örneğin bir adamın buğday kesişini kısa bir süre içinde birkaç noktadan göstermek sinema dışında mümkün değildir; işte bütün mesele bununla ilgilidir."

Kubrick, Pudovkin'in plastik materyalin manipülasyonu sinema sanatının temelidir fikri üzerinde durdu. Kariyerinin başlangıcında Eisenstein (Rus kurgu ve devrim sinemasının en önemli yönetmenlerinden) okumuştur ama onu çok fazla anlamadığını itiraf etmiştir. Kubrick'in Eisenstein filmleri hakkında sevdiği şeyler, filmin kurgulanma tarzı ve çekimlerin görsel kompozisyonu ile sınırlı kalmış. İçerik olarak Eisenstein filmlerini "aptalca, oyuncularını donuk ve operaya yakın" olarak nitelemekte.

Kendi filmlerini yapmaya başlamadan çok önce de Kubrick sinema ile çok yakından ilgileniyordu. 19 yaşından itibaren filmlere olan bağlılığı takıntılı bir hal alıyor. Hafta içi her gün Modern Sanat Müzesi'nde eski filmleri, haftasonu da yeni çıkanları izlemek üzere sinema koltuğuna kuruldu. Kubrick, kaçırdığı filmleri izleyebilmek için Staten Adası'na yaptığı feribot yolculuklarının ve Modern Sanat Müzesi'nde geçirdiği uzun saatlerin alabileceği en iyi yönetmenlik eğitimi olduğunu söylemiştir. Dikkat: O pörtlek gözleri o ara edinmiş olabilir! Filmlere tüm dikkatini vermek onun için çok kıymetliymiş. Zayıf filmlerin bile bir işlevi var: "' Bir film yapmak konusunda hiçbir şey bilmesem de bundan daha kötüsünü yapamam herhalde' diyerek dandik filmleri izlemeye devam ediyordum" ('dandik' kelimesi ing. 'lousy' kelimesinden çeviridir).

Aslında Kubrick'in "takıntı edinme takıntısı" kariyerinde mühim bir yere sahip. Onu tanıyanların hep bahsettiği bir özelliğidir bu. Hep en iyiyi yapmak üzere şartlanmıştır. Bunun için de filmlerindeki tüm kontrolün kendi elinde olmasını ister. Otomatik Portakal (1972)'daki tüm renkli pop art mizansenin seçilmesine dahil olduğu, hatta mutfak sahnelerinde görünen kalebodurları bile kendisinin seçtiği söylenir. Spartacus (1960) filminde yapımcıların montaja müdahaleleri, yıldızların kaprisleri ve itiş kakışları onu bir daha yapımcıların kontrolündeki klasik Hollywood tarzı stüdyo filmler yapmamaya yöneltmiştir. 1961 yılında One-Eyed Jacks isimli Western filmini çekerken Marlon Brando ile oyuncu seçimi konusunda kavga ederek filmi yarıda bırakmış; bunun üzerine yönetmen koltuğuna geçen Marlon Brando filmi tamamlamıştır.

Stanley Kubrick'in bir film oluştururkenki ruh halini anlamak için halen hayatta olan eşi Christiane'nin (dikkat: Paths of Glory'nin setinde tanışmışlar) geçen yaz verdiği bir ropörtajdan faydalanabiliriz: "Kubrick çalışmayı severdi ve Pazar günleri dahil tatil yapmak için zamanı yoktu. Eğer bir film yapıyorsa, çalışmanın durmasını asla istemezdi. Yapacağı film ile ilgili önemli kişilerle akşam yemekleri düzenlerdi. Böylece yemekte bile çalışması sürerdi." Aynı röportajda Christiane, eşinin bir "kontrol manyağı" (control freak) olarak nitelenmesine üzüldüğünü ve durumun aslında böyle olmadığını söyler: "Gerçek şu ki, yaptığı her şeyi kendini vererek yapardı. Benimle ve çocuklarıyla ilgilenirken de işindeki gibiydi.... Şöyle derdi: 'Bir şeye önem verirsin, ya da vermezsin.' Eğer bir şeye önem veriyorsa, onu en iyi şekilde yapardı." Duruma böyle bakınca o, bir manyak olarak değil, tersine konsantrasyonu yüksek zeki bir insan olarak karşımıza çıkıyor. Hani şu etrafımızda da varolan, bir iş yaparken soru sorulduğunda cevap vermeyen türden insanlardan. Ama Christiane yine bunun o tür birşey olmadığını söylüyor: "Dikkatini herhangi bir şeye yöneltebilir, sonra hemen dönüp senaryo hakkında konuşmaya devam edebilirdi...Bana sanki bir radarmış gibi gelirdi; ne gelirse gelsin başa çıkıyordu. Çoğu insanın daha küçük bir radarı ve daha düşük seviyede bir merakı vardır." Yaptığı işe herşeyini verip, o uğraşta dünyanın bir numarası olmayı kim istemez ki? Tabi ki 1 numaradır demiyorum. Ama filmlerini bu düşünceyle yapan Stanley Kubrick'in yeri sinema tarihinin çok yukarılarındadır.

Filmlerinde kullanmayı sevdiği estetik öğelere bir göz atmakta fayda var. Max Ophuls'un (Le Plaisir, Madame De... gibi filmlerin sahibi ünlü erken dönem Alman sinemacı) akışkan kamera tekniği Kubrick'i büyülemiştir. 2001: A Space Odyssey(1968), The Shining(1980) gibi son dönem çalışmalarında kamera sürekli hareket halindedir. Seyircinin hareket eden aktörle birlikte mekânda rahatça gezinmesini sağlar. Jim Jarmusch'un (konumuzla alakasız bağımsız yönetmen) hiç sevmediği bir şekilde kamera da bir aktöre dönüşür. Kubrick, steadycam'in icadıyla birlikte bu akışkan tekniği en iyi kullanan yönetmenler arasındadır (bkz: The Shining'de çocuğun hotelin içinde bisikletiyle gezdiği sahneler). Hareket eden kameranın başarılı kullanımı, özellikle Paul Thomas Anderson (bkz: The Boogie Nights, Magnolia, There Will be Blood) gibi günümüzün başarılı yönetmenlerine de esin kaynağı olmuştur.

Oyuncu yönetimi hususunda Stanley Kubrick, Stanislavski ve Nikolai Gorchakoz'un yapıtlarını okumuş. İlk filmlerindeki (Fear and Desire ve Killer's Kiss) oyunculukları beğenmemiş ama bu filmlerden, sonrası için çok şey öğrendiğini söylemiştir. Herşeyde olduğu gibi oyunculuklar konusunda da titizdir. 2001:A Space Odyssey filminin insanlı çekimlerini 6 ayda, görsel efektlerini ise tam 18 ayda tamamlamıştır. The Shining'i çekerken, psikopat Jack Nicholson'un karısını oynayan Shelly Duvall'ı canından bezdirdiği muhakkak. Zira çılgın yönetmen, sette herkesin içinde kendisine alenen saydırmakla kalmamış; Duvall'ın bulunduğu ünlü beyzbol sopası sahnesini 127 (!) defa tekrarlatarak diyaloglu bir sahneyi en çok tekrar etme alanında dünya rekorunu kırmış. Tebrikler!.. Kubrick her ne yapsa bu kadar başarılı olunca, "garibim" Shelly ne yapsın? "Diğer yönetmenlerle çalışırken öğrendiklerimin çok daha fazlasını Kubrick'ten öğrendim" demiş. Lakin içinden acı acı sövdüğüne eminim.

Hikaye anlatımına baktığımızda, Stanley'nin edebiyat eserlerinden uyarlama yapmayı sevdiği görülür. Yürütücü yapımcısı (executive producer) ve kayınbiraderi Jan Harlan'a göre, Kubrick'in bir film yapması için hikayeye aşık olması gerekir. "Soğuk Savaş" dönemi onu gerçekten derinden etkilemiştir. Nükleer savaşa ilişkin 70'e yakın kitap okuduktan sonra (19 yaşına kadar isteyerek tek bir kitap bile okumayan biri için hiç de fena değil), Peter George'un Red Alert romanında geçen Amerikalıların kendi uçaklarının vurulması için Ruslara tavsiyede bulunması hikayesini çok trajik ve bir o kadar da komik bulan Stanley, Dr.Strangelove'ı (1964) bir karamizah şaheserine çevirmeye karar verir. Hikayenin orijinaline sadık kalmak gibi bir derdi pek yoktur. Nitekim, Otomatik Portakal'ı gören Anthony Burgess ve The Shining'i izleyen Stephen King filmleri beğenmemiştir.

Kubrick'e göre, gerçek karakterleri ve iyi bir hayat görüşü olan gerçek bir filmi başarılı bir şekilde bitirmek güçtür. Birçok film sonunu yanlış bulur ve seyircinin mutsuz sonların yapaylığını kolayca sezebildiğine inanır. Buna karşın eğer bir karakter filmin sonunda başarılı olursa Kubrick, bu tip bir sonun doğasında bir eksiklik olduğuna inanır. Çünkü bu aslında yeni bir hikayenin başlangıcıdır. Stanley Kubrick, John Ford'un durağan sonlarından çok hoşlandığını söyler: "durağanlık üzerine durağanlık; sanki sende hayatı görüyormuşsun gibi bir his uyandırır ve sen bu şeyi kabul edersin."

Karakterlerin gelişimi meselesine geldiğimizde, Kubrick'in Freudyen toeriden ve romantizmden uzak durduğu görülür: "Eğer bir adam iyiyse, ne zamanlar kötü olduğunu bilmek ve bunu göstermek; eğer bir adam güçlüyse hangi anlarda zayıf olduğuna karar vermek ve bunu göstermek çok önemlidir. Ve ben bir karakterin nasıl böyle olduğunu ya da yaptığı şeyi neden yaptığını açıklamaya asla kalkışılmaması gerektiğine inanıyorum."

Stanley'nin yaptığı filmlerin tür olarak farklılıkları dikkat çeker. Marlon Brando ile takışmayıp One-Eyed Jacks filmini de çekseydi western, kısa belgesel, kısa film, dram, bilimkurgu, gerilim, karamizah gibi belli başlı tüm örneklerde eser vermiş olacaktı. Hepsi de türlerinin ya en iyilerinden, ya da tartışmasız en iyisidir. Bir gün üniversitede bilgisayarla alakalı, sinemayla çok alakasız bir dersteyken, tahminimce 50'lerinin sonundaki hocamızın artık laf nereden açıldıysa "çocuklar dünyanın en iyi bilimkurgu filmi hangisidir biliyor musunuz?" diye sorduktan sonra cevap beklemeden soruyu kendisinin yanıtladığını hiç unutamıyorum: "2001: Bir Uzay Macerası." Üstelik bir de tüyo vermişti saygıdeğer hocamız. Filmdeki ruh hastası bilgisayar HAL'in neye referans olduğuyla ilgili. "H+1,A+1,L+1=IBM". Bunu düşünmek kimin marifetidir bilemiyorum (kitabın yazarının mı, yönetmenin mi?) ama buradan Stanley'in sinemayla doğrudan alakalı olmayan bir sürü insanı da etkileyebildiği gibi bir sonuca varıyorum.

Uzay Macerası'ndan arta kalan görüntü mirasının onca yüksek teknolojiye rağmen günümüzde halen olağanüstü kalabilmesi, Barry Lyndon(1972)'da karşımıza çıkan Rembrandt misali sadece mum ışığıyla aydınlanan (fotoğrafla ya da film yapmakla ilgilenenler bunu yapmanın neredeyse imkansız olduğunu bilirler; neredeyse!) yumuşak tablovâri görüntülerin elde edilmesinde NASA teknolojisinin kullanılması, The Shining'de kullanılan steadycam ile çığır açılması gibi şeyler Stanley Kubrick'in hayal gücünden doğan, titizliğiyle yoğrularak beğenimize sunulan sinema tekniği alanındaki önemli gelişmelerdendir.

Christiane'e göre onu erken öldüren şeyler, günde sadece dört saatlik uyku, bol sigara ve ağır çalışma temposu. 7 Mart 1999 yılında son filmi Eyes Wide Shut'ı tamamlamasının hemen ardından 70 yaşında ölen Stanley Kubrick, İngiltere'deki evinin bahçesindeki ağacın dibinde yatıyor. Nazım Hikmet' kıskandırıyor.