10 Ağustos 2010 Salı

saklı kalmış letafet

Derviş Zaim’in Cennet’i Beklerken’i, yönetmenin tasavvuf arayışının Nokta’dan önceki son durağı. Sessiz, yalın ve tutarlı bir film. Gişede gözden kaçmış, popülere yenik düşmüş, salonlarda yalnız bırakılmış nice güzelliklerden yalnızca birisi Cennet’i Beklerken.

Acısını içine gömen, dünyadan elini eteğini çekmeye karar vermiş minyatür ustası Eflatun Efendi (Serhat Tutumluer), veziri tarafından mühim bir göreve tayin edilir. Kendisinden, yakalanan asi Şehzade Danyal’ın (Nihat İleri) idamından önce bir suretini yapması istenmektedir. Ancak bu uzun yolculuğa çıkmak ve mahkumun bir Frenk usûlü resmini yapmak, Eflatun Efendi’nin isteyeceği en son şeydir.

“Ölümsüz gençliğin şövalyesi, /ellisinde uyup yüreğinde çarpan aklına/ bir Temmuz sabahı fethine çıktı, güzelin, doğrunun ve haklının...” Çoğu yolculuk filminde kafamda bu mısralar belirir. Eflatun Efendi, Don Kişot kadar gözü kara olmasa da en az onun kadar vicdanlı. Vezirin gaddar adamlarına gücü yettiğince karşı koyarak kimsesiz Leyla’ya (Melisa Sözen) sahip çıkıyor. Melisa Sözen, kalburüstü performansıyla filmi taçlandırıyor. Hakiki bir ağlayan güzel. Eflatun Efendi’nin Leyla’dan etkilenmemesi, doğaya karşı gelmek olurdu.



Filmin oyunculuk düzeyi oldukça yerinde. Serhat Tutumluer, Melisa Sözen, Nihat İleri ve Mesut Akusta tatmin edici performanslar sergiliyorlar. Sonradan Nokta’da başrolde göreceğimiz Numan Acar, Dilsiz Mustafa gibi küçük bir rolde sivrilmeyi beceriyor. Belli bir kalitenin altına düşerek canımızı sıkan kimse olmadığı gibi, olağanüstü oynayarak göz kamaştıran kimse de yok. Derviş Zaim’in yönetiminde her oyuncu, filmin yalınlığına özveriyle katkıda bulunmuş.

Tasavvuf yüklü bir yolculuk hikayesi olarak başlayan Cennet’i Beklerken, minyatür sanatı ile sinema arasında paralellikler kuruyor. Rüya ile gerçekliğin iç içe girdiği sahne geçişleri, Türk sinemasında ender rastlanır güzellikte. Bu geçişler, çoğu yapımda gördüğümüzün aksine bir yan unsur olarak değil, filmi ayakta tutan ana katmanlardan biri olarak tasarlanmış. İstanbul’dan Anadolu’ya yayılan yolculuk, bilgisayar efektleri yardımıyla hareketli bir minyatür sergisine dönüşüyor.


Derviş Zaim, kasten mi bağ kurmuş bilemiyorum fakat filmin bir noktasından sonra Andrey Rublev’i anımsadım. Tarkovski’nin ünlü filminde Andrey Rublev de tıpkı Eflatun efendi gibi hayatını ve sanatını tümden değiştirecek olan bir yolculuğa çıkıyordu. Son on yılda Türk sinemasına yön veren usta yönetmenlerin Tarkovski’den bir hayli etkilenmiş olduklarını, her fırsatta Rus sinemacıdan övgüyle bahsettiklerini hesaba katarsak (Uzak’tan: “Hani Tarkovski gibi filmler yapacaktık?”), Derviş Zaim’in de Tarkovski’den esinlenerek kendi ilgi alanlarından olan minyatür sanatını anlatmak üzere böyle bir işe girişmiş olması hiç de uzak bir ihtimal değil- hayatta olmayan bir adamın, ölümünün üzerinden onyıllar geçtikten sonra dahi başka bir ülke sinemasını bu kadar derinden etkileyip, etkinleştirebilmesi muhteşem bir hal değil midir?  

2005 yılında (çoğunlukla Kapadokya’da) çekilen ve 2006 yılının sonunda vizyona giren Cennet’i Beklerken, Derviş Zaim’in Nokta (2009) filmine giden yoldaki son basamağı. Türkiye’de tarihî film yapmayı, Rumelihisarı’nda Bizanslı öldürmekten, vatan topraklarında şehit düşmekten ya da kuru propagandadan ibaret zannedenlerin aksine Derviş Zaim, karakterlerine sadece bedenlerini değil ruhlarını da bahşetmiş. Böylece gerçekten insana benzemişler. Sinemaseverler Derviş Zaim'e teşekkür borçlu.