29 Kasım 2008 Cumartesi

"kimse kimseyle konuşmuyor"

Nuri Bilge Ceylan, Uzak ile başlattığı taşradan kente göç sürecini İklimler'den sonra Üç Maymun ile de devam ettiriyor. Şehre iyice alışıyor, yerleşiyor. Şehrin derinlerine iniyor. Yüzeyden bakınca pek görülemeyen bir alana, şehirlilerin/şehirli olmaya çalışanların yeraltına iniyor. Evlerinin kapısından içeri giriyor. Orada yaşananlar hep çok gizli-özeldir (private) ve bir yabancı için dışarıdan çok olağan görünür. Fakat kapı aralarından, pencere kenarlarından mutsuzluk ve günah sızabilir. Aile kutsaldır ama günahkardır da. 

Sıradan bir aile. Fakat, yavaş yavaş evriliyor. Sıradandan hep daha kötüye doğru. Kent, görünmez şiddetini uyguluyor. Kötücül bir saadet zinciri gibi bu şiddeti başkalarına iletmek zorundayız. Sırtımızda kapkara izler bırakan bir "elim sende" oyunu. Dokunmak istiyorsak eğer, hep kötülük için. Onları yenmek yerine, işin kolayına kaçıp bizdeki karanlıkları, başkalarına iletmek için.

Çok masumdular, sonrasında ağır ağır böyle oldular demek yanlış olur. Aslında, hep biraz günahkardılar. Hep "üç maymun"dular. Hacer'in hep ihtirasları vardı mesela. Hacer sonradan böyle olmadı. Eyüp, çocuğunu kaybettiği için hep mutsuzdu. İsmail hep umursamazdı. Bir birikmişlik vardı. Seyirci de bu birikmişliğin ortasından hikayeye dalıyor. 

Bu filmi özetlemek için tek bir kelime bulmak istedim ve buldum: Acizlik. Eyüp aciz, Hacer aciz, İsmail aciz. Hem de öyle böyle bir acizlik değil. Devamlı bir acizlik. Durmaksızın. Eyüp patronu karşısında aciz; Hacer, Eyüp karşısında aciz; İsmail, annesi karşısında aciz; Eyüp, karısı ve İsmail karşısında bile aciz. Film, bu yetersizlikler üzerinde şekillenerek gelişiyor. Bu kadar çok "mağdur" bırakılanların da, zamanı gelince zalimlerin efendisi oluşlarının nedenlerini böylece anlıyoruz. O kadar acizler ki, onlara kızmak yerine sadece acıyoruz.   

Filme adını veren ifade yoksunluğunu vurgulamak gerekir. Üç kişilik bir aile, Üç Maymun. Herkes her şeyi biliyor fakat hiç kimse ifade etmiyor. Bilmiyorum diyerek oyunun dışında kalmak istiyorlar. Dediğim gibi acizler. Gerçeklerle yüzleşecek cesarette değiller, çünkü sonrasında kopacak fırtınalarla nasıl baş edeceklerini bilmiyorlar. Bu ifadesizlik hali, filmde ciddi bir ifade biçimine dönüşmüş. Nadir ve kısır diyaloglar içimizi sıkıyor. Konuşsalar da pek bir şey söylemiyorlar. Filmin sonlarına doğru salondaki yaşlı bir kadın izleyici (yanındaki muhtemelen kendisi gibi emekli arkadaşına) şöyle dedi: "Kimse kimseyle konuşmuyor."

Mayıs ayında Cannes'dan "En İyi Yönetmen" ünvanıyla dönen Nuri Bilge Ceylan, Üç Maymun ile kendi sinema geleneğinin biraz dışına çıkıyor. Amatör oyuncular ile çalışmayı seven sanatçı, ilk kez profesyonel oyuncular kullanmış. Kasaba ve Mayıs Sıkıntısı'nda, büyük bir cesaretle anne ve babasını, İklimler'de ise kendisini ve eşini kamera önüne koymuştu. Bu yaklaşımıyla filmlerine kattığı samimiyeti, Üç Maymun'da yer yer kaybediyor. Hacer rolündeki Hatice Aslan, zaman zaman inandırıcılık sorunu yaşıyor. Bunun bir sebebi de, senaryo gereği Nuri Bilge'nin çıplaklık konusunda nispeten rahat bir kadın oyuncuyla çalışmak istemesi olabilir. Hatice Aslan, gerek az dertli yüzü, gerekse profesyonel oyunculuk alışkanlıkları nedeniyle, Hacer rolüne pek uymuyor. Yavuz Bingöl gerçekten de olağanüstü. Oynamıyor; Eyüp'ü anlamaya, yaşamaya çalışıyor. İsmail rolündeki Rıfat Şungar'ı, bundan sonraki Nuri Bilge filmlerinde de izleyebiliriz gibime geliyor. Ceylan, istediğini veren oyuncularına her zaman sadıktır. Senaryoya da katkısı bulunan Ercan Kesal, patron Servet rolünde en az Yavuz Bingöl kadar başarılı.

Nuri Bilge Ceylan'ın senaryo yazmaktan hiç hoşlanmadığını biliyoruz. Hatta, bir filminde (Mayıs Sıkıntısı olabilir) senaryoyu bitirmeden çekimlere başladığını itiraf etmişti. Bundan sonraki filmlerinde, Ercan Kesal ve güzel eşi Ebru Ceylan ile çalışmaya devam edecektir. Senaryo sıkıntısını böylece bertaraf edebilir.

Filmin görüntülerine de biraz değinmek gerekir. Vakt-i zamanında, Boğaziçi Üniversitesi Fotoğraf Klubü başkanı olan Nuri Bilge Ceylan (kendisiyle aynı karanlık odayı mı kullandık yoksa?), "benden elektronik mühendisi olmaz" diyerek kariyerine fotoğraf sanatçısı olarak başlamıştır. Sinemaya da görüntülerin şiirselliği arasından bakar. Bu filminde de estetik görsellik arayışına kaldığı yerden devam ediyor. "Her mekanda görüntünün mükemmel olduğu bir nokta vardır" diyen Nuri Bilge Ceylan, yine o mutlak noktaları bularak kamerasını o noktalara yerleştirebilmiş.

Fransa'nın kendini beğenmiş, yüksek sosyetik merkezinde yaptığı konuşmayla Türkiye'yi ve tüm Türkleri onurlandıran yönetmene verilen "En İyi Yönetmen" ödülünün, Üç Maymun'dan daha ziyade yönetmenin kariyerine verildiği inancındayım. Benim için Mayıs Sıkıntısı ve Uzak, samimiyetleri ve görüntülerinin şiirselliğiyle yönetmenin doruk noktalarıdır. Bana kalırsa Mayıs Sıkıntısı'nda başardıkları bu ödülü daha çok haketmişti. Kısmet Üç Maymun'unmuş.

Nuri Bilge Ceylan, taşra sıkıntısı defterini kapatıp kente göçtükten sonra, yakın arkadaşı Zeki Demirkubuz'un ustası olduğu yeraltı hikayelerine eğilmeye başladı. Ancak, anlattığı toplum gerçekliği sebebiyle Üç Maymun, her ne kadar Zeki Demirkubuz'un arabesk çekim alanına girse de, yönetmeninin benzersiz yorumuyla çok özgün bir yerde duruyor. 

Nuri Bilge Ceylan'ın görsellik arayışına bundan böyle şehirde devam edip etmeyeceğini hep birlikte göreceğiz.

28 Kasım 2008 Cuma

masumiyetin perde perde solmakta

Tuhaf bir geceydi. Önemsiz birkaç saatlik uykudan sonra, samimi bir sıcaklığa teşne, ansızın uyandım. Geçici bir uyanıklık değil, bilincim tamamen açıldı. Kafama görüntüler, düzensiz kaba saba şiirler üşüştü. Bir sürü karamsar düşünce. O an anladım ki artık uyumak imkansız. İçimi onulmaz bir sıkıntı kaplarken aklıma Kafka'nın böceği geldi. Yerde yatmaktan rahatsız oldum. Kalkıp koltuğa geçtim. Biraz yüksekte kendimi daha değerli, daha insancıl hissettim. Küçülmek ve hiç anlaşamadığım annemin kucağında olmak istedim. Zira, yoktur anne gibisi. Umursamasak da çoğu zamanlar, karşılıksız nice bir sevgi, annemizden bize doğru ışıkla kolkola, dalga dalga yayılır. And we take it for granted. Ararız, tararız yoktur eşi benzeri. En az Edvard Munch kadar üzülürüz. Kızıl saçlı tanrıçamızı hiç bulamadık.

Aklıma kaybettiklerim geldi. Aşkta, kumarda, her haltta kaybettikten sonra uykumu da bu minvalde kaybettim. Çocukluğum. Masumiyetim. Hayallerim. Mutluluğun/mutsuzluğun kökeninde çocukluk mu var? O zamanlar hiç bilmeden, tüm saflığımızla hayal ettiğimiz şeyler mi şimdi karabasan gibi ciğerimize basıyor? "Alice Harikalar Diyarı'nda tecavüze uğramış".

Suçlu anılar. Hafıza. Hiç hatırlamasak mutsuz olabilir miyiz? Ama mutlu da olamayız. Bu iki zıt kutbun arasında hep bir nicelik dengesizliği vardır. Mutsuzluklar fersah fersah iken, mutluluklar bir gıdım. Ya da mutluluğun hoş tadı hep damağımızda kaldığından bize öyle gelir. 

Her şeyin kıvamını belirleyen zaman. İşte ona yapacak hiç bir şey yok. Her şeye, her yere bulaşmış. Örümcek adama uzaydan gelen kara maddenin bulaşması gibi, sıradan insanlara da zaman bulaşmış. Amerikalıların gravy dedikleri iğrenç bir bulamaç vardır. Salataya katılır. Zaman onun gibi bir şey. Koyu kıvamıyla tüm yeşilliklere, ağzına, yüzüne, çatala, kaşığa, peçeteye bulaştıkça bulaşıyor. Yedikçe koyulaşıyor ve artıyor. Hiç azalmıyor. Salata tabağının içinde olduğumuz sürece -ki başka bir yerde olma şansımız şimdilik yok; çocukluğumuzda salata tabağının bilincinde olmadığımızdan gravy nin de bilincinde değildik ve rahattık, rahatmışız-, gravy nin adı gibi ağır münasebetsizliğiyle (bu lafı hiç sevmesem de) yaşamayı öğrenmek zorundayız. 

Şimdi adam olduk da, ya da olmadık da n'oldu? O şarkıda dediği gibi "bu baltaya sakın sakın sap olma"dık da n'oldu? Saplı da olsak, sapsız da aşama aşama çıkarcı, ikiyüzlü, yalancı korkaklar olmadık mı? Git gide her şeyden vazgeçtik. İdeallerimizi ve irademizi yadsıdık. Konformist olduk. En nihayetinde bir şekilde küp küp doğranıp salataya katıldık. Henüz sertiz salatanın içinde, tadını bozuyoruz; ama herşey, herkes gibi ordayız. Üzerimize gravy dökmüşler. Heryerimize bulaşmış. Direnmemiz biraz daha sürecek lakin masumiyetimiz perde perde solmakta. Bizi de yiyecekler. 

Not: Sonradan hatırladım. "Gravy" salataya değil, et yemeğine katılırdı. Ama olsun. Demiş bulundum. Siz katın bakalım, n'olacak.

27 Kasım 2008 Perşembe

mücadeleyi bırakalı çok oldu

25 Kasım gecesi futbolcularıyla birlikte Kadıköy'ü Porto'ya dar etmeyi düşleyen taraftarlar, maç öncesi takımlarına mücadele gücü "aşılamak" için tribünlerde, "don't give up the fight" yazılı bir pankart açtılar. Porto'ya da sopayı gösteriyorlardı böylece. Lakin işte, klişe tabiriyle "aşılanmak" istenen mücadele gücünün, kendini dünyanın en önemli kalecisi zanneden Volkan'ın dandik bir ortadan gelen topu tek elle alarak şov yapmak isterken golü yemesiyle pek bir hükmü kalmıyor. Ya da öncesinde, Carlos'un gölge"cik" markajıyla o Porto'luyu döndürüp altıpasa orta yapmasına izin vermesiyle. Ya da Yasin'in- tıpkı ikinci golde yaptığı gibi- maç boyu herrr ama hakikaten herrr tartışmalı/tartışmasız pozisyonda (anti-kahramanım dr. strangelove gibi) elini kaldırmasıyla- kendisine bir önerim var: Yan hakem olmaya ne dersin Yasin? En bariz haliyle, skor 1-2 iken maçı çevirme umuduyla (ben asla ummadım) oyuna giren Burak'ın, kameralara ve muhtemel bayan hayranlarına daha seksi görünmek için, ilk iş olarak formasını şortunun dışına çıkarmasıyla kalmıyor mücadele gücü filan. 90 dakika sonra, biz taraftarlara kala kala mutlak bir hüsran kalıyor. 

Her şeyde olduğu gibi, futbolcunun da en iyisi, en hayırlısı vicdanlı olanı. Yenildiği maçın akşamı, saat 11'de yatmadan önce ılık sütünü içtiği halde uyuyamayanı. Karanlıkta yatağında bir o yana, bir bu yana kıvranıp duranı. Tıpkı takımının taraftarları gibi can sıkıntısından mide ağrısı çekeni. Malum kötü maçın ardından hafta boyu yayınlanan spor haberlerinin takımıyla ilgili bölümlerini utancından es geçeni, oralarda zapping yapanı. 

Ama işte iş, yine başa düşüyor. Filmi en başa sarma ihtiyacı duyuyor ve diyoruz ki: Ne oldu da geçen seneki takım dağıldı/dağıtıldı? Her şeyin en iyisini, en hayırlısını ben bilirim diyen başkanımıza sormak lazım. Hangi akla hizmet sezon ortasından bile önce (2007'nin son ayları sanırım) İspanyol basınına küskün Aragones ile protokol yapıldı? Aynı sıralarda Zico (bkz. halk arasında Zoki), 11 puanla Şampuanlar Ligi G grubundan başı dik mağrur qualify (Türkçesi kalifiye) olmuşken. 2 senelik "zorlu" süreçte türlü badireler atlaktıktan sonra, takımını tanımakla kalmayıp Avrupa'da sesini duyurma sürecini başlatmışken. Ve tabi ki aynı soruları, papağan hesabı başkanlarının her dediğini yapan, statükocu, karakter fakiri yönetici ağır abilere (her yerde var bunlardan, siyasette de bolca- bir zührevi Türkiye hastalığıdır; tabi, bunu söylerken ayrıca geçmişte başkana muhalif bir kısım Fenerbahçe sevdalılarının şipşak tasfiye edildiğini bilhassa unutmayalım) de sormak lazım. Halis muhlis demokrat Obama'nın bile kabinesinde team of rivals kurmaya çalışmasına tüm dünya şaşım şaşım şaşırırken, bu türden ilerici bir yöneticilik erdemini Türkiye coğrafyasında ikamet eden tipik bir "başkan"dan beklemek safdillik/saftiriklik olur. Zira, ister devlet başkanı, ister apartman yöneticisi olun, Türkiye'de hep iktidarda olan tek bir politika vardır: Politikasızlık politikası! Günü birlik yönetiliyor, günü birlik yaşıyoruz heyhat! Şu gelsin, bu gitsin! Senin kaşın kara, senin gözlerin çekik. Sen antrenman olayını bilmiyorsun. Lakaytsın, dalgacısın, basitsin. Ben ne dersem o olur. İşte o kadar! 

Her fırsatta Fenerbahçe aşkıyla yanıp kavrulduğunu ilan eden Aziz Yıldırım'ın anaç aşkından ve yanık bağrından çekeceğimiz var. Nitekim, annemin de çok severek dediği gibi "ayı, yavrusunu severken öldürürmüş". 

UEFA'da bu gece ne olur?

Kehanetlere devam... Kehanet bölümünü klasikleştirmek istiyorum. 

CSKA Moskova-Lech Poznan: Basit. CSKA eşşek değilse, alır herhalde. Moskova muhabiri Hakan Aksay'ın bugünkü yazısına göre Moskova'da kar varmış. Fazla gol olmaz diye tahmin ediyorum: 1-0.

Zilina-Slavia Prag: Eski dost, yeni düşman Slavlar kapışıyor. Grubun dibindeki iki takımın da puanı yok. İki takımı da hiç izleyemediğim için tamamen atıyorum. Çek-o-slovakya derbisinde, nispeten zengin Çeklere feci kıl olan (kan davası var) Slovaklar maçı kazansın: 2-1. 

Galatasaray-Metalist: Metalist Kharkiv'in BJK ile oynadığı maçın bal olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. GS, evinde bir başka oynasa da, rahat çıkacağı maçta puan kaybı yaşayacaktır: 1-1.

Nijmegen-Tottenham: Harry Redknapp ile açılan Spurs'ün daha az gol yediğine şahit oluyoruz. Pavluchenko da çok önemli bir golcü olma yolunda sıçrayan adımlarla ilerliyor. 0-2.

Schalke-Manchester City: İki istikrarsız takımın mücadelesinde, ev sahibi ekip sert ve ters olmanın avantajıyla İngilizleri eli boş gönderebilir. Özellikle Halil'in son maçlardaki çıkışı Milli Takım için umut vaat edici. 2-1.

Club Brugge-St. Ettien: Valencia ile berabere kalan Brugge, 6 puan toparlayan dengesiz St. Ettien'i geçebilir. Bol gollü maç bekliyorum. 3-2.

Dinamo Zagreb-Spartak Moskova: Kendi evinde Zagreb kazansın:1-0.

Olympiakos-Benfica: GS karşısında izlediğimiz Benfica, tam anlamıyla dökülüyordu. Olympiakos ise nam-ı diğer Konstantinopol'de, Galatasaray'ı yanlış analiz etmenin kurbanı oldu. Muhteşem seyircisiyle çok iyi bir takım. 2-0.

PSG-Racing: Haftasonu Paris'i Lyon'u yenerken izledik. Muhteşem Sesegnon'a hayranlığımı özellikle iletme ihtiyacı duyuyorum- yöneticilerimiz maç izliyor mu acaba? Ya da transfer döneminde menajerlerin kakalama kampanyaları dışına çıkabildikleri oluyor mu? (bkz. Seriç). Ben de geçen haftasonuna kadar bilmezdim ama PSG kazabilecek güçteymiş: 2-1.

Partizan-Standart Liege: Partizan kazabilecek kadar iyi değil. Liege kerametini göstersin: 1-1. 

Rosenborg-Valencia: İlk maçta istediğini alamayan Valencia, sezon başındaki muhteşem performansından çok uzakta. Bu durumu, 8-10 maçlık başarılı bir periyottan sonra takımların yaşadığı rutin fiziksel ve psikolojik durgunluğa bağlıyorum. Soğuk havada az gol olur. 0-1. 

Sampdoria-Stuttgart: Sezonun hayal kırıklığı Stuttgart, fazla ümitlenmesin. Buradan da pek bir şey çıkaramaz. Beraberlik diyorum: 1-1.

Hamburg-Ajax: Geçen günlerde Bremen karşısında izlediğimiz Hamburg, değil Ajax kralı gelse yenecek güçte: 3-1. 

Deportivo-Feyenoord: Guardado'lu Türk dostu Depor, çıkış arayan Feyenoord karşısında zorlanabilir. Makaay için duygusal anlar. 1-1.

Portsmouth-AC Milan: UEFA Kupası'nı yedek oyuncuları hazırlamak için fırsat olarak gören Ancelotti, teknik direktör değişikliğiyle sarsılmış Pompey önünde her şeye rağmen favori. Puansız Pompey puan peşinde. Ama sanmıyorum: 1-3.  

26 Kasım 2008 Çarşamba

işin kolayına kaçmak

Bugün yolculukla geçti. O yüzden günü boş geçmemek adına, kendisinden aldığım çok özel izinle cherbe nin 10 Kasım'daki Tarkovski yazıma atfen yazdığı yorumu, henüz okuyamayanlar için tekrar yayınlıyorum. Müzikle ilgilenenler için, tek resimli üyemiz cherbe nin "Groove Geek" isimli bloguna bir göz atmanızı tavsiye ediyorum. Sağol bilader. Beyninin kıvrımlarına sağlık. 

"Bu yazının yeni bir şeyler söyleyebilme kaygısının olmadığı çok açık. Ama bilineni bu kadar güzel ifade edebilmek de önemli bir özellik. Özellikle zaman konusunda yapılan vurgu çok önemli. Hayatımızda maddenin ve mekanın yapaylığından, göreceliğinden sürekli yakınsak da, zaman olgusunu hiç sorgulamayız nedense, kabul ederiz. Nasıl ki bazen fiziksel yanılsamalar görüyorsak, bir şeyleri farklı algılayabiliyorsak, zamanın da yanılsamadan ibaret olduğu gerçeği öylece duruyor karşımızda. Eğer haddimi aşıp bir adım ileri gitmem gerekiyorsa, zaman yoktur diyebilirim. Bu da acı bir gerçektir. Bir milyon yıl ile bir saniye arasındaki farkı kim söyleyebilir? Dün ile çocukluğunuz arasında ne kadar fark var? 

Zaman denilen olgunun gerçek ve somut olduğu konusunda o kadar şartlanmışız ki, ölçüp biçip takvimler çizmişiz, saatler takmışız kolumuza. Belki de dünyanın dönerken çıkardığı sesi o yüzden hiç duymadık, dünya hep aynı 'hızla' ve kendimizi 'bildik bileli' dönüyor. Zaman da ben doğduğumdan beri hiç durmadı, yavaşlamadı bile gözümde. Peki ya bütün evrenin ömrünü içeren rulo şeklindeki bir film şeridine dışarıdan bakıyor olsaydık, zamanın dışında bulabilir miydik kendimizi? 'Gelecekte' 'bir gün' zamanın sona er'ecek' olması nasıl olurdu? Bir rüyadan uyanmak 'üzere' olabilir miyiz? Bu açılımları bile zamandan bağımsız yapamamak gerçekten acınası ve insanı boğan bir kısıtlama. Sonsuz boşluk ile bir nokta arasında nasıl kesin bir ayrım yoksa, nokta denilen şey tanımlanamayan farazi bir varsayımsa, her zaman çizdiğiniz noktadan daha küçük bir nokta söz konusu ise, sonsuz zaman ile bir 'an' arasında da bir fark yok o nedenle. Her anı daha küçük anlara bölmek mümkünken, kim tanımlayabilir anı? O halde bir an bin yıldır diyelim, buna inanalım. Keza bizim bir anımız bir sineğin 10 yılı olabilir? 

Bütün zaman bir ana sıkıştırılsa ve biz çocuk oyuncağı gibi bu yoğun topla oynuyor olsak, belki asıl gerçekleri görebiliriz. Yani, frenklerin deyimiyle, 'kutunun' dışında düşünürsek ve hatta kutunun dışına çıkabilirsek. Ne mi var o kutunun dışında? İşte evrenin gerçek yapıtaşı belki de. Ne zamanın ne de maddenin olduğu, ya da bizim bildiğimiz şekilde olmadığı. 

İsterseniz, 'arkhe' diyin buna, isterseniz enerji, hangi felsefe ya da hollywood pazarlama stratejilerine konu olmuş terminolojiyi kullanırsanız kullanın, bahsettiğimiz şey her neyse, varlık aynı özden geliyor ve algı sistemimiz bunu madde ve zaman olarak boyutlara ayırmamızı gerektiriyor. Buna ihtiyacımız var. Nasıl ki gözümüzün görebilmesi için ışığa, kullağımızın duyabilmesi için de titreşime ihtiyaç varsa, beynimiz için de, bilincimiz için de 'zaman'a ihtiyacımız var. Beynimizn yapısı mükemmel olsa da, sınırları var. Algı sınırlarımız olması gerekiyor, yoksa aşırı algıdan bünyemiz aşırı uyarılırdı, yaşayamazdık. Düzenimiz etkilenirdi, otistik insanlarn yaşadığı şey de bu. Gözümüzün morötesini, kızılötesini algılayamadığı gibi, beynimiz de bu zaman-mekan kombinasyonunun 'ötesini' algılayamaz. O halde insanın bu koşullarda, 'hayat' ya da 'evren' sonsuz ortamda yaşamını sürdürebilmesi için zaman kısıtıyla yaşaması gerekiyor. Bu boyutun ötesine geçmek tehlikelidir bizim için. 

Zamanda yolculuk mümkün olsa bile, bir eksen üzerinde, bir boyut üzerinde ileri geri gitmekten başka bir işe yaramaz. Herkes bu konuya odaklanmış durumda. Zaman elbette göreceli ve ileri geri gitmemize zaten gerek yok. Biz zamanda yolculuk halindeyiz zaten. Asıl insanı hayrete düşüren, sanki kibrit çöpleriyle oynarmış gibi, zaman eksenine yeni bir eksen eklemek. 5. boyutlu düşünme ihtimali. Ya da zaman boyutunu çıkarıp farklı bir boyut ekleyebilmek. İhtimaller ne olursa olsun, birileri aksini iddia edene kadar, ya da bir gün yeni bir boyut kapıyı aralayıp çıkagelene kadar zamana ihtiyacımız var. 'Bununla yaşamayı' öğrenmemiz gerekiyor. Şimdi ben bu yazıyı yazmaya başlayalı, ne kadar zaman geçti emin değilim. Belki onbeş dakika, belki de bir ömür, önemi yok çünkü az önceki anlarım yok oldu. Ve zihnim bana hatırladığını söylemese, başka kanıtım yok aksini iddia edecek. İşte sanırım Tarkovsky ana akım filmlerde gördüğümüz 'daha da' çarpıtılmış giriş-gelişme-sonuç'la bağlanmış zaman kavramından kaçıyor. Çünkü zaman o kadar eğlenceli değil. Hiçbirşeye girmiyoruz, hiçbirşey gelişmiyor ve de sonuçlanmıyor. Tarkovsky'nin filmlerindeki o cam gibi zaman algısı, zamanı birebir hissetmek, aslında içinde yaşadığımız her saniyenin ne kadar 'yavaş' ve emin adımlarla aktığına şahit olmak, insanı kutunun dışına çıkarmasa da, yüzeylerine yaslanmasına yardımcı oluyor. Duvarlara sırtımızı dayayıp biraz düşünüyoruz, dinliyoruz dışarıyı..."

25 Kasım 2008 Salı

nostalgia

Bugün Şampiyonlar Ligi var. Hem de, son zamanlarda sesi kısık ötücü kuşumuz Kanarya da sesini açmak için Kadıköy'de sahneye çıkacak. UEFA jargonuyla "Matchday 5" için. Önceki Şampiyonlar Ligi vakitlerinde yaptığım gibi skor tahminleri yapmak bayağı güç (zaten onları da tutturamamıştım); çünkü gruptan çıkmayı garantileyen takımlar, as oyuncularını dinlendirme yoluna giderken, şiddetle puana ihtiyaç duyanlar her pahasına gözlerini karartıp saldıracaklardır. Gerek Fenerbahçe'nin kazanabileceğinden kuşkularım olduğundan, gerekse Şampiyonlar Ligi için pekala yarın da bir görüş yazısı yazabileceğimden, bugün futbolu es geçip şöyle 10-12 yıl geriye gideyim diyorum. 20'lerin ortasında artık bizim de bir geçmişimiz oldu, ey okuyucular. Çocukluk ve yeniyetme çağlarımız. Özellikle "awesome" bu yazıyı çok sevecektir. Uzman görüşü katkılarını bekliyorum.

Koyu lacivert ceket içine açık mavi gömlek. Ceketle aynı renk olan kravatımın üstünde okulumun arması basılı. Bir kaç yıkamadan sonra soyulan cinsinden adi bir şey. Ve gri renk pantolon. Türlü yaramazlıklar, fırlamalıklarla nam salmış pencere boyunun en arkasındaki sıramda oturuyorum. Arkadaşlarım, gönül rahatlığıyla yumuşataraktan "pic" diye tabir edebileceğim kötü şöhretli çocuklar. Hani, şu 12-13 yaşında traş olmaya başlayan çocuklardan. Herkes teneffüste. Güzel bir gün. Pencereden dışarı amaçsız bakıyorum. Ders gününün bitmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Güneş, kızıl benekli yüzüme vururken gözlerimi kısıyor. Çillerimi hiç sevmezdim. Çillerim itibariyle çoktan çirkin olduğuma hükmetmiştim. O sinir bozucu noktaları sadece, kısa bir dönem dersimize giren resim öğretmenimizin bir keresinde, "çilli çocukları çok seviyorum" demesiyle sevmiştim. Öğretmenimiz çok güzeldi. Gururum okşanmıştı doğrusu. Neredeyse her gün, evde konu bir şekilde çillerime gelir ve ben de "bunlar geçer mi anne?" diye anneme sorardım. Annem de "geçer yavrum, bende de vardı" derdi. İnanmazdım ama haklıymış. Geçti. Yok oldular.

Delik sağ cebimde fazla param yok. Olsa olsa bir tane kocaman demir 50 binlikten; kiii bilen bilir o büyüklükte bir demir para, cep delik olsa da yere düşmez. Ama jeton olmuş 250 bin. Enflasyon bizi de vuruyor. Son derse girmek üzereyken, benim çoook sonradan dadandığım ve "iyi çocuk" olarak içten içe yadırgandığım atari salonuna gitmek için, arkadaşım süper zeka Şaban (kocaman kafası ve taa o zamanlar beyaz saçları vardı) ile sağdan soldan jeton parası dileniyoruz. Ne için lazım olduğunu söylemiyoruz tabi. Yoksa kimse vermiyor. Neyse ki, 2 jeton parası çıktı. Şimdi çalsın artık şu zil! Mozart makamında.

Hızlı adımlarla, yer yer koşarak okulun aşağısındaki atari salonundan içeri dalıyoruz. İçeri girer girmez, Şaban ile birlikte gözlerimiz, Mustapha'nın yüklü olduğu konsola dikiliyor. Mustapha boş! Çantaları ve ceketleri bir hışımda çıkarıp, salonda vestiyer işlevi gören bir sandalyeye fırlatıyoruz. "Insert Coin" yazısı bize göz kırpıyor şimdi. Yanıp yanıp sönüyor, namussuz. Ben kapılmasın diye konsolu tutarken, Şaban jeton alıyor 2 tane. Trinkkk ve trinkkk. İçerdeyiz.

İlk bölüm kolay sayılır. Hele ki, oyunu yalayıp yutmuş Şaban ile birlikte oynarken. Genelde Şaban Mustapha'yı alırdı. Bana da Jack kalırdı. Çok nadir Mustapha olduğum zamanlarda, Şaban Mess olmayı severdi. Yazılı olmayan bir kural vardır: Oyunda liderlik Mustapha'yı alan kişidedir. O ne derse, o olur. Ona göre strateji geliştirilir. "Erkek adam oyunda bile karı olmaz" hesabı, kimse Hannah'yı almazdı.

Kamera, uçucu bir dinozoru takip ederken altta "EASTCOAST 2513" yazısı beliriyor. Ne idüğü belirsiz bir çatıda, oyuna başlıyoruz. Mustapha ile Jack gökten iniyor. Bir kaç saniyeliğine dokunulmaz oluyoruz. Çatıda bizi bekleyen 2 adet tekinsiz tip var: Ferris'ler. Yumrukla, bize saldırıyorlar ama hesabı rahat görüyoruz. Tepede uçan dinozora bulaşmamak gerek. Sonrasında, bir iki tane daha kötü adam hakladıktan sonra, "Go" yazısıyla bize işaret edilen kapıyı kırıp binanın içine giriyoruz. İçerdeki heykelleri kırıyoruz. Bir tanesinin içinden "enerji verici" salata çıkıyor. Çatıda azıcık hırpalandığımdan salatayı ben alıyorum. Burası, bilmeyenler için sakin gibi görünmekle beraber bubi tuzağı var. Ben geride dururken Şaban, tuzağın görünmez ipine bilerek basıyor. Üzerimize doğru tüm güçleriyle koşarak şişko Wrench, şişko Hammer ve şişko Elmer saldırıyor. Adıyla barışık bıçakçı Blade'i de hallettikten sonra camı kırıp aşağı atlıyoruz. Aşağıda ilk kural duvara dayamak. Sonra da bunu yaparken yanlışlıkla arkadaşına vurmamak. Gökten üzerimize düşen şişko ile alçak sokak serserisini duvara dayayıp, ağzını burnunu bir güzel kırıyoruz. Şişkodan şifa niyetine dumanı üstünde steak çıkıyor. O da Mustapha'nın hakkı. Az ilerdeki tipleri de dövdükten sonra, lastiklerden çıkan hamburgeri alınca Şaban bana kızıyor: "Oğlum hemen almasana, daha dövüceklerimiz var". Bu arada, ekranda zaman beliriyor. Bölüm sonundaki çam yarması patrona 59 saniye içinde varmamız gerek. Endişelenecek bir şey yok; zaten geldik.

Vice T., bir takım ipe sapa gelmez sözlerle bize misafirperverliğini gösterdikten sonra kızgın dinozorunu ve "köpek"lerini üzerimize saldırtıyor. Elindeki silahı her ateşlediğinde yeni "köpek"ler peyda oluyor. Döv babam döv, bitmiyor. O ara ben 1 can yitiriyorum. Evlat acısı gibi koyuyor. Maymunlar bomba atıyor, şişkolar koşum koşum koşturuyor. Şaban, Mustapha'nın meşhuuur uçan tekmesiyle Vice T.'yi öldürüyor. Yavaş çekimde. "Gebeerrrr, pislik".

2. bölümde Butcher var. Onu da geçince, bozuk tozlu yollarda yine ilk bölümdeki "boss"a benzeyen tipi motor üzerinde öldürmek gerek. Aynı bölümde, olur da yola düşerseniz işiniz var. Kısacık bölüm upuzun oluveriyor. Ama bitirmek asla imkansız değil. Sonraki bölümde, belalı bıçakçı (adı Slice imiş) var. Ben genelde burada ölürdüm. Kazara geçersem, sonraki bol dinozorlu, çatlak profesörlü bölümde ölürdüm hep.
Oyun bu minval üzere akıp gidiyor. Hiç tek jetonla bitiremedim. İçimde bir ukte olarak taşırım. Ama bir keresinde, tek başıma ve tek jetonla sondan bir önceki çift bıçakçının olduğu bölüme geldiğimi çok net hatırlıyorum.

En kıl olduğum tipler tüfekliler, Poacher, Skinner ve Gutter idi. Zira, bunlar en hain cinsinden kötü adamlardı. %80 ortada dayak yemeyi bekler vaziyette gezinirken, bir de bakarsınız size nişan almış, ateş bile ediyor üstelik. Ya da durup dururken en afilisinden uçan tekme atıyorlar. 2 tekme ya da 2 kurşun yediğiniz vakit 1 canınız gidiyor. O canlar çok kıymetlidir vesselam. Her biri yarım jeton kıymetindedir. O yüzden, 1 sanal canımız gittiğinde bile içimizin yağları erirdi. Tabi, bu hak kayıplarının hiç koymadığı başka çocuklar da gelir Mustapha'yı kurcalarlardı. Ama, bu tip zengin çocuklarının arasından tek jetonla oyun bitirebilen çıkmadığı gibi, Mustapha'dan bizim aldığımız hazzı alamazlardı. Neden? Çünkü "can" kıymetli değildi onlar için.

Böyle kendimizi kaybedip oynardık işte. Bizimkiler sürekli çalıştığından, ablam da okulda olduğundan (zaten o bana pek takılmazdı) eve gidince "neden geç geldin" diye soracak, hesap vereceğim kimse olmazdı. Eve gelince de çantayı bir daha fırlatıp top koşturmaya giderdik. Ödevleri de, akşama doğru bizimkilerin yanında aradan çıkarırdım. Ne güzel günlermiş! Tek derdimizin, bir an önce büyüyüp ciddiye alınmak olduğu günler. Kaygısız.

Mustapha bizden biriydi. Adını "Mustafa" koymuştuk bir kere. Sonradan öğreniyoruz ki, oyunun gerçek adı "Cadillac and Dinosaurs"muş. Bizim için Mustapha'ydı ve hep öyle kalacak.

24 Kasım 2008 Pazartesi

güzel ülkemizde bok yoluna gitmenin 5 hali


Devletine "katil" dedirtmeyen, üstelik karşı geleni vurma eğilimi gösteren milletvekillerimizin düşündüğünün aksine, onlar yükseklerde dokunulmazlık zırhına bürünmüş parlak göğüsleriyle şişim şişim şişinirken, biz "sıradan" vatandaşlar, aşağılarda her gün o devlet silahının soğuk namlusunu şakaklarımızda hissediyoruz. En olmadı hissedenleri görüyoruz, okuyoruz, öğreniyoruz. Akıl almaz "şiddet+tuhaflık" kombinasyonlarıyla öne çıkan ülkemiz 3. sayfalarının yazarlarını bile şaşırtabilecek seviyedeki türlü talihsizliklerle (pardon doğrusu ihmaller olacaktı) bedenen veya ruhen (ama çoğu zaman topyekün) zarar görüyor insanlarımız. Hem de her gün. Kolonya kokusu gibi ilhamı uçup giden Tarantino'nun, olur da bir göz atarsa, aradığı şiddeti Türkiye sınırlarında bulabileceğine eminim. İşte, "%97 Anadolu + %3 Avrupa" topraklarında, bok yoluna gitmenin seçilmiş (sample) 5 hali.

1. Vurun kahpeye (bok yoluna gitmenin yalın hali...): 5 Ekim'de Okmeydanı'nda, bir restoran için motosikletli kurye servisi yapan Selahattin Cirit (27) isimli "vatandaş", yaklaşık 50 kişi oldukları iddia edilen bir grup tarafından dövülmüş. Hastaneye kaldırılan Cirit, hayatını kaybetmiş. Mahallede oturanlar, genelde üç maymunu oynarken, Cirit’in okul önlerinde çocukları taciz eden kişi olduğu şüphesiyle linç edilmiş olabileceğini söylemişler. Ancak yapılan çalışmalarda, tanıyanlar tarafından hiçbir olumsuz hareketinin bulunmadığı ifade edilen Selahattin Cirit’in, bir yanlışlığa kurban gitmiş olabileceği belirtiliyor! Saldırganların kaçış güzergahında bulunan bazı MOBESE ve güvenlik kameralarını inceleyen polis, sekiz kişinin kimliğini belirlemiş. DHKP-C üyesi oldukları öne sürülen 3 kişiyi de gözaltına almış. Ama henüz bir sonuç yok. Şimdiii, söyleyin: Selahattin Cirit'e n'oldu? En yalın haliyle bok yoluna gitti mi? Gitti. Geçmiş olsun.

2. Zabıta telsizi (bok yoluna gitmenin yönelme hali...- e): İzmir’in Güzelyalı semtinde zabıtalar, sokakta gördükleri seyyar satıcılara müdahale ediyorlarmış. Eşiyle beraber yürüyüşe çıkan 57 yaşındaki emekli işçi Doğan Kalender, “Ayıp yaptığınız arkadaşlar. Onlar da bu ülkenin yurttaşlarıdır. Ekmek parası için çalışıyorlar” diyerekten tartışmaya müdahil olmuş. Zabıta memuru H.D, Kalender'in başına telsiziyle vurmuş. Eşinin gözleri önünde aldığı darbeyle yere düşen Kalender, başını kaldırım taşına çarparak komalık olmuş ve kaldırıldığı hastanede üç gün sonra ölmüş. Zabıta memuru, çıkarıldığı mahkemece tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmış. Cenazede, Konak Belediye Başkanı Muzaffer Tunçağ, zabıta hakkında idari soruşturmanın başlatıldığını müjdelemiş! Unutmayalım, daha önce de Ankara'da içki satan bir büfeye, kendini zabıta zanneden "belediye fedaileri" sopalarla saldırmıştı. "Punisher" hesabı.

3. Kesikkulak (bok yoluna gitmenin yükleme hali...- i): (Her zamanki gibi) Taraf gazetesinin haberine göre, 15 yıl önce, çatışmaların yoğun olarak yaşandığı, köyde kalmak için korucu olmanın zorunlu kılındığı bir dönemde Yüksekova’nın Demirkonak Köyü sakinlerinin bazıları yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kalırken, köyün yaşlıları ise gidecek yerleri olmadığından köylerinde kalabilmek için devletten silah almak zorunda kalmışlar. İşte bunlardan biri de şu an 76 yaşında olan Muhittin Örtaş’mış. Örtaş, korucu statüsüne alınmış. Bir süre sonra, köylülerin silah aldığını duyan PKK’lılar, Demirkonak Köyü’nü basarak, Muhittin Örtaş ve iki kişiyi daha kaçırmışlar. 5-6 km yürüttükten sonra, yolda iki kulağını da kesmişler. Sonra da kanaması çok olduğundan, ölmesinden ürkerek yol ortasında bırakmışlar. Serbest bırakılan diğer köylü, Muhittin Örtaş'ı sırtında taşımış. Ama bir süre sonra o da bırakıp kaçmış. Yaşlı adam, kendi çabalarıyla sürüne sürüne civar köylerden birine ulaşmış. Oradan da hastaneye götürülmüş. Tedavi için GATA'ya başvuran aile, olumsuz yanıt almış. Bu süreç içinde yaşadığı travmadan Muhittin Örtaş'ın gözleri kör olmuş. Ama bitmedi. 1998'de, köyünün muhtarının "10 gündür köy dışında ve nerede olduğu bilinmiyor" tutanağı üzerine, geçici köy koruculuğu görevine son verilerek maaşı kesilmiş. Bitmedi. 2005 yılında, 5233 sayılı "Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkındaki Kanun"dan yararlanmak istemiş, ancak talebi reddedilmiş. Bunun üzerine, oğlu Yasin Örtaş, İçişleri Bakanlığı aleyhine 70 bin YTL'lik tazminat davası açmış. Tabi ki, kazanamamış- ne zaman devlete karşı açılan bir davanın kazanıldığını gördük ki? AİHM kararları dahi uygulanmazken. Bitmedi. Dava, üst mahkemeye gitmiş. Orada da kısaca, "PKK'nın yaptığı ne malum?" şeklinde özetlenebilecek bir gerekçeyle davacının talepleri tekrardan "haksız" bulunmuş. Yaşanan bu olaylar üzerine, Muhittin Örtaş'ın oğlu Yasin Örtaş, "bize ayrımcılık yapılıyor; onurumuz çiğnendi, askere gitmeyeceğim" diyerek vicdani retçi olmaya karar vermiş.

4. Mayına basma, yanarsın ya da "ortada kuyu var yandan geç" (bok yoluna gitmenin bulunma hali...- de): Hayvanlarını otlatmak için kuzenleriyle Van'ın Çaldıran ilçesine bağlı Hangedik köyü Tepeli mezrası kırsalına giden Erdal Saçak (16), önceden araziye döşenen mayına basmış. Erdal Saçak, olay yerinde yaşamını yitirken, Saçak’ın yanında bulunan kuzenleri Ramazan (15) ile Veysel (17) Saçak yaralanmış. Her biri, bu tür "münferit" olaylar atlatan ampute futbol milli takımı oyuncularımız, Dünya 3.sü olmuştu geçen yıl. Milletvekillerimiz ise geçen ay, "neden bu kadar çok insanın bacağı kesiliyor acaba" diye düşünmek yerine, hem Hasan Doğan'ı anmak, hem de ampute futboluna destek olmak adına ampute milli takımımız ile bir gösteri maçı yapmıştı. Tabi ki yenildiler: 4-2. Ayrıca, yeni yeni öğreniyoruz ki Türkiye, Ottawa protokolü icabı verdiği mayın temizleme sözünü, Belarus (Avrupa'nın son diktatör ülkesi diye sevgiyle anılır) ve Yunanistan (bakın aslında ne kadar da çok ortak yönümüz var) ile birlikte yerine getirmeyen 3 ülkeden biriymiş. 2007 yılı sonu itibariyle sınırlarımız içinde, çoğusu (tabi ki) bizden ırak olarak döşeli duran 982 bin 777 nur topu gibi mayınımız varmış- Kurtlar Vadisi Pusu.

5. Tecavüz! Tecavüz! (bok yoluna gitmenin ayrılma hali...- den): Dizi oyuncusu A.A., kısa bir tatili için Büyükada’ya gitmiş. Daha önce de sürekli gittiği otelde kalan 31 yaşındaki oyuncu, akşam saatlerine doğru bisikletiyle tura çıkmış. Adanın arka tarafında 17 yaşındaki bir faytoncu, kimsenin olmamasını fırsat bilip, A.A.’nın üzerine çullanmış. Sonrasında cep telefonunu da gasp ederek kaçmış. Her fırsatta, ne kadar misafirperver, insaniyetli, vicdanlı, mutassıp ve ahlaklı olduğumuzdan dem vuran biz Türklerin bu ahlak anlayışının, bizim gibi "mutaassıp" olmadığını düşündüklerimize karşı cinsel bir şiddete dönüşme hakkı her zaman vardır. Azıcık mini, dekolte giymesi yeter. Haaa, bir de yabancıysa her tarafını kapatması dahi bir şeyi değiştirmez (bkz. Pippa Bacca olayı). Ahlaksızdır bir kere ve dolayısıyla tecavüze cevaz vardır. Memlekette bu kadar çok tecavüz meraklısı varken, erkek dünyamızda/biliçaltımızda topyekün bir tecavüz fantezimizin var olduğunu düşünmeye başladım.

Polis kurşunlarını çok işledik; farkındaysanız onlara değinmedim bile.

Not: Ablacığım ve sevgili arkadaşım Omar, öğretmenler gününüz kutlu olsun... Gıyabınızda ama olsun.

23 Kasım 2008 Pazar

haftanın güzeli (IV)


Geçen hafta, (CHP'nin de eşsiz katkılarıyla) yine gündemimiz çok doluydu. Değerli köşe yazarları (daha çok benim takip ettiklerim, her ne kadar aralarında sapına kadar hak eden çoksa da diğerleri değersiz diye söylemiyorum), bir çok iyi yazıyla seslerini duyurdular. Kafamda çekişmeli bir müsabaka yaşandı. Özellikle, Perihan Mağden'in "Falsetto"su ile Murat Belge'nin "Yasa ile Vicdan"ı aklımı çok kurcaladı. Ama onları şimdilik, ileride yayınlamak üzere saklıyorum. Bir göçmen olarak, göç/göçtürülme konularına ve ardından gelen aidiyet sorunu gibi artçı sarsıntılarına duyarlı olduğumdan, bu hafta (dikkat! Eski Sorbonne dekanı) Ahmet İnsel'i (bkz. resimdeki münasebetsiz adam, yakışıklı da üstelik; ödülü tamamen hak ediyor), daha doğrusu 16 Kasım Pazar günü Radikal İki'de çıkan "Özür dilemek artık bir zorunluluk" adlı yazısını "haftanın güzeli" ilan ediyorum. Biraz uzun (tepki alsam bile- "ha ha ha". Kendimi ciddi ciddi yazar, "önemli kişi" sanmaya başladım), ama kısaltmak gibi bir niyetim hiç yok. Buyrunuz:

"Vecdi Gönül, nihayet, Türk milli devletini oluşturan etmenler arasındaki yeri resmen kabul edilmeyeni açıkça dile getirdi. Bir tabuyu yıktı. Bu yazı kaleme alındığı tarihe kadar, diğer bakanlardan, Başbakan’dan, üyesi olduğu partinin sözcülerinden, Genelkurmay Başkanlığı’ndan herhangi bir eleştiri ifadesi gelmemişti. Milli Savunma Bakanı’nın Belçika dönüşünde havaalanında yaptığı telafi amaçlı sözler, işin esasının daha bir vurgulanmasına yaradı. Bir buçuk yıl önceki seçimlerde seçmenlerin oyunun neredeyse yarısını almış olan, temsil gücü yüksek bir partinin Milli Savunma Bakanı’nın ağzından, milli devletinin harcında kapsamlı bir etnik temizlik zihniyeti bulunduğunu Türkiye’nin kabul ettiğini söyleyebiliriz.
Sadece Rumlara karşı değil, Müslüman olmayan Osmanlılara karşı, l. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde çok büyük bir etnik temizlik harekatı başlatıldı. Önce Ege’de Rumlar, Trakya’da Bulgarlar hedeflendi. Ardından 1915’te Osmanlı Ermenilerine yönelik kapsamlı ve sistemli biçimde yürütülen tehcir kararı uygulandı. Tehcir sırasında büyük bir kıyım yaşandı, Ermeni kırımı yapıldı. Etnik temizlik Güneydoğuda kadim şark kiliselerine mensup cemaatleri de içine aldı. Lozan’da kararlaştırılan, Yunanistan’la Türkiye arasındaki Müslüman ve Ortodoks nüfusun zorunlu mübadelesi sırasında tehcir artığı Ermenilerin bir kısmı daha ülkelerini terk etmeye teşvik edildi. Ardından sıra Yahudilere geldi. 1930’larda Trakya’daki Yahudi nüfus neredeyse bütünüyle bölgeden göç ettirildi.
Organize yağma
En başta Ermeni tehcirinde elkonanlar olmak üzere, kaçan veya öldürülenlerin bıraktıkları mallar paylaşıldı. İttihat ve Terakki, bir tür kılıç hakkıyla elde edilmiş bu ganimetten alması gereken geleneksel payı aldı. Ganimetin bir bölümü Balkan muhacirlerine verildi. Cumhuriyet sonrasında iktisadi planda sivrilen bazı Sünni-Müslüman tüccar ve sanayicinin ilk sermaye birikimi elkoydukları, yok pahasına kapattıkları Ermeni ve Rum mallarıydı. Toprak mülkiyeti büyük ölçüde el değiştirdi. Son dönem Osmanlı tapu kayıtlarının ulusal güvenlik açısından sakıncalı olduğunu belirtmek ihtiyacını, Milli Güvenlik Kurulu neden duymuş olabilir ki?Vecdi Gönül, mübadele ve tehcirin nasıl hayırlı bir iş olduğu görüşünü desteklemek için, İzmir Valisi iken İzmir Ticaret Odası’nın kurucuları arasında hiçbir Müslümanın olmadığını, Ege’de verimli toprakların azınlıkların elinde olduğunu müşahade ettiğini söylüyor. “Cumhuriyet öncesinde Ankara Yahudi, Müslüman, Ermeni ve Rum olmak üzere dört mahalleden oluşurdu” diye hatırlatıyor. Tehcir ve mübadele olmasaydı, Türk ulusunun başkenti böyle olacaktı, halinize şükredin, demeye getiriyor.
Mübadele, tehcir, korkutup kaçırma, toplu katliamlar sermayenin bütünüyle el değiştirmesine, gayrimüslimlerin iktisadi ve sosyal yaşamdan neredeyse bütünüyle silinmelerine yetmedi. Etnik temizlikten geriye kalmış gayrimüslimlerin servetlerinin bir kısmına daha sonra Varlık Vergisi ile elkondu. Bu sadece servetin bir kısmına elkoyma değil, aynı zamanda gayrımüslimlerin iktisaden belini kırma operasyonu idi.
6-7 Eylül’de bu kez vergi yoluyla değil, özendirilmiş ve organize edilmiş yağma aracılığıyla nihai darbe vuruldu. Türkiye artık tamamen Türklerindi!
Bu “Türkler” tabirini düzeltmeliyiz. Artık Türkiye, nüfusunda İslam yazanlarındı. Elbette egemenlik ne kadar kayıtsız ve şartsız milletin olduysa, Türkiye de o kadar nüfusunda İslam yazan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının oldu. Kendini Kürt olarak tanımlayan ve bunun tanınmasını talep edenler ağır biçimde hırpalandılar.
Sünni olmayanlar ve özellikle Aleviler kimlik inkarına, yer yer kitlesel katliamlara maruz bırakıldılar. Ne var ki onlara potansiyel olarak Sünni Türk kimliği içine asimile edilecek gözüyle bakıldığı için, aykırılardı ama “yabancı” değillerdi. Alevi veya Kürt için yabancı dendiğini duymamışsınızdır. Türkiye’de gayrimüslim yurttaşların 'gavur' olarak tanımlanması değil, esas olarak 'ecnebi', 'yabancı' olarak tanımlanması Türk ulusal kimliğinin harcında bulunan ve Vecdi Gönül’ün açıksözlülükle işaret ettiği bir özelliği ele verir.
Bazı tarihçiler bu yapılanları nüfus mühendisliği olarak tanımlıyor. Yalnız Türk ulus-devletinin değil, yakın çevremizden örnek vermek gerekirse, Osmanlı mirası üzerine inşa edilmiş tüm ulus-devletlerin kuruluşunda benzer bir nüfus mühendisliği zihniyeti ve büyüklü küçüklü etnik temizlik operasyonları yatar. Balkan sürgünleri ve mezalimi, İsrail kurulurken Filistinlilerin başına gelenler... Bugün etnik temizlik konusunda Türkçe yayımlanmış zengince bir kütüphane var artık elimizde. Kimsenin bilmiyorum deme hakkı yok. Bilmek istemiyorum diyebilir elbette ama o zaman susmayı da bilmelidir.
Türk Tarih Kurumu eski başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun yaptığı gibi, 'bütün dünyada bu böyle olmuş' diyerek, bütün günahı savaşın sırtına yüklemek de mümkün değildir. 1934’te, 1955’de savaş mı vardı? 1915’de Bursa, İzmit veya Balıkesir Ermenileri de mi Rus ordusu saflarında savaşmaya başlamışlardı? Ya da ellerine silah alıp isyan mı etmişlerdi?
Tahammülsüzlük...
Halaçoğlu Yunanistan’ın Trakya’da 120 bin kişiye 'tahammül edemediğini' söylerken, çok doğru bir kelime kullanıyor. Türkiye’de de yalnız devlet değil, Müslüman çoğunluk da gayrımüslim azınlığa tahammül edemedi. Nüfusun binde ikisi kadar kalmış olmalarına rağmen, hâlâ tahammül edemiyor. Hrant Dink’i öldürtenlerin amacını bir kenara bırakalım. O öldürüldüğünde çok ciddi bir öfke, keder ve utanç duyan Türkiyeliler kadar, belki daha fazla sayıda, açıkça veya için için sevinen Türkiyeli yok muydu? Hâlâ yok mu?
'Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba milli devlet olabilir miydi?' sorusunu soruyor Vecdi Gönül. Riyakârlığa gerek yok. Milli eğitim tornasından geçmiş Türklerin önemli bir bölümü, belki büyük çoğunluğu için bu sorunun yanıtı, 'hayır'dır. Ahmet Turan Alkan’ın bu soruya verdiği dört dörtlük yanıt, okumuşlar sınıfı içinde korkarım azınlıkta kalır: “Milli devlet, halkının ‘masif’, yani benzer özellikler taşıdığı bir devlet modeli değildir. (...) Milli devlet, herkesin aynı etnik kimliği taşıdığı, aynı dili konuştuğu, aynı inancı benimsediği devlet modeli değildir. Buna kısaca Faşizm derler. (...) ‘Rumlar, Ermeniler hâlâ aramızda olsaydı, nice olurduk’ beyanı talihsizliktir. (...) Eğer varlıkları hâlâ devam ediyor olsaydı, hem iktisâdi hem de medenî ve kültürel nokta-i nazardan daha zenginleşeceğimizi düşünmüşümdür hep. Tehcir ve mübâdelenin fiili planda Türkiye’de Müslüman nüfusu çoğunluğa geçirdiği doğrudur; bu olguya sevinmek yerine yerinmemiz daha isabetli olur”. Alkan, bunun ardından, Ermeni ve Rumların bu topraklarda artık olmamasının, “bizi kendi tekilliğimizle yüz yüze getirdiğini” söylüyor. Bu tekilliğe belki de yoksulluğumuz denmesi gerektiğini ilave ediyor (Zaman, 12 Kasım).
Alkan’ın eleştirisi, Vecdi Gönül’ün aslında son derece önemli bir olguyu dile getirmiş olduğunu unutturmamalı. Türkiye’de milli devlet ve milli kimlik, Ermeni, Rum ve daha sonra Yahudi, Süryani varlığının bu topraklarda yaşayamamasına, yaşatılamamasına dayanan bir asabiyyeyi de içerir. Tüm tarihsel, kültürel kökleri bu topraklarda ve sadece bu topraklarda olan milyonlarca insanın bir kısmının yok edilmesi, geri kalanının ise ülkelerini terk etmeye mecbur bırakılması milli devletin ve onun ideolojisinin güçlü bir besin kaynağıdır.
Bununla övünenler, beyaz bereyle dolaşmayı bir haslet olarak görenler olabilir. Her toplumda faşist zihniyet az veya çok barınır. Ama herkes bilmelidir ki, yüzleşilmedikçe bu milli kimlik bilinci bir bütün olarak yaralı kalacaktır. Kendi tarihiyle yüzleşmeyi reddetmek, Cengiz Çandar’ın kelimeleriyle, burayı 'yakın tarihinden kaçan, tarihinin üzerini örtmeye uğraşan ve böyle davrandığı ölçüde <çağdaş, medeni ve aydınlanmış> olamayan insanların ülkesi yapmıştır'. Aydınlanmış olamamanın eğitimsizlikle bir ilişkisinin olmadığının en açık göstergesi, bütün lise veya üniversite dönem arkadaşlığı mail gruplarına boşalan kin ve nefret söylemleridir.
Vecdi Gönül, 'günümüzde Güneydoğu’da verilen mücadelede, bu ulus inşasında ve özellikle tehcir sebebiyle kendilerini mağdur sayanların katkısının reddedilemeyeceğini' ilave ediyor. 'Sünnetsiz Kürtler', 'gizli Ermeniler' imasında bulunuyor. Böyle bir imanın günümüzde Kürtlere, Ermenilere ne gözle bakıldığını ele vermesini bir yana kaydedelim. Ama Vecdi Gönül gibi düşünenler hiç olmazsa kabul etmelidir ki, inkarla, unutmaya çalışmakla izlerini ve etkilerini silemediğimiz o yara bugün de derinden kanamaya ve kanatmaya devam ediyor. Bu durumda Vecdi Gönül’ün istifasını falan istemek yerine, tam tersine onun açtığı kapıdan ilerleyebiliriz. Milli Savunma Bakanı mübadele kadar tehcirin de milli devletin oluşmasında olmazsa olmaz önemini vurguladı. Bu ülkenin medeni, çağdaş ve aydınlanmış insanları, bu ulusun inşasında payı olan Ermeni tehcirinin neden olduğu kırım, katliam, eziyet ve yerinden yurdundan etmelere maruz kalmış olanlardan neden özür dilemesin?
Milli devletin varoluşunda, yok olmalarının önemli bir payı olanlardan bugün devletin bir özür dilemesi boynunun borcudur. Bu topraklarda yaşamaya devam eden bizlerin Ermenilerden özür dilememiz insanlık borcumuzdur."

21 Kasım 2008 Cuma

"tıpkı bir morsa benziyorsun..."


Dün akşam TV8'de "Tutunamayanlar"a rastlayınca bir hoş oldum, sevindim. Kaçıncı seferdir izliyorum, hiç bıkmıyorum. Üzerine bir şeyler yazma ihtiyacı hissettim. Yalnız, dublajsız halini de defalarca izlediğimden, dublajlı hali pek içime sinmedi. Siz bulursanız (kiii kankalara duyurulur: bende DVD'si mevcut, yalnız şu an bir dostta ödünç) orjinal haliyle izlemeniz daha hayırlı olur.

Orjinal ismi danca "Voksne Mennesker", yani "yetişkin insanlar" olan filmin, ingilizcesi de "dark horse" dur. Yani "sürpriz at" (dark horse "nick"lerimden biri olduğu için hassasım. Açıklama ihtiyacı duyuyorum. Bir kısım insanların üstüne atladığı gibi manası, "karanlık at" hiç değildir. İnsan, hayvan, eşya fark yapmaz; sürprizleri vurgulamak için kullanılır- cümle içinde kullanıyorum: "Necmi was the favourite of 100m Men Olympic Final, but Ussain Bolt has been a dark horse").

Türkçeye "tutunamayanlar" olarak çevrilmesi ise, Oğuz Atay'ın romanına öykünmenin ötesinde, her ne kadar alakasız gibi görünse de, filmin meramını iyi anlattığından hoştur. İki erkek karakterin üzerinden anlatılan, verilmek istenen duygu daha çok erkeğe ve erkekliğe mahsus sıkıntılar olduğundan, kadınların filmi erkeklerin anladığı derinlikte kavrayıp, bağırlarına basıp basmayacaklarını özellikle merak etmişimdir. Filmin genç karakteri graffitici Daniel, ilişkide olduğu yan karakterlerin fazlalığından ötürü daha çok öne çıksa da, diğer kahraman (ya da anti-kahraman ama benim için kahraman) canı harbiden çok sıkılan (çocuklara yanlışlıkla alkol verir, geceleri evinde uyuyamayıp zar atar, mahkeme salonundakilere "nihai kararı düşünüyorum" izlenimi vermek için içerideki ofisinde salak salak delgeçle oynayarak vakit geçirir) yargıç favorimdir. Şahane diyaloglar bir birini izler. Akış hiç bozulmaz. Daniel ile yargıcın birbirinin zıddı olduklarını belirterek hikayeyi fazla anlatmadan geçiyorum. Daniel, hayatını düzene koymuş saygın yargıcın, yargıç da umursamaz Daniel'in yerinde olmak istemektedir esasen.

Damak tadıma çok uygun ince bir mizaha sahip filmin (ve dolayısıyla genç İzlandalı yönetmen Dagur Kari'nin- evet bir kuzeylinin böylesine iyi espri anlayışına sahip olması beni şaşırtmıştı en başta), renk ve ışık kullanımı da benim için mükemmele çok yakın. Tabi ki Tarkovski, Nuri ya da Zvyagintsev gibi bir görüntü şöleninden bahsetmiyorum. Zaten "Tutunamayanlar", o kadar sert ve yerinde ağır bir film hiç değil. Dramatik yapısı diyaloglara bile işlemiş olmasına rağmen, (zeytinyağı gibi) hafif ve (zeytin gibi) iyimser bir film. Ben daha çok filmin anlatımına (tarzına) uygun bir kamera (hareketli, savurgan ve yer yer çok karanlık- en çok yargıcın sahnelerinde) ve renk kullanımından bahsediyorum. Özellikle filmin sonundaki sürprizi çok seviyorum. Uyuyan güzeli öpmek, ya da öpmemek. "Dokunursam kırılır" korkusuyla en iyisi hiç dokunmamak.

Bir de, "Tutunamayanlar"da kullanılan yenilikçi bir kurgu tekniğini çok estetik buluyorum. Art arda tekrarlarla, bazı sahnelerin altı çizilir. Filmde, ufak tefek ileri sarmalarla aynı görüntüleri, müzik eşliğinde üst üste izliyorsunuz. Anlatabildim mi emin değilim. En iyisi izleyip görmek zaten.

Filmin müzikleri de ilk uzun metrajlı filminde (albino noi, Türkçesi "buzdan hayaller") olduğu gibi yönetmenin kendi grubu "slowblow" tarafından yapılmış. "Buzdan Hayaller" de renk kullanımındaki ustalık ve sahip olduğu keskin mizahla "Tutunamayanlar" ile benzer özelliklere sahip. Ama bu film, daha bir olgun, daha bir usta işi. İlk denemede iyi yemek yapılmaz. Ama ikinci tencerenin sahiden tadı damağımda kaldı. Ne zaman canım çekse zulamdan çıkarıp izliyorum.

2005 yapım yıllı, modern bir klasik. Kanımca.

İlla ki bir not: Filmin fragmanını da koymayı düşündüm, ama YouTube u yutmuşlar gene. Hali hazırda kapalı olduğu halde, Atatürk'e hakaretten bir kez daha kapama kararı çıkarılmış. İki kez kapatmışlar yani. Hani, toplamda 250 yıl istenen suçlular var ya. Öyle bir şey heralde. Tebrik ediyorum savcılarımızı tekrardan. Yoksa -Allah muhafaza-, o zararlı vidyoları izleyip genç diğmalarımız kirlenebilirdi.

20 Kasım 2008 Perşembe

kim gelsin?


Hazır haftanın olayı çarşaf meselesini de halletmişken, vakit geçirmeden bir Fenerbahçe yazısıyla kafa dağıtılabilir, soluk alınabilir. Geçen hafta "kim gitsin?" diyerekten kağıt üzerinde bir nevi futbolcu kıyımı gerçekleştirmiştim. Ama buna ifade özgürlüğü deniliyor canım. Londra'nın Hyde Park'ında kraliçeye küfür etmek nasıl serbetse (kürsüye çıkıp konuşmanın icat olunduğu yer diye biliyorum; yanlışsam düzeltin), blog ortamında da her konuda atıp tutmak serbesttir (şimdilik). İşte bunu seviyorum.

Futbolcuların gıyabında konuşmak, kovuşturmak kolay diyebilirsiniz. Getirin Volkan'ı, getirin Uğur Boral'ı, yüzüne de söylerim. Hatta, geçen haftaki yazıda bahsetmeyi unuttuğum Burak Yılmaz'ı getirin bana. Kaçışın yok Burak. Bu kafayla sen de benim Fenerbahçe tahayyülümde katiyen gidicisin.

"Kim gelsin" yazısı için futbolcu düşünürken, aklıma mütemadiyen forvet oyuncuları geldi (Fenerbahçe'li olduğumdan mıdır nedir). Halbuki bizim sorunumuzun orta sahada olduğunu tespit etmiştik. Bu yüzden, forvet bölgesi dışında isim arayışında oldukça zorlanacağımı (yazının bu kısmına gelene kadar henüz kayda değer oyuncular bulamadım) itiraf etmeliyim.

Eveeeet, Burak Yılmaz'ı da yolladıktan sonra yeni transferlerimize başlayabiliriz. Yurtdışı piyasa oldukça karışık olduğundan, Turkcell Süper Lig'den de yardım alalım.

Ortasaha denemeleri

1. Mehmet Topuz: Varsa, yoksa Mehmet Topuz! Roberto Carlos'un bile, geçen yıl bir panelde mi ne Mehmet "Topiz" adına oy vererek, onu bu ligin en iyi oyuncularından biri olarak görmesine şaşmamak gerek. Bazen bana öyle geliyor ki, bu adam iki 90 dakika üst üste oynayabilir. Top tekniği, gücü, enerjisi ve çok yönlü oyunuyla varsa yoksa Mehmet Topuz! Hasta orta sahamıza ilaç gibi gelir vesselam.

2. Özer Hurmacı: Şu an ligin en iyi orta sahasına sahip görünümdeki Ankaraspor'un, daha çok hücuma yakın oynayan orta alan oyuncusu. Hali hazırda, ligde 5 asisti var. Kısa boylu ve dinamik bir oyun karakterine sahip. Çok teknik bir oyuncu olduğu duran topları da kullanmasından anlaşılabilir. Fakat, onun da kafadan sorunları muhtemel. Son FB-Ankaraspor maçında kendisine yapılan muğlak faul üzerine hakeme gösterdiği tepki ve hezeyan sonucunda, hem hakemden hem de benden sarı kart görmüştür.

3. Appiah: Unutalım her şeyi. Masa başında anlaşsak, Kara Boğa'mıza kavuşsak fena mı olur? Hem 17 milyon Avro tazminattan da diplomatik hareketlerle kurtulmuş oluruz. Sağlıklı halinde onun gibi takım oyuncusu zor bulunur.

4. Gökhan İnler: Çok ütopik oldu, ama olsun. Kendisi Arsenal'e bile tın çekmiş bir kişilik. Udinese'de harikalar yaratıyor. İzleyebildiğimiz kadarıyla.

5. Ali Karimi: İran'ın yaşayan efsane topçusu şu an Bayern kadrosunda. Ancak, hem sakatlıklardan, hem de kadro derinliğinden fazla forma şansı bulamıyor. Orta sahada hem ofansif, hem defansif oynayabilen 30 yaşındaki Karimi'yi, yöneticilerimiz "gel müslüman ülkede top oyna" diyerekten kandırabilirler. Umarım.

6. Theo Weeks Lewis: 18 yaşındaki (ya da kafa kağıdında öyle gözüken) Liberyalı orta saha oyuncusunu, Aykut Kocaman Cezayir'de keşfetmiş. 5 yıllığına da imza attırmışlar. Fizik olarak çok kuvvetli olan küçük Theo, dengeli bir oyuncu görünümde. Ankaraspor'un sağlam orta sahasının şimdiden önemli bir ismi oldu. Bu arada, çok fazla Ankaraspor'lu oldu. Aynı takımda oynayan Anıl'dan da burada bahsedip geçeyim bari.

7. Gustavo Colman: Trabzonspor yeni transferini bırakmayacaktır tabi. Yine de kendisine beğenimi belirtmek isterim. Zamanında da Vestel Manisa'lı Selçuk'u beğeniyordum. N'oldu? Onu da Trabzon aldı; biz de hedef şaşırıp aynı takımdan Burak'ı aldık!

8. Nuri Şahin: Genç solak yetenek, orta sıra takımı Borussia Dortmund'dan transfer edilebilir gibime geliyor. Fahiş fiyatlar ortada uçuşmazsa tabi.

9. Tymoschuk: TV8'deki ilk yıllarında Fikret Engin kendisini, "Tomusçuk" olarak telaffuz ediyordu. "Tomusçuk" aşağı, "Tomusçuk" yukarı. Hey gidi günler hey. Yaşlanıyor muyuz, ne. Şampiyon Zenit'te forma giyen oyuncu, Lucescu'nun Shakhtar'ından şu anki takımına transfer olduğunda, o zamanlar Rusya'nın en pahalı transferi olmuştu. Şu aralar sözleşmesi bitmek üzere olduğundan, Ocak ayında bir çok Avrupa takımı peşinde olacak. (not: Sona ermek üzere olan Rusya Ligi'ndeki topçulara dikkat etmek lazım. Çok iyi oyuncular, çok kelepir transferlere dönüşebilir.)

Defans denemeleri

Bu kısma gerçekten eli ayağı düzgün Türk oyuncu yazmak zor.

1. Fabio Bilica: Sivas'tan aşina olduğumuz Bilica, sezon başında benim en çok dikkatimi çeken savunmacıydı. Sonrasında nasıl bir çizgi izliyor tam emin değilim. Topu iyi oyuna sokan, sert bir oyuncu. 29 yaşında.

2. Orhan Şam: Ümit Milli Takım'da izleme fırsatı buldum. 22 yaşındaki oyuncu, gayet olgun ve iyi gözüktü gözüme. Hacettepe'de sağ bekte oynuyor. Sanırım defansın ortasında da oynayabilir.

3. Serdar Taşçı: Stuttgart'lı genç oyuncuyu dün Alman Milli Takımı'nda oynarken bulduk. Yükselen bir değer. Transferi zor.

Forvet denemeleri

1. Eren Derdiyok: Gurbetçi Eren'i Avrupa Şampiyonası'ndan hayranlıkla hatırlıyoruz. Kendisiyle Galatasaray da ilgilenmiş. Ancak, sürekli Bayer Leverkusen'e gideceğinden bahsediliyor. 20 yaşındaki Basel'li oyuncu, 1.90 boyunda olmasına rağmen ayaklarına da çok hakim.

2. Sercan Yıldırım: Defans oyuncuları yetmezmiş gibi, Manchester United gibi bazı Avrupa kulüplerinin de yakın markaja aldığı Sercan'ı transfer edebilmek biraz hayal olur. Üstelik, gerçekleşse bile Türkiye Ligi transfer rekorunu kırablir. Zira, kendisine şimdiden (hesapta 1990 doğumlu, saçları da dökülüyor bu arada) 5 milyon Avro teklif eden Avrupa devlerine Bursaspor yöneticileri hiç düşünmeden hayır dedi. İlk haftalara hızlı başlayıp 5 gol atmıştı. Hala aynı sayıda takıldı kaldı.

3. Bafetimbi Gomis: St. Ettien'in genç oyuncusunun (23) talibi boldur muhtemelen. Fransa Milli Takımı'nda Avrupa Şampiyonası öncesi boy gösterip iki gol atınca tanımıştık kendisini. Şu sıralar yeniden eski formunu bulmakla meşgul. Hızlı, atletik ve vuruşu olan bir oyuncu. Kendisine bu alanları Türkiye'de bırakırlar mı? O başka tabi.

4. Vagner Love: Brezilyalı milli topçu Vagner'in adı, Zico zamanında da bol bol Fenerbahçe ile speküle edilmişti. Bir de ben edeyim dedim. Rusya'da lig bitmek üzere olduğundan Ocak'ta Avrupa'ya uçabilir. Bakalım, hayırlısı.

5. Mehmet Yıldız: Bitmeyen enerjisiyle Mehmet Yıldız inat etti ve bu ligin aranan golcüsü oluverdi. Özellikle Semih'i (Allah korusun!) kaptırırsak, yerine alınabilir. 27 yaşındaki oyuncunun şimdiden Turkcell Süper Lig'de 9 golü var.

Daha bol keseden spekülasyon yapabilirdim ama benim için transfer edilebilirlik de önemli bir kriter. "Kaka'yı, Adriano'yu alıyoruz, heyt be, var mı bize yan bakan" naraları atsam buna kim inanır? Bir de, "kim gitsin?" yazısında dediğim gibi, yöneticiler takım oyuncusu arayıp bulsunlar lütfen. Yukarıda bahsettiğim oyuncuları tabi ki transfer edemeyebilirsiniz. Ama, İstanbul'a oryantalist hislerle gelip camilerin, minarelerin güzelliğine dalanlardan, jöleli saçları bozulmasın diye kaleci kazağını makasla kesip çıkaranlardan, narin "10 numara"lardan, lider olma sevdasıyla her şeyi yüzüne gözüne bulaştıranlardan bıktık, usandık artık.

19 Kasım 2008 Çarşamba

seçim salvoları


Ben demiştim. Deniz Baykal gibisi yok bu alemde. Siyasi tuhaflıklar aleminde. Üzerine yaz babam yaz, bitmez. İstersen iki, istersen üç master tezi çıkarırsın. Deniz Baykal haftasonu, Sultangazi Belediye Başkanı Aday Adayı Ercan Karabayır'ı ve ailesini içeren toplam 8 bin kişiyi CHP'ye katmış. Törende, Ercan Karabayır'ın ailesinden olan kara çarşaflı hanımlara da "hoşgörü" ile yaklaşan CHP'nin mutlak hakimi Baykal, bu hanımlara da rozet takarken görülüyor. Görülmek istiyor özellikle. Törendeki kara çarşaflı kadınların çengelli iğne yerine, artık CHP rozeti kullanmalarından son derece mutlu mesut görünen Deniz Baykal, objektiflere dönüp bembeyaz dişlerini (çok sağlıklı yaşar kendisi) gere gere gösteriyor. Rozet takma süresini bu fotoğraf çektirme vesilesiyle de uzatıyor. Böylece, kendisine uzun yıllar önce biat etmiş bir kadın milletvekilinin de dediği gibi, topluma şu mesajı veriyor: "Geeeeeel, geeeeeeeel; kim olursan ol gene geeeeel" (korku filmi gibi düşünün ve öyle okuyun; asıl duyguyu yakalarsınız).

Başkan aday adayı (amanın dikkat: "beton" santrali sahibi) Ercan Karabayır ise fotoğrafların yayınlanmasından sonra başına gelen bir olayı anlatıyor: "Kayınpederim fotoğrafı görünce Erzurum'dan arayıp 'Kadın kısmı gazeteye, televizyona çıkar mı?' diye bana kızdı". Ayrıca kendisi ekliyor: "Biz mutaassıp bir aileyiz. Ben de aynı şekilde düşünüyorum". Bu durumda, partisinin başkanı Baykal'ın bir şekilde tuzağına düştüğünden, ona içten içe kızıyor olabilir. Ama Baykal'ın bu ilk tuzağı (kurt kapanı) da değilmiş. Sanırım iki hafta önce de yine bir CHP bilmemnesinde, çarşaflı kadınlara boncuk dağıtırken pardon rozet takarken yakalanmış. Rozeti yiyen kadınlar neye uğradığını şaşırmış: "Biz İbrahim Erkal konseri var diye gelmiştik..."

Tepeden inmeci-indirmeci Baykal'ın bu yeni açılımı tabanını, özellikle de kadın seçmenlerini çok şaşırtmış ve üzmüş. Yıllarca dişe diş kana kan savaştıkları başörtüsünün -dahası kara çarşafın- Baykal'ın aniden (ve muhtemelen tek başına) aldığı kararla yanıbaşlarında bitivermesinden rahatsız olmuşlar. İzlediği (lafın gelişi canım) politikalarla tabanını "normal" yollardan genişletemeyen kurnaz Baykal, hiç tarzı olmayan seçmene de yönelmek zorunda kaldı heralde. Günü kurtarmak için tabi ki. Çikolatalı pastadan o da pay almak istiyor.

Anlaşılan, uyanık partilerimizin uyanık başkanları, Mart yerel seçimleri öncesi av sezonunu erken açıp, yeni seçmen avına çıktılar bile. Torbalarında daha bu seçim oyuncaklarından çok vardır eminim. Zira "ümük sıktırmayız" diyen Başbakan'ın, IMF ile anlaşmaya pek yanaşmamasının bir sebebinin de yerel seçim öncesi "belediye hizmet"leri olduğu düşünülüyor. Türk siyasi geleneğinde her yerel seçim yılında bütçenin denkleşmediği düşünüldüğünde, 5 yılın 4 ünde yatan ve genelde "işini bilmek"le meşgul-

(Uzun not: bkz. bir nevi memleketim- "my homeland"- Çorlu'nun CHP Belediye Başkanı Altan Ersin'i en son hapiste bırakmıştık. Sonra ne oldu bilmiyorum. AKP'nin de Antep'te türlü dalavereleri olduğunu biliyoruz. Bir de hiç piyasaya çıkmayanlar var. Zaten bir insan o kadar para harcayıp neden belediye başkanı olur? Onu hiç anlamıyorum -sonrasında acısını ihalelerden çıkarmak için olabilir mi?-. Seçim kampanya harcamalarının tamamının ise, adayların partileri tarafından karşılandığını hiç sanmıyorum. Bu uyanık parti başkanları varken.)

-olan belediyelerin zart yardımı, zurt yardımı eşliğinde bir ton para harcayacağını göreceğiz. Ve o kadarcık yardımla bile bu insanların oylarını alabileceklerini. Çünkü insanların üç kuruşa muhtaç ve hafızasız olduklarını. "Short term memory" nin idare ettiğini ama "long term memory" diye bir şeyin bizde hiç var olmadığını hep beraber göreceğiz.

Sultangazi adayımız Ercan Karabayır'a dönersek, kendisine "Kadın ne iş yapar?" diye sorulmuş. O da, "Eşlerimiz çok göz önünde olmak istemezler, biz de istemeyiz. Bizde kadın geleceği yapar. Gelecek çocuk yetiştirilerek yapılır. Bize sevgiyi, sevmeyi kadınlarımız öğretir" demiş. Kendini ennnn modern, ennnn çağdaş, kadın haklarının en büyük savunucusu addedenlerin, kıytırık bir muhtemel belediye zaferi için bile o lafları icabında rafa kaldırabileceklerini anlıyoruz.

Pekiiii, bu iş bu kadar basit mi? Tak bir rozet, ver bir buse. Olsun bitsin (mi?). Tabi ki daha muhafazakar insanların CHP'ye katılmak istemesinde hiç bir sorun yok. Ama asıl sorun, o insanları cumhuriyet değerlerinin yılmaz savunucusu CHP'ye çekmeye çalışanların ne kadar samimi olduklarında yatıyor.

Çok Kişisel Yorumum: Bu çarşaf mevzuuna da değinmeden geçemeyeceğim. Tamam insanlar istediğini giysin ama çarşaf nedir yaa? Aksaray'da, Fatih'te her daim, önden yürüyen şalvarlı bir errrkek ve onun arkasından gelen üç siyahlı kadını görmek, gerçekten hiç içime sinmiyor. Üzülüyorum yani. Ayrıca çirkin buluyorum. Bu kadar da muhafaza edecek ne var ki (dışarı hiç ışık kaçmasın, mı)?

18 Kasım 2008 Salı

Taraf'ı destekliyorum


9 Kasım'da diğer gazeteleri çarşaf çarşaf operatöre geçiş ilanları süslerken (hatırlıyorum, Radikal İki'yi bile bir operatör özel kılıfında sarıp sarmalamıştı), aynı gün Taraf gazetesi, mali sıkıntıda olduğunu kendine has üslubuyla ilk sayfasından bildirdi. Bu zorluğun temelinde kimseciklerin bu küçük ve muhalif (ne demekse? Böyle bir ülkede herkesin muhalif olması işten değil zaten) gazeteye ilan vermeye yanaşmaması yatıyormuş. Hem küçüksün, hem de muhalifsin. Çok fena! Oldu olası doğru dürüst reklam alamayan gazetenin, son dönemde sayfa ilanı gelirleri tamamen durmuş vaziyette. Merak edip, aynı 9 Kasım tarihli gazetenin sayfalarında tek tek ilan arayışına girişmiştik ev arkadaşım, güzel insan "rohan" (şu ara duygusal bir dönemden geçiyor kendisi (: ) ile birlikte. Yok da yok. Sanırım sadece gazetenin sahibi Alkım Kitabevi'nin alıştığımız bir ilanı vardı. Yarım sayfa. Hepsi bu.

Üstüne üstlük Taraf, "batıyoruz ulan" tadındaki isyanında ilan gelirlerinin yanı sıra, bir gazetenin Alkım Kitabevi'ne ısmarladığı 100 temel eseri dağıtmaktan vazgeçtiğini de bildirdi. Sonradan, bir NTV klasiği olma yolunda ilerleyen "Yazı İşleri" programının da yardımıyla bu gazetenin Sabah olduğunu öğrendim. Duyurusunu bile yaptıktan sonra, basılmış, hazır kitapları dağıtmaktan hangi akla hizmet vazgeçildiği hususunda kafa yordum. Bir Türk olarak komplo teorilerine çok yatkın olan genlerim bana, Sabah'ın (her türlü) sahibi Başbakan'ın damadını işaret etti. Hatırlayalım, Genelkurmay Başkanı ile Taraf arasındaki gerginlikte askerin yanında duran Başbakanı, Taraf gazetesi manşetinden eleştirmişti, "Paşasının Başbakanı" diyerekten. Böylece Ergenekon sürecinde dolaylı olarak ittifaktaymış gibi görünen (affınıza sığınıp sözün kolayına kaçarak genelleme yaparsak, AKP tabanından da okuyucusuna okuyucu katan) Taraf ve Erdoğan'ın hayali birlikteliği de ebediyete dek son buldu. Yani öyle bazı yakın arkadaşlarımın da iddia ettiği gibi, iktidarla bir göbek bağı filan yoktu hiç (biz akıl fikir işlerini bizim yerimize düşünen etiketlere havale ettiğimizden oluyor bunlar hep). Yaklaşan seçimlerle birlikte eleştirilere duyarlılığı geometrik olarak artan (bkz. "malum gazeteleri almayın", "sevsinler seni" gibi talihsiz açıklamaları) Başbakan'ın (sanırım) 27'lik genç CEO damadının kulağına Taraf ile ilgili bir şeyler fısıldamış olma ihtimali geldi komplocu genlerimi buldu işte! N'apiym? Yine de sesli düşünüyorum diyelim. Basit bir blog yazarı da olsam, kimseyi bu tür bayağı(,) kötücül tezgahlar çevirmekle suçlayamam. Ortada bir ambargo olduğu çok açık amaaa umarım ki, böyle ufak tefek, "bilerek ve isteyerek muhalif gazete batırmaca" oyunlarıyla -amiral battı gibi-, mensubu olduğum T.C. Başbakanı uğraşmıyordur. Yoksa vay halimize!

Komplo teorilerinden aklımızı sıyırıp sadede gelirsek, bünyesinde bir çok değerli yazar barındıran (prof. Murat Belge, Gökhan Özgün, Yasemin Çongar, Alper Görmüş, prof. Halil Berktay, Hakan Aksay, tarihçi Ayşe Hür, prof. Ayhan Aktar, pek hazzetmesem de romancı Ahmet Altan vs.) Taraf gazetesi, Kadıköy'deki binasının 4. katına kilit vurmak üzere. Ortaya çıkan mali sıkıntı, gazetenin sadık okuyucularını üzdü. Okuyucular, hep boş olan, hatta çoğu zaman hiç olmayan ilan sayfalarını (sayfasını diyelim) destek mesajlarıyla dolduruyor: "Taraf'ın yanındayız", "Taraf'ın tarafındayım", "Küçük insanların gölgeleri büyük görünüyorsa, o ülkede güneş batıyor demektir", "numaramı Taraf'a ilan veren operatöre taşıyacağım" gibi. Cengiz Çandar da Radikal'deki köşesini bugün Taraf'a ayırdı. Yazıda, Taraf'ın medyaya yeni bir soluk getirdiğinden bahseden Çandar, en yakın rakip gazete olmasına rağmen Taraf'ı açıkça destekliyor. İlgilenenler okuyabilir.

Biz de her gün 40 kuruş ayırarak bu mütevazı gazeteye destek olabiliriz. Dahası ondan faydalanabiliriz.

9 Kasım'da Taraf bir de iyi haber verdi: “100 Temel Eser-Her Hafta 10 Kitap Sadece 7 Kupona-Batıyoruz Ama En Kralını Veriyoruz (Görüyorsunuz Babıâli’nin promosyon jargonunu biz de biliyoruz)”. İlk kupon 24 Kasım'da!

16 Kasım 2008 Pazar

haftanın güzeli (III)

Yine eskilere gitmek durumundayız. Belki geçen haftanın değil ama yılın en güzel yazılarından biri. Hatırlayınız, Aktütün saldırısı gerçekleştiği sıralarda Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aydoğan Babaoğlu nezih bir yerlerde golf oynuyordu. Saldırının ardından, Sabah yazarı Umur Talu konuyla ilgili "Biz sporcunun zeki, çevik, ve de ahlaklısını..." başlıklı (muhteşem) bir yazdı. Bu günler için sakladım. Hem de, her hafta yeni gündem değişikliğiyle eskiyen toplumsal hafızamızı, sadece bir kaç ay öncesine götürebileyim istedim. Lütfen okuyun. Özellikle de asker mektupları kısmını.

"Hava Kuvvetleri Komutanı, 'baskın sonrasında golf oynuyordu' eleştirileri için, 'Eleştiride bulunanları mutlu etmek için o gün Aktütün'e mi gitseydim' dedi.
Haklı!
Oradaki 21 yaşındaki komutan, 30'undaki uzmanlar, 21 yaşındaki askerler 'hepimizi mutlu etmek için' oradaydı zaten. 10 askeri öldürülünce (hiç hazzetmediğimiz) Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin Afganistan'a koştuğu dünyada biz komutan değildik, orada asker hiç değildik ve biz de Aktütün'e gitmedik!
Milyonlarca insan o gün Aktütün'e gitmedi!
Çünkü "hayat başka türlü devam ediyor'.
Ama esas mesele o değil.
Komutan'ın ne sebeple olursa olsun oraya gitmemesi değil. Zaten haberi olsa da gitmesi şart değil.
Genelkurmay Başkanı 'Golf oynamak isterdim ama Türkiye öyle bir yer değil' demişken...
Genelkurmay İkinci Başkanı 'Karakol taşınacaktı ama mali sorunlar...' filan derken...
Hava Kuvvetleri Komutanı'nın 'Geleneksel Ramazan Bayramı Golf Turnuvası'nda oynaması da değil...
Lakin, Hava Kuvvetleri üs ve tesislerine, 'golf sahaları' yaptırılabilmesi mesele.
Tanık askerlerin bildirdiği üzre...
'Golf topları için bina inşası, arazilerin çimlendirilip sulama sistemi kurulması, sahaları üslerin kendi imkanlarıyla yapmalarının emredilmesi'.
Golf de, spor da, top da, çim de kötü şeyler değil elbette. Eşitlik değilse de barış dolu en azından!
Ama bunlar, misal Fenerbahçe'de trilyonlarla yeniden yeni orduevi inşa edilirken, en yetkili ağızlardan 'Karakollar mali sorunlar yüzünden bir yıldır taşınamadı' açıklamasıyla aynı toprak üstünde, aynı gök altında yapılıyorsa...
Hiç tartışmadan, gocunmadan, itiraz ne kelime, soru dahi sormadan onbinlerce insan evladını verdi; milyonlarca Türk, Kürt çocuğun geleceğini sağlamlaştırılabilecek akıl, kaynak, enerji ve hukuk 'terör ve terörle mücadele'de eridi.
Ancak, burası cumhuriyet ve demokrasi ise, sorumlu birileri sadece 'tezkere' istemeyecek, sadece 'demokrasinin daraltılması'nı talep etmeyecek; hesap da verecek.
Kaynakların ve evlatların nasıl kullanıldığına dair sorumluluk bilecek ve Büyük Millet Meclisi ile millete bunun hesabını verecek.
İster gururla, başı dik... İster bazen utanarak, sıkılarak. Siyasi iktidar da öyle.
Eski krizlerden yeni krizlere bu kez dünyayla sürüklenmekte olan, yoksulu, yoksunu bol ülkede hele hele!

(not: Sırada asker mektupları var. Orasını nasıl bir tırnağa alacağımı çözemedim. Mektuplar da italik verildiğinden, hiç dokunmadan aktarıyorum.)

Soğuk savaş
"Geçen sene Diyarbakır hava üssünden size bildirmişlerdi. 'PKK ile savaşıyoruz ama kaloriferimiz yanmıyor' diye. Siz yazmıştınız. İnanın çok fırtına koptu. Kaloriferler üç ay yanmamıştı.
Komutan
'Umur Talu'ya mail atmayın' dedi brifingde sert bir ses tonuyla: 'O adam mı çözecek kömür işini'.
Ben nasıl korgenerale mail atayım ki.
Bu sene 3'üncü yıl; kalorifer yine yanmayacak. Ödenek yokmuş. 200 YTL elektrik parası vereceğiz yine galiba. Bilmenizi istedim. Allah'a emanet olun."

Yaralı
sevgi
"Bir süre önce görev yaptığım Şırnak'taki görev şartlarımızı anlatayım size:
Suyumuz yoktu, elektriğimiz yoktu, yolumuz yoktu. Mutfağımız, banyomuz, koğuşumuz, tuvaletimiz yoktu. Çadırlarımız depo, yediğimiz ekmek elle bölünemeyecek kadar sert idi. Toprak altına yaptığımız Köm adı verilen barınaklarda fareler, bitlerle yattık. Gönül rızasıyla seve seve görev yaptık. Ama sizin de dediğiniz gibi 1'in 4'ünü hak edemeyen tek personel olmak, paramızı kesen Oyak'ta söz sahibi olamamak, maaş ve tazminat haksızlıkları, orduevleri vesaire yaralıyor bizi."

Dağa
taşa
"Sevgili Umur Abi. Ben Aktütün'de 10 yıl kadar önce tim komutanlığı yaptım. 1997'den beri çatısına koyduğumuz taşlar bile aynı nitelikte kalmış. Utanıyorum.
13 Eylül 1992'de Aktütün'de 22 değil 24 şehit var abi. O dönemki bölük komutanı genç yaşında yaşadığı travmayla görevi bıraktı biliyorum.
Diyorlar ya, 'İlk kez gündüz saldırısı' diye... 8 Temmuz 1997'de sabah 10'da saldırı oldu. 300 kişilik bir grup tam 10 saat saldırdı. O çatışmada şehit verildiğini bilmiyorlar mı?
30 Eylül 1992'de Derecik karakolunda çok şehit verildi. Sonra orası komando taburu oldu. Bu tarihten sonra cesaret edip saldıramadılar.
Aktütünler'de hep trajedi yaşanır. Mayınlı bölgede odun toplamaya gidip mayına basan şehit vardır. Hasta arkadaşını sırtında indirip doldur boşalt yapılırken indirdiği arkadaşının kurşunuyla ölen vardır. Arkadaşını yanlışlıkla vuran belli bir cezadan sonra yine Aktütün'e gönderilmiştir kalan askerliği için. Onun ızdırabı bilinir mi?
Duyun abi Aktütün'ün çığlığını. O çığlık Aktütün'ü çevreleyen Bayraktepe'ye, Harasbitepe'ye, Cesurtepe'ye, Otyeri gediğine, Bercara, Leylek dağına vurup da, aşamadan oraları, yine Aktütün'e kurşun olarak dönmesin.

17 askeri toprağa düşüren her Kaleş, Biksi, Doçka, RPG 11 mermisi aşsın o dağları da hepimizi vursun. O zaman Aktütünler bir daha olmaz belki."
Vurmasın kurşunlar.
Başka ihtimal ve imkanlar da var.
İki tane 'duygusal istifa' sebebi vardır:
1. Onurunuza (utanmadan) dokun(ul)duğu için;
2. Onurunuz sizi utanmaya davet ettiği için.
Mesela, Ertuğrul Sağlam'ınki daha ziyade birinciye girer.
Beşiktaş'ın yıllarını, kaynaklarını, 'onur'unu 'karanlık' aracılara, bilinçsiz harcamalara, adaletsiz tutumlara yediren tepedeki yöneticilerin istifasızlığı ise 'utanmazlık'a girer komutanım!
Katillere gelince... Onlar kana doymuyor. Aynı Gaffar Okkan suikasti gibi Diyarbakır'ın ortasında hem katliam, hem provokasyon, hem nefret ateşi, hem savaş, şiddet, ölüm humması.
Lanet olsun!"

15 Kasım 2008 Cumartesi

kim gitsin?


Aslında "kim kalsın" diye sormak daha uygun olabilir. Böylece işimiz daha kolay olurdu. Çünkü, sahada kim oynuyor, kim geyik yapıyor görmek kolay ve bu durumda oynayanlar azınlıkta.

Oynayanlar Semih, Güiza, Deivid, Alex ve Edu. Zaman zaman da Lugano. Özellikle markaj futbolunda Türkiye'de Lugano tartışmasız bir numara. Üstelik, abartılı olacak belki ama Avrupa'da da sayılıdır. Onun sorunu daha çok yerden, hızlı oyunculara karşı.

Dikkat bu isimlerin çoğu yabancı. Peki Türkler n'apıyor? Türkler, İstanbul'un hülyasına dalmış olabilir. Özellikle Volkan kalede, Uğur da solda dalıp dalıp gidiyor. Vederson'un uzun süren yokluğunda Uğur, Sevilla maçlarından topladığı kontörleri tüketti; -19 a düştü. Uğur'un devamlılık ve konsantrasyon problemini bir süreliğine unutsak bile elimizde, sadece sol ayağını kullanabilen süratli bir oyuncu kalıyor. O da çok fazla bir şey etmez. Rakipler bir çaresini buluyor.

Volkan üstüne gelen toplara panter gibi uçmayı seviyor, köşeye gidenlere ise bakmayı. Bir de cepheden yapılan ortalara yumruk atmaya çalışmak ve çıkarken defansı uyarmamak gibi kötü huylar edinmiş (bkz. geçen yılki 1-0'lık GS mağlubiyeti). Sonra da kabak Edu'nun başına patlıyor. Halbuki Edu o ortalara her türlü vuruyordu zaten. Volkan Babacan verilen şansları çok iyi kullandı. Tecrübe eksikliğini daha çok oynayarak aşarsa, çok iyi bir kalecimiz olacak demektir.

Gökhan'a gelirsek, onun sorunları daha duygusal. Kendisine siyah bir Lamborghini ve bir daire almış; paraları çar çur etmiş anlaşılan. Tartışmasız geçen yılın en iyi çıkış yapan oyuncusu Gökhan (ah bir de Avrupa Şampiyonası'nda olsaydı! Sabri bile Terim'in gazıyla öyle oynayabiliyorsa, Gökhan oralarda uçardı muhtemelen), aynı söylentiye göre ayağını yorganına göre uzatmayınca, Aziz Yıldırım'dan yardım istemiş. Ama Yıldırım, "bana mı sordun alırken" diyerek kapı dışarı etmiş. Bu haberlerde gerçeklik payı varsa eğer, Gökhan'ın bu yüzden eski durumunda olamadığını varsayabiliriz. Ancak, ne kadar etkili bir bir sağ kanat oyuncusu olduğunu, geçen hafta Arsenal karşısında tekrar gördük. Oynadığı bu futbol, biz Fenerbahçelileri (yeni Fenerli awesome'ı da tabi) umutlandırdı doğrusu.

Sol arkada Carlos, en hafif tabiriyle sadece idare ediyor. Biraz ilerlemiş yaşından, biraz da tüm başarılara doymuş olmasından olsa gerek, eski performanslarının yanına bile yaklaş(a)mıyor. Yine de Fenerbahçe savunmasında topu kullanabilen tek isim. Ancak top Carlos'un kanadından çıkarken, Uğur'un yüksek top kaybıyla oynaması sebebiyle duvara çarpmış gibi geri geliyor. Dikkatli izleyiciler bu durumu hemen fark edeceklerdir. Toplar sürekli geri dönmeye başlayınca da Lugano ve Edu, Semih'i uzun top yağmuruna tutmaya başlıyor. Tabi ki çoğu taca gidiyor (özellikle Lugano'nun "kırk yıldır uzun top atıyorum ulan" tavırlarına hastayım; izlemenizi şiddetle tavsiye ederim). Savunma oyuncularında en çok sevdiğim özellik topla birlikte çıkışlardır. Savunma yapmaya çalışan takımın üzerine hiç hesapta olmayan fazladan bir oyuncu gelince, rakip takım şaşırıp gollük bir paylaşım hatası yapabilir. Ama Edu ve Lugano onu da becerebilen tipler değil (eskiden Edu yapardı arada sırada, artık o da çıkmıyor- bunu en iyi yapan oyunculardan ikisi Daniel Agger ve Rio Ferdinand). Orta saha oyuncuları da topu yerden ileriye taşıyabilme konusunda problemli olduklarından (bkz. Selçuk, Maldonado), Fenerbahçe'de her daim savunmadan çıkma krizi vardır. O yüzden, Fenerbahçe'ye ileride pres yapan Anadolu takımları hep puan aldılar ve almaya da devam edecekler.

Orta sahaya gelmek istiyorum ama gelemiyorum. Kimi tutsak elimizde kalıyor. Özellikle Emre tutmasan da elinde kalıyor. Müzmin sakat Emre'ye mi kızalım, süper uyanık yöneticilerimize mi? Maldonado, kendi dünyasında. Orta alanda kendi çizgileri var; orada futbol değil, sek sek oynuyor. O alanı terk edince yanıyor, yanıyoruz hep beraber. Selçuk desen, yıllarca bu takımın ancak yedeği olabildi (ah ne güzel bir ikiliydi Appiah-Aurelio). Şimdi ilk 11'e önce onu yazıyoruz. İnanılır gibi değil. Neyse ki ekürisi, sürekli gülen çocuk Kemal'den bir şekilde kurtulduk. 5 sene yedekte durduktan sonra nihayet! Josico oyunu bilen biri. Ama her şey ne kadar hücuma gidebileceğine bağlı. Göreceğiz. Kazım çok yetenekli ama işte sırf yetenek olmuyor. Takımı için oynamak diye bir duygudan bihaber büyümüş. Hala kendini Londra banliyölerinde, mahalle maçı yapıyor sanıyor. Eğer Manchester City gerçekten talipse, satmak için daha iyi bir fırsat bulunamaz.

Hücumda işler fena değil. Semih'in kendini adım adım geliştirdiği süreci izlemek çok etkileyiciydi. Özellikleri saymakla bitmiyor. Pres yapar, ikili mücadeleye girer, duvar pası yapar, uzaktan vurur, iki ayağını da kullanır, iyi kafaya çıkar...Ceza alanı içerisinde müthiş bir bitiricidir. Örnekse, Türkiye-Hırvatistan maçı. Pozisyon sezgisiyle ileriye hamle ve sonrasında sol ayakla ani, müthiş bir vuruş. Top Semih'in yakınına düştüğü için gerçekten çok şanslıydık. Zira o golü, o takımda bir tek Semih atabilirdi. Turkcell Süper Lig'in gol kralı, ayrıca pas özelliğiyle de öne çıkıyor. Dikkatli izleyiciler Semih'in, Carlos ve Alex'ten sonra dikine oynayabilen en iyi pasör olduğunu rahatlıkla görebilirler. Güiza da Semih ile benzer özelliklere sahip. Daha iyi ve daha kötü olduğu yönler var. Savunma arkasına daha iyi koşu yaptığını söyleyebiliriz. Yine görece çok koşan, iyi bir bitirici. Semih ve Güiza mutlaka birlikte oynamalı.

Deivid kendi yerini Zico ile buldu. Sağ kanatta Kazım, Deivid'e kesinlikle rakip bile olamaz. Çünkü Deivid komple bir hücum oyuncusu, yalnızca bir çizgi oyuncusu değil. Deivid'i, Bayram Tutumlu'ya yar etmeden sözleşmesini bir an önce uzatmalı.

Alex'e geldiğimizde işler çok karışıyor. Alex'le oynamak ya da oynamamak. İşte bütün mesele bu! Takımı ileriye taşıyan, yaratıcı bir isim. Özelliklerini saymaya gerek bile yok. Fenerbahçe adına 100 golü, bir o kadar da asisti var. Amma ve lakin sadece hücum yetmiyor artık. Sahada Alex varken, takım savunması kurşun yemiş gibi oluyor. Tam ortada koca bir delik! Bu tip oyuncular 80'lerde kaldı. Yeni nesil 10 numaralar için (önceki futbol yazılarımdan birinde de değindiğim gibi artık 10 numara bile giymiyorlar), Deco'yu (#20) izleyin derim.

Yedeklere de şöyle bir göz atalım. Yasin kendini hazır tutmasını hiç beceremiyor. Onun sorunu da kafadan(yerlilerin topu böyle). Porto maçında, defansın göbeğinde ayak içi ince yapmaya çalışmasından ve sık sık defansif çizgi falan tanımamasından anlaşılabilir. Önder iki bölgede (sağ bek ve defansın ortası) oynayabilen iyi bir yedek. Ali Bilgin kesinlikle kanatta bir şey vermez. Onun, ortanın ortasında denenmesi taraftarıyım. Tüm Fenerbahçe'de iki ayağını birden en mükemmel kullanabilen futbolcu. Kimse bu özelliği üzerinde durmuyor, ne yazık ki. Halbuki, geniş oyun görüşü ve biraz da fizik güç ile Ali'den yeni bir Tugay yaratılabilir. Deniz bu takıma ancak yedek olabilir. Gürhan ve İlhan Parlak üzerinde durmaya ise şimdilik gerek yok.

Eeee, kim gitsin yani? Çok basit. Yeni futbol düzeninde yeri olmayanlar. Hepsini birden değil ama kademeli olarak göndermekte yarar var. Bir kısmı hemen Ocak döneminde inşallah.

Listem (shortlist):

1. Volkan Demirel: Aklını Avrupa'ya takmış ve kendini alemin en panter kalecisi sanan Volkan, kafa olarak hiç bir zaman hazır olmadı. Olamaz da zaten! Çok bariz maç seçen Volkan'ı, Ocak ayında cüzi bir fiyata da olsa lütfen postalayın.

2. Uğur: Oyuncu transferlerinde daha bilimsel teknikler kullanamaz mıyız? IQ testi, EQ testi gibi. En azından bir kişilik envanteri testi yapalım. Tamam, yetenekli oyuncu şart ama verimlilik de önemli değil mi? Oyuncu karakteri de en az yetenek kadar belirleyici.

3. Tümer: Başkan'dan torpilli Tümer'e kesinlikle ihtiyacımız yok. Üstelik uzun süre sakat olan ve kariyerinin sonundaki bir oyuncuya para ödemek boşuna. Appiah'a yapılanları da şahsen unutamadım. Kıyaslamadan edemiyorum.

4. Maldonado: Tam bir hayal kırıklığı. Güney Amerika'da futbol başka türlü oynanıyor. Transfer ederken sadece Alex'in sözüne güvenmek yerine, bunu da düşünmek lazımdı.

5. Kazım: Uygun bir paraya satılmalı. Türkiye'de oynamayacağı uzun zaman önce anlaşıldı.

6. Alex: Evet, yanlış okumadınız! Yukarıda saydığım sebeplerden dolayı Alex ile sözleşme yenilenmemeli. Kendisini, bugüne kadar yaptığı büyük katkılarından dolayı coşkuyla uğurlayabilmeliyiz. Her şey gibi futbol da değişiyor. Bir tercih yapmak zorundasınız. Dirençli ve komple bir takım olmak mı? Sadece forma satıp, Avrupa'da dolaşıp geri gelmeye razı olmak mı?

7. Emre: Emre'den nasıl kurtulacağız, işte onu hiç bilmiyorum.

Not: Sonraki futbol yazım "kim gelsin?" olacak. Bol spekülasyon ve atmasyonla daha eğlenceli bir yazı olmasını umuyorum. Bu uzun yazıyı okuyan varsa, sağolsun, varolsun ve ses versin :)

13 Kasım 2008 Perşembe

tanıştırayım, yeni siyasetimiz: neo-orman kanunları


Yaklaşan yerel seçimlerin hikmeti midir nedir, iktidar partisinin siyaseti gözle görülür biçimde değişti. Özellikle Kürt meselesi etrafında yoğunlaşan yeni akrobatik hareketler görülmeye şayan. Güneydoğu'yu parlak siyah Mercedes ordusuyla (ah nerde o eski atlı süvariler) fethe çıkan Erdoğan, gittiği yerlerde karşılaştığı sokak şiddetine, sözlü şiddetle karşılık vermeyi uygun gördü. DTP'yi kastederek "bu pislikleri temizleyin" den girdi, "Tek Vatan, Tek Bayrak, Tek Millet...Beğenmeyen gitsin" den çıktı. Kendisini "ya sev, ya terket" çi olarak ilan eden çevreleri de, "o sözün patenti MHP'dir" diyerek başka hedefe yöneltti (yersek). Sonuçta ikisi de aynı kapıya çıkar. Ha "beğenmeyen gitsin", ha "ya sev ya terket."

İşin ilginci, DTP ile arası en normal olan parti MHP. Hatırlayalım, meclis açılışında Ahmet Türk ile Devlet Bahçeli tokalaşınca olay olmuştu. Hayatımız tamamen anormalliklerle dolu geçtiğinden, en doğal şeylere bile seviniyoruz (tokalaşmayıp n'apacaklardı?). Bu yüzden, MHP-DTP ikilisinin simgesel hareketinde bile davul zurna bayram ilan edilmişti. Aradan geçen bir yılı aşkın sürede de yanılıyorsam MHP, hala DTP ile arada sırada diyalog kuran, başkanıyla tokalaşan tek parti (MHP'nin Doğu ve Güneydoğu'da teşkilatının bile olmamasından olabilir mi?). AKP ise, polis telsizi jargonuyla atışıyor DTP'yle. Malum parti filan diyor. Peki nasıl oldu da AKP, MHP'den daha faşizan hale geldi? Sadece yerel seçim rekabeti mi?

Hiç alakası yok. Zaten bu kafayla Tayyip Erdoğan doğuda oyunu artırabilir mi hiç? Kendilerine "ya sev, ya defol" kıvamında şeyler söyleyen birisine sadece Kürtler değil, hiç bir azınlık oy vermez. Yerel seçimden daha büyük, daha kötü bir şeyler oluyor. Kapı arkalarında masa başı oyunları oynanıyor. Bir pazarlık var ama tam anlamadık. "Non-pasha" İlker Başbuğ (kendisine Tool'dan The Pot şarkısını uygun gördüm; şöyle başlıyor:"Who are you to wave your finger so full of it?..."), memleketin en güçlü makamına çıktığından beri kazan kaynıyor.

Bu dönemde, kapatılma korkusuyla sarsılan AKP, (sahte) liberal çizgisinden feci kaydı. AB, mabe yalan oldu -havuçmuş demek ki. Ne hikmetse, son zamanlarda Erdoğan ve süper ekibi de, şanlı askerlerlerimizle daha çok takılır oldu. Yeni nesil orman kanunları piyasaya sürüldü ve itinayla öğretiliyor, özendiriliyor. Gelsin "pompalı tüfek" ler, gitsin el bombaları. Ağızlara sakız oldu. Polis ve asker yeni yetkiler istiyor. Vecdi Gönül, "Azınlıklar mübadele edilmeseydi, ulus-devlet olur muyduk?" diyor. %47 lik başbakanından ve diğer değerli büyüklerinden gazı alan Yozgat milletvekili Abdülkadir Akgül de, meclis çatısı altında "benim devletime, milletime karşı geleni vurmaktan hoşlanacağım" diye buyuruyor (nedense bu dokunulmaz milletvekilleri devletlerini hep çok severler; dokunulmaz canları pahasına-dokunulmazlığı geniş düşünün, 3. göbek akrabalara ve en tanımadık tanıdıklara kadar uzanır çünkü). Tarihe geçiyor üstelik. Bir kaç onyıl sonra, tezleri için meclis tutanaklarını araştıran doktora öğrencileri, kendisine müteşekkir olacaklardır.

Yukarılarda bunlar olurken, aşağılarda da şiddetin alası yaşanıyor. Tecavüz, gasp, cinsel taciz, çocuk istismarı, dur ihtarına uymayana en alasından polis kurşunu (not: sonrasında mahkemede deliller itinayla karartılır; çünkü ayağı kayan polisler keskin nişancı oluyor, enseden vuruyor icabında), karakolda işkence, cezaevinde işkence ve (nihayet) ölüm, kalabalığa pompalıyla sıkmaca, yolda görülen ve kim olduğu tam bilinmeyen motorcuya 50 kişilik dayakla ölüm gibi (bok yoluna gitmek diye ben buna derim). Ormana hoşgeldiniz. Bir İran sözü dermiş ki: "Hakettiğin gibi yönetilirsin."

"Hükümet-asker elele, hep beraber kıyamete" (the unstoppable doomsday machine). Bu gidiş o gidiştir. Haberimiz olsun.

11 Kasım 2008 Salı

"Mustapha" yı tek jetonla bitirmek

Bu son film olayı da gösterdi ki, Türkiye'nin gazetelerinde yazarlık yapan/yaptırılan şahıslar, en hafif tabiriyle şuur ve/veya vicdan fakiridirler. Bu işe ilk başladıklarında gayet şuurlu (vicdandan emin değilim, çünkü o çok daha güçlü bir duygu ve sonradan kazanmak zordur) olduklarını, ancak bir süre sonra "napalım, demek ki bu oyunun kuralı da buymuş" diyerek, ideolojik medya savaşlarında cephe seçimine gittiklerini tahmin ediyorum. Çıkarcı, kayırmacı, yıkamacı yağlamacı kültürümüzle ne kadar da uyumlu...

Topluca saçmalamaya başladık. Filmi izlemeye tenezzül etmemiş, bunun yerine "çok güvendiği dostlarından" film yorumları almakla yetinmiş (oh ne güzel) olan tipik Hürriyet yazarı Bekir Coşkun "Atatürk Mustafa'yı görse" diye bir yazı yazmış. Atatürk, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında "Mustafa" filminin galasına geliyor ve İsmet İnönü'ye elinde kamerasıyla bekleyen Can Dündar'ı işaret ediyor: "'Şu arkada, elinde bazuka gibi boru olan, topçu neferi midir?..' İsmet Paşa: 'Hayır Gazi Hazretleri, o Can Dündar, muharrir... Elindeki kamera aleti, hususiyeti sinema çeker...' Atatürk:'Niye atlarımızın kıçını çekiyor?.." İsmet İnönü: 'Buna insani boyut belgeseli diyorlar...'" (Alakasız bir eleştiri: Bu ne biçim Türkçe'dir, bu ne biçim anlatımdır da her şeye üç nokta koyuyorsun sayın köşe yazarı?)

Bu ne şimdi?? Film eleştirisi mi? Devamında, Bekir Coşkun daha da coşarak filmin, "bir takım" çevrelerden (Fettullahçı mesela) para alınarak, sipariş üzerine yapıldığını da ima ediyor.

İşi fanatizme vuran yine bir Hürriyet yazarı da şöyle diyor:

"Neymiş efendim...
Atatürk rakı içiyormuş.
Aslandı o, aslan...
Aslan sütü içecek tabii."

"Nasıl koydu şanlı kanaryaaaa, kanaryaaa, kanaryaaaa" gibi bir şey değil mi bu? Sen filmi izledin mi birader? Hayır.

Saçmalamaya devam edelim. Tesadüf olamaz; yine bir Hürriyet yazarı Mehmet Yılmaz (kişisel olarak da hiç hazzetmem) şöyle demiş: "Atatürk de elbette yalnız değildi. Yakın arkadaşları, sırdaşları vardı, hayatına giren kadınlar da oldu. Ve hiç kuşkusuz çevresinde geniş bir sevgi halesi vardı." Sevgi halesi kısmı beni özellikle duygulandırdı. Aynı yazıda "yalnızlık, büyük devlet adamları için kullanılan bir klişedir" diyen yazarın, bu sevgi halesi/yumağı lafını klişeden saymaması ilginç. Filmi izlemiş mi? Tabi ki, hayır.

İlk kez, Türk televizyonlarının reyting canavarı buz pateni yarışmasında tanıştığımız, ağlak sesli çocuk Oray Eğin de tartışmaya Akşam gazetesindeki köşesinden (kim dağıtıyor bu köşeleri?) katılmış:

"Can Dündar toplumda hele de bu dönemde en hassas olan bir damara, laikliğe temas etti. Yıllarca laiklik üzerinden para kazandı, ‘Sarı Zeybek’in tekrarlarından yüz binlerce doları cebine indirdi ve şimdi baktı ki konjonktür dönüyor, bu sefer başka bir rantın peşine düştü." Yazı, "...Biliyorsunuz değil mi Can Dündar, Said-i Nursi belgeseli üzerinde çalışıyor bir süredir. Yani Fethullah Gülen cemaatine göz kırpıyor, kendini buraya entegre ederek oradan rant toplayacak" şeklinde devam ediyor. Şimdi genççç Oray filmi izlemiş mi? Kesinlikle hayır. Metinde film adına bir şey var mı? Yok. Gerek var mı ki?

Bir de, Turkcell'in filmden sponsorluğunu çekmesi olayı var. Turkcell ile aynı patrona sahip gazetede yazan genççç Oray, yağcı medya akrobasisini çabuk çözmüş. İyi bir gözlemci anlaşılan. (not: Aynı delikanlı, 3-5 sene önce çıkarılacak bir dergi için Can Dündar'dan övgü dolu sözlerle bahsederek kendisinden iş istemiş.)

Birileri de filmde gösterilen bir fotoğrafı kastederek, "Atatürk'ün boyu neden bu kadar kısa gösterilmiş" demiş! O birileri kimmiş? Aradım, bulamadım. Sadece Can Dündar'ın bunun üzerine "Pardon ama ben ne yapabilirim?" dediğini bilelim yeter.

Bunlar oluyor, yapılıyor ama bilen bilir "Mustapha" yı tek jetonda bitirmek kolay değildir. O dinazorlar, gelip gelip sizi ısırır; "bıçakçı"yı geçmek zordur. Feci jeton yutar (misal ben hiç bitiremedim). Filmi izlemeden, saçmalık sanatında çığır açmaya çalışan köşecilerimizin maskesinin, filmi izleyip artık kendi akıl-fikir aygıtını kullanmanın vaktinin geldiğine karar veren (muhtemelen eski) okuyucuları tarafından düşürülmesini umuyor da umuyorum. Ama olmuyor, olmuyor işte.

Biz de (müsadenizle) haftasonu filme gittik. Film başlamadan önce lavaboya gittiğim bir sırada arkadaşlarım (kankilerim, canlarım benim), salonu boşaltan bir izleyicinin "olur mu öyle şey? Atatürk'ü sarhoş göstermişler..." (onlar kim? Öteki korkusu, hizipçilik) tadında hezeyanına tanık olmuşlar. Filmi izlese de, izlemese de insanlarımız, kendi çizgisinden olan(!) köşeci kanaat(sizlik) önderlerinin gazına gelebiliyor demek ki.

Son olarak, Can Dündar'a dikkat edilmesini tavsiye ediyorum. Genç Bakış programına katıldığında efendi çizgisinden kaymaya başladığını hissettim. Bilmem ne üniversitesi öğrencilerinin soruları (daha çok, süper beyinlerinin süzgecinden geçmiş yargıları) karşısında, resmen saçını başını yolduğunu gördüm. Yaşanan saçmalıklardan bunalan Can Dündar'ın cinnet getirerek eline pompalıyı alıp sağa sola sıkmaya başlayabileceğinden korkuyorum. Böyle bir şey olursa da, korkmasın. Arkasında kapı gibi Başbakan var.

Not: Filmi beğendim ama sinema alışkanlığına uydurabilmek için fazlaca kesildiğinden, anlatımda kopukluk olduğunu düşünüyorum. Daha iyi olabilirdi.