24 Ocak 2009 Cumartesi

aile albümü

İlk kısa filmim İplik'ten sonraki ikinci çalışmamı sizlerle paylaşmak istiyorum. Bir otobiyografik belgesel olan Aile Albümü,benim ve ailemin gerçek göç hikayesini anlatırken aile fertlerinin bu büyük değişimden etkilenişlerini farklı boyutlarıyla ele alma çabasında. Azıcık uzun (47') olduğundan, dosya boyutunu kısabilmek için kalitesini düşürmek zorunda kaldım. 10 GB'lık film 100 MB'ın altına indirilince kalitesinde belli bir düşme olması kaçınılmaz.

İzleyenler, her türlü olumlu olumsuz görüşlerini sansürsüz yorum yazmak suretiyle benimle paylaşırlarsa, hem bu filmin son haline, hem de sonrasında yapmayı düşündüğüm diğer kısa filmlere  katkıda bulunmuş olurlar. Lütfen yorumunuzu esirgemeyin. Yakın arkadaşlarım da kıyak geçmesin :)



- Click here for funny video clips

22 Ocak 2009 Perşembe

badem gözlüler ile krizi fırsata çevirmek

Şu sıralar 6. sı düzenlenmekte olan İstanbul Japon Filmleri Haftası'nın açılış törenini, Japonya Başkonsolosu da şereflendirdi. Açılış töreni dediysem öyle ahım şahım birşey beklemeyin. Çok da büyük olmayan sinema salonunun sahnesine bir kürsü kuruldu. Açılış gecesindeki izleyicilerin önemli bir kısmı da Türkiyeli Japonlardı. Memleket hasretiyle kavrulup Japonca sesleri özlemiş olabileceklerini düşünüyorum. Konsolos gelmeden önce Kültür Ateşesi, festival ve bizzat kendinin seçtiği filmler hakkında bilgi verdi. Ciddiyetle ve tiz sesiyle Japonca konuşmaya başladığında içimden gülmek geldiğini itiraf etmeliyim. Bunun yerine, genel olarak tüm Japonların bende uyandırdığı saygıdan ötürü gülümsemekle yetindim. Tüm konuşma boyunca kendimi, yalnızca beyaz perdeden izlemekle yetindiğim derinlikli kültürün tam ortasında buluverdim. İstatik kağıtlarını arsızca dolduran ölümler sebebiyle insan olmayı sık sık unuttuğumuz bugünlerde, Japonların nev-i şahsına münhasır tavırlarıyla saygıdeğer bir varlık olduğumu tekrardan hissettim. İşte, Japon Festivali tam orada başladı benim için. 

Ateşeden sonra kürsüye Başkonsolos çıktı. Tabi ki konuşmasına teşekkürlerle başladı. Gelen seyircilere, sponsorlara, belediyeye vb. şahıs ve kurumlara 5 (yazıyla beş) dakika boyunca teşekkür etti. Onat Kutlar sinemasını Cinema Paradiso'ya benzetti. İki halkın yakınlığından, festivalin amacının Japonya'yı ve Japon sinemasını tanıtmak olduğundan bahsettikten sonra kürsüden indi. Kürsü de, sahneden sürüklenerek zorla indirildi. Biraz sürtünme kuvvetini kullanarak direnmeye çalıştı, ama nafile. O an, herşeyin tutkuyla, el yordamıyla yapıldığı amatör festival ruhunu ve seçmece izleyicilerini özlediğimi anladım. Işıklar söndü ve film başladı. 

    Badem gözlüm, beni unut. 
Bu gemi bir kara tabut, 
lumbarından giren ölür. 
Üstümüzden geçti bulut.

Açılış filmi Japonya'da büyük başarı elde ettiğinden şu sıralar 3. sü çekilen "Umizaru" Türkçe'ye "Çevik Dalgıçlar" olarak çevirilmiş. Japon acil durum kurtarma dalgıçlarının eğitim serüvenini konu alan "Umizaru"nun gerçek manası ise, denizde çok rahat edebildiklerinden bu dalgıçlara takılan "Deniz Maymunu" lakabı imiş. Güçlü bir çizgi kültürü olan badem gözlüler,  bu filmi de bir çizgi-romandan uyarlamışlar. Çocukluğumuza damga vuran (ve bir nevi dünyanın yuvarlak olduğunu çocuklara kanıtlayan) Tsubasa'yı, Naruto'yu nasıl unutabiliriz?  

"Umizaru" daha ilk sahnesinden kendini çizgisini belli etti. Dramatik bir müzik eşliğinde, ne olduğunu sonradan anlamlandıracağımız ama azıcık Hollywood filmi izleyenler için ne olduğunu tahmin etmenin zor olmadığı bir sahneden süzülerek, öykünün içine "balıklama" daldık. Tamam, sanatsal bir film zaten beklemiyordum. Hatta en başta, "yaşasın biraz da çerezlik filmler izleyeyim" diye düşünmedim değil ama hiç değilse oyunu kuralına göre oynasaydınız. Mesela, bu türden popüler kültür (kötü anlamda kullanmıyorum) filmlerinde çok sağlam bir senaryo çatısı vardır. Bu işin bir formülü varsa eğer (ki vardır), o formülde en önemli husus bu matematiksel şablondur. Ne zaman, ne olacağı bellidir. Bu nedenle de bu tür filmler hızlı ritimli ve çok akıcıdır. Ne yazık ki "Umizaru"da bunu göremiyoruz. Dalgıçların eğitim ve aşk hikayeleriyle filmi iki parçaya ayırırsak, bu iki hikaye birbiriyle paslaşamıyor. Akademi sahnelerinde akıcı bir hikayeyi izlerken, o denizi tüketip birden aşk hikayesine geçiyoruz. Haliyle, aşk hikayesinin ritmi daha durağan. Paralel ve dengeli anlatım gerçekleşememiş. Bu yüzden, filmi tekrar bir bütün olarak düşündüğümüzde ritminin bozuk olduğunu ve perde ile seyirci arasındaki sinemaya özgü o sihirli etkileşimi sık sık kopardığını hissediyoruz. 

Ritim konusu önemli. Bir filmin ritminin yavaş veya hızlı oluşu akışkanlığını belirlemez. Örneğin burun kıvırılan "Tatil Kitabı", "Umizaru"dan çok daha akışkan bir filmdir. Çünkü, "Tatil Kitabı"nın ritmi tutarlıdır. Daha en başından, olayların oluş sıklığına bakarak bünyemiz kendini filme uyarlar (biyolojik saatimiz gibi) ve sürprizlerle karşılaşmaz. Aniden 5 yıl sonrasına gitmeyiz mesela. Ancak "Umizaru",  kendi içerisinde çelişkili ritimler göstererek bu akışkanlığı sağlayamıyor. Algımızı bozuyor. 

Diğer rahatsız edici husus ise klişeler. Yani, neredeyse sinema tarihinin bütün klişe çukurlarına düşülmüş (bilerek içine atlanılmış) desem abartmış olur muyum acaba? Aşklardaki o tereddütlü haller, gitgeller, sevgiliye sık sık arka dönmece, ama tam gidecekken durup tekrar yüzünü dönmece, becerilemeyen bir tünelde öpüşme sahnesi (öpmüyor çünkü!), erkeklere özgü çekişmeler ("yeter ki yoluma çıkma dostum"- "just don't get in my way"den çeviri) ama sonra en hakikisinden "buddy" olmacalar, geçmişle hesaplaşan bir bilge adam, kaçınılmaz mutlu son vs. vs. Daha unuttuğum neler vardır neler. Öyle ki, filmde "şimdi bu olacak" deyip de tutturamadığım bir şey olmadı!

En çok da her azıcık geniş sahnede mikrofonun kabak gibi kadrajın içinde olmasını yadırgadım. İnanılmaz. Tamam, Tarkovski'nin "Stalker"ında da buldum ben o mikrofonu ama yalnızca bir sahnedeydi yahu. Burada ise neredeyse filmin yıldızı mikrofon, görünmeyen yıldızı ise o mikrofonu tutan şahıs. Birkaç sahnede tripod ve kamera bile gördüğüme yemin edebilirim. 

Son olarak, filmin iki saati bulan süresini, bu tür filmler için (özellikle böyle bir senaryo için) çok uzun bulduğumu belirterek "Umizaru"nun eleştirisini tamamlıyorum. "Ha bitti, bitecek" derken ilgimi yitirdim. 1,5 saat kafidir. Hollywood'u ciddiye almak gerek.

Kısacası yıllardır izlediğim en kötü filmdi. Ancak, "Umizaru"nun açılış filmi olarak seçilmesinde naif bir düşünce yattığı fikrindeyim. O düşünce de, popüler kültürün birleştirici özelliği. Kültür Ateşesi bu filmi seçerek, Japon kültürüne hemencecik bir yakınlık hissetmemizi istemiş olabilir. Programa baktığımızda bunu anlıyoruz. İlk filmi bu kadar kötü bulmam ayağınızı festivalden çevirmesin. Akira Kurosawa'nın "Ikuru"su (kopyası biraz eskiymiş), Mikio Naruse'den "Yüzen Bulutlar" (Ukigumo), Takeshi Kitano'dan "Bir Deniz Manzarası", "Kamikaze" ve "Hula Kızları" çok ümitli olduğum ve tavsiye edebileceğim filmler. Animeciler de unutulmamış. "Cowboy Bebop" ve "Coo İle Geçen Yaz" gösteriliyor.

Sıkı durun. Üstelik hepsi bedava! %50 elektronik eşya indiriminde mağazaları talan eden halkımızın, %100 sinema indiriminde neden hiç birşey yapmadığını anlamıyorum.

Festival filmleri Levent Kültür Merkezi'nde Pazar gününe kadar görülebilir. Kaynağından, özenle (ilk film bir kazaydı) seçilmiş bedava Japon filmleri, badem gözlülerle yan yana izlenebilir. Krizi fırsata çevirmek diye ben buna derim. Hamdolsun! 

Alaksız not ve ardından müzik: Bu kadar iyi müzik yapmak suç sayılmalı. İntihara teşvikten. Dinleyiniz. 



Islands - King Crimson

20 Ocak 2009 Salı

kadehlerimizi 301'e kaldırıyoruz!

Öğrenim hayatımın son yılında sanırım final dönemindeydik, Hrant Dink vurulduğunda. İtiraf ediyorum: Birçok insan gibi ilk defa duymuştum ismini. Bizimkilerle (awesome, sagittarius, rohan, sermet nadir vb.) ayıptır söylemesi Boğaz manzaralı 211 no:lu odamızda "bu adam da kimmiş yahu?" diye konuştuğumuzu çok iyi hatırlıyorum. Tanımıyorduk. Sağolsunlar; böyle tanımamazlık durumlarında devreye girerek bu isimleri geniş kitlelere duyurmak görevini gönülden ve gönüllü üstlenmiş, yeraltı meraklıları, "Kurtlar Vadisi" fanatikleri, alicengiz oyunu düşkünleri, fırsatçı, işgüzar katillerle dolup taşıyor geçmişimiz ve bugünümüz. Bu tanışma, aynı zamanda bir sondu. "Everything that has a beginning has an end". 

Sonrasında, biraz araştırdık kendisini. Fena adam değilmiş. Agos gazetesinde yazı işleriyle uğraşıyormuş. Ailesi, çocukları olan normal bir insanmış.

Bu 4 cümleyi okuduktan sonra bir süreliğine naifleşelim, aptal rolü kesip (ya da kesmesek mi?) kendimize şu soruyu soralım: "Eeee, bu adam neden öldürülmüş?" Şimdi Türkiyeli olmayan bir insan bunun cevabını sittin sene bulamaz. Lakin, test mantığı tüm genlerine nüfuz etmiş bizim gibi "eğitim zaiyatı", okumuş Türkiyeliler, şıklardan yola çıkarak rahatlıkla makul bir tahminde bulunabilir (educated guess). Birinci anahtar söz öbeği: "yazı işleriyle uğraşan". Herkes Türkiye'de yazı işleriyle uğraşmanın tehlikeli bir iş olduğunu biliyor, değil mi? Sonraki ipucumuz, "Agos" kelimesi olabilir. Nece olduğunu tam bilemesek de, kelimenin garipliğinden bunun bir azınlık jargonu olduğunu anlayabiliriz. Koy şimdi ikisini yan yana. Ne çıktı? "Yazı işleriyle uğraşan azınlık." İşte Hrant Dink'in neden öldürüldüğünün cevabı budur.  

İki yıl geçmiş. 20'lerin içine balıklama daldıktan sonra yıllar, daha bir hızlı geçer oldu. Memleketimizde cinayete kurban giden her "sıradan vatandaş"ın paylaştığı "cesedin üzerine gazete örtmece" akıbetini, kendi tabiriyle "sadece edebiyat seven" ve muhtemelen Ermeni olmaktan ziyade pek bir kusura bulunmayan o adam da diğerleriyle paylaştı. Hrant Dink denince hatırladığım ilk görüntü, gazete kağıdından taşmış, kanlı kaldırımda yatan ayakkabılardır. Bir süredir, bunun bile Hrant Dink benzerlerine bir gözdağı, "yerde yatan Ermeni'yi sergileme" tezgahı olduğunu düşünür oldum. "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" gibilerinden. Sonrasında olanları hatırlayalım. Yakalanan Ogün Samast'a cenderme karakolunda savaş kahramanı muamelesi yapılması, "Hepimiz Ermeniyiz" diyerek durumu protesto eden binlerce insana inat, bu cinayeti için için destekleyen daha fazlasının ne hikmetse beyaz beresiz sokağa çıkamaz olması (Ben ablamın ördüğü güzelim beyaz bereyi yanlış anlaşılmamak için takmazken, adını bu Internet denilen aleme yazıyorum işte Trabzonsporlu fitbolcu bozuntusu "kaptan" Hüseyin Çimşir. Antrenmanda beyazkafanla gördüm seni; unutmadım, unutamadım seni. Bu teşhirimle de ismin, Amerikan serverlarındaki kati yerini aldı), cinayetin çözümü sürecinde bir türlü ilerleyemeyen sürüncemedeki dava gibi hadiseler işte beni bu derece şüpheci (skeptik mi derler felsefede, ne derler?) yaptı.

Şimdilerde Hrant Dink'in ve temsil ettiği mefhum benzeri devlet sorunu (politikası belki de) mertebesindeki hassas konularda her ne hikmetse pek işleyemeyen, sık sık tıkanan adalet, yeri geldiğinde pek de güzel işleyebiliyor halbuki. 301, 305 tıkır tıkır işliyor. Tıkır, tıkır. Tıkır, tıkır. Tıkır. Tık. İşte bu tetik sesine giden yolu açabiliyor. Dil uzmanlarından kurulu bilirkişi raporuna rağmen, Hrant Dink'i "Türklüğü aşağılamaktan" mahkum edebiliyor. Öldürülen Hrant Dink'in yanı sıra, "akıllı" olup Edirne ötesine kaçmış Orhan Pamuk'u ve köyün delisi Perihan Mağden'i üst üste davalarla yıldırmak için bir falakaya dönüşebiliyor. Adalet. Bize pek uğramıyor. 

Kadehimi 301'e kaldırıyorum!

Önemli Not: "Tililili" diye bir şey duydunuz mu hiç? Özellikle Tuncel Kurtiz'in sesinden "Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği" yazısını çok tavsiye ederim. Olmadı, Haluk Bilginer'in sesiyle "Tuvalet Korosu"nu bir dinleyiverin. Buyrun: http://www.ntvmsnbc.com/news/432430.asp

Not 2: Çalışmıyorsa, Internet Explorer üzerinden adresi, adres çubuğuna kopyalamak suretiyle açınız.

14 Ocak 2009 Çarşamba

pandora'nın kutusu

"Dünyada yalnızca erkeklerin yaşadığı bir zamanda, tanrıların kralı Zeus, insanoğlunun huzurunu kaçırmak istemiş. Prometeus'un tanrılardan bilgelik ateşini çalıp erdemi dünyaya getirmesinin ardından da çok geçmemiş zaten. Zeus öç almak ve insanlığı cezalandırmak için işe koyulmuş. Oğullarından demirciler tanrısı olan Hephaistos'u, tanrıçalara benzeyen bir kadın yapmakla görevlendirmiş.

Hephaistos, topraktan ve sudan bir genç kız yaratmış. Tanrılar ve tanrıçalar bu kıza güzellik, çekicilik ve tatlı dil vermiş, onu takılar ve çiçeklerle donatmışlar. Tanrıların habercisi, kurnaz ve muzip Hermes, bu güzel kızın kalbini sadakatsizlikle, ağzını da yalanla doldurmuş. Zeus ise bu kıza bir kutu hediye etmiş ve kutuyu kesinlikle açmamasını sıkı sıkı tembihlemiş. Kıza «Tanrıların armağanı» anlamına gelen «Pandora» adı verilmiş.

Tanrılar, Pandora'yı Prometeus'un kardeşi olan Epimetheus'a yollamışlar. Prometeus kardeşi Epimetheus'a tanrılardan gelen bir hediyeyi kabul etmemesi gerektiğini anlatmış ama Epimethus kardeşinin uyarılarına kulak asmamış. Pandora o kadar güzelmiş ki Epimetheus kısa zamanda ona aşık olmuş; evlenmişler. Her şey yolunda giderken, günün birinde Pandora Zeus'un hediyesi olan kutuyu açıp içinde ne olduğunu görmek istemiş. Zeus'un uyarısını unutan zavallı Pandora kutuyu açtığında ölüm, açlık, öfke, kıskançlık ve o güne kadar yeryüzünde mutlu yaşayan insanoğlunu acıya ve kedere boğacak olan her türlü kötülük dünyaya yayılmış. Şaşırıp kalan ve yaptığından pişman Pandora son bir çabayla kutuyu kapatmak istemiş. Ancak, bir tek şeyin dışında kutunun içindekiler uçup gitmiş bile.

Pandora’nın bu son çabasıyla kutuda kalan şey, insanoğlunu, bütün bu kötülüklere rağmen ayakta tutabilecek bir şeymiş: Umut."

Nietzsche'ye göre umut da kutudaki en son kötülüktür. Çünkü, insanlar buna inararak kendilerini kandırırlar. "Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır." Kısaca süperinsan (übermensch) diye çevirebileceğimiz kavramda, umudun yeri yoktur. Bu felsefeye göre süperinsan, dünyanın hep daha kötüye gittiğini bilip, bunu aklında tutandır. Umuda sarılmak zayıfların işidir.

Anlamadığım şey şu: Umut, kutunun içinde tıkılı kalıp dünyaya yayılamadıysa, bize hayata ve tüm kötülüklere katlanma gücü veren şey olduğu yorumu nasıl yapılabilir? Bir de dikkat: Kabak gene, hakim erkekler dünyasında kadının başına patlamış.

"Eee, bu Pandora hadisesi de nerden çıktı" diye sormak makul. Televizyonda Tuncay Güney'in 2001 yılındaki sorgu görüntüleri yayınlandı. İzlerken Burhan Altıntop misali "Pandora'nın kutusu açıldı, hanııııım" diye çığırasım geldi. Adam, anlatıyor da anlatıyor. Susurluk kazasından girdi; Sabancı cinayetinden çıktı. Konulara hakim tavırlarından ötürü, inandırıcı da üstelik. Sonradan kendisinin iddia ettiği gibi işkence görmüş birine ise hiç benzemiyor. Sormadan, zevkle anlatıyor adam. Ruşen Çakır'ın dediği gibi "şehvetle ajanlık yapan" şahsiyet, şehvetle anlatıyor.

Mesela Tansu Çiller (herkesi profesör yapıyorlar ya memlekette- ben de şu dükkanı bir bulsam, hemen gidip alacağım profesörlüğümü), Veli Küçük zat-ı muhtereme siyasete girme teklifi götürmüş. Veli Küçük Efendi, karanlık ve gizemli takılmaktan haz aldığını belirterek bu teklifi reddetmiş.  

Mesela, uyuşturucu operasyonlarında ele geçirilen maddeler polisle anlaşma gereği Sabancıgillerin çimento fabrikasında imha ediliyormuş. Ancak, bir noktadan sonra bu anlaşmaya uyulmayarak, uyuşturucular fabrikadan kaçırılıp tekrar yurtdışı piyasayasına verilmeye başlanmış. Hesapta Sabancıgiller tarafından. Bunun üzerine, bu duruma kıl olanlar (Abdullah Çatlı ve Veli Küçük gibi örgütlerine uyuşturucu yoluyla para kazandıran tipler) suiskasti gerçekleştirmek için DHKPC elemanlarını kullanıp, çaycı diye Fehriye Erdal'ı Sabancı Center'a sokmuş ve eylemi gerçekleştirmişler. 

Bunlar ve daha neler neler. JİTEM'dir, Ergenekon'dur, Susurluk kazasıdır, Irak'ta, Azerbaycan'da yapılanmadır vs vs. Tuncay Güney denilen meczup muamma, bunları tümüyle uydurmuş bile olsa, çok tekinsiz bir ortamda yaşadığımız duygusuna kapıldım. Çünkü sorgulamayı yapanlar dahil, hiç kimse bu anlatılanlara şaşırmıyor. Sanki, göl kıyısında kır gezisi anlatılıyor. Bu karanlık muhabbetler mutatmış gibi. Bir devlet ve onun sürekli peşinde dolaşan, her hareketini izleyen karanlık bir gölgesi varmış ve bu çok normalmiş gibi. Ya devlet denen nev-i şahsına münhasır oluşum gölgeyi değil de, gölge devleti yönetiyorsa?

Not: NTV'deki yayına katılan Cumhuriyet gazetesinin yurttan haberler şefi, bunu yine AKP'nin bir komplosuna bağladı. Yahu 2001'de AKP mi vardı birader? Anladık, memleket kötüye (karşı devrime) gidiyor da, bunu insanlara anlatabilmeniz için saçmalamadan mantık sınırları içerisinde kalmanız gerekmez mi? 

12 Ocak 2009 Pazartesi

haftanın güzeli (X)

Geçen hafta, "haftanın güzeli"ni es geçmiştim. Son zamanlarda performansım düştüğünden olsa gerek, haftada bir iki olağan yazı üstüne haftanın güzelini yayınlamak biraz tuhaf kaçıyordu. Gündem içi dişe dokunur yazılar seçmek dışında fazla bir katkımın olmadığı bu köşenin sık sık tekrar etmesi, benim de çok istediğim bir şey değil. Özellikle de o hafta az sayıda yazı yazdıysam. İşin kolayına kaçmak gibi oluyor. Diğer taraftan, illa ki yazı yazacağım diye zorlamak, kendini sıkmak da benim tarzım değil. Yazı kendiliğinden gelir. Önce düşünceler oluşur, sonra bağlantılar, sonra yapı... Ancak bütün bunlar kendiliğinden olursa, eli ayağı düzgün bir fikri anlatan eli ayağı düzgün bir deneme ortaya çıkarılabilir. 

Yeni Ergenekon dalgası, (maalesef) İsrail cinayetlerinin yerini aldı. Gökhan Özgün'ün 10 Ocak tarihli "Gün gelince" başlıklı, Ergenekon ve farklı çevrelerden yansımalarına ilişkin yazısı...

Gazetelere bakıyorum, televizyonu açıyorum. Aklım şaşıyor. Vücudumdan sanki kanım çekiliyor. Büyük bir tükenmişlik, beyhudelik kaplıyor ruhumu. Tükenmeyenler beni affetsin. Ya da ruh halimi, şu an şiddetle ağrıyan sırtıma ve başıma versinler. 

Ağustos ayında “Paşalar her zaman güzel konuşmalar yapıyorlar da..., Ama sanki sözle etkili olma aşaması geride kaldı gibi geliyor bana” diyebilen Deniz Baykal, yine İran çığlıkları atıyor. İlhan Selçuk, her zamanki pişkinliğiyle orduyu gıdıklamaya, gıcıklamaya devam ediyor. Ertuğrul Özkök, köşesinde özel bir uyarı, yani ‘muhtıra’ kutusu açarak ‘demokrat darbe’ tehdidi yapıyor. Nasıl mı? Mafya ağzıyla, anlayana... Mafya da öyle konuşur. Açık açık tehdit etmez. Aynen şöyle der. Dikkat et koçum, fazla uzağa gitme, bakarsın akrep sokar, yılan sokar, belli olmaz. 

Niye bütün bunlar? Ergenekon soruşturması ilerliyor diye. Ankara’nın orta yerinde gömülü silahlar bulunuyor diye... Sepet sepet el bombaları emniyete taşınıyor diye... Cinayetler birbirine bağlanıyor diye. 

Yalnızca bunun için mi? Hayır, aslında Türkiye’nin ‘itibar ekonomisi’, ‘itibar sosyolojisi’, ‘itibar psikolojisi’, ‘itibar otoritesi’ kökünden sarsılıyor diye. ‘Koskoca’ bilim adamı, ‘koskoca’ yargıcın önüne kırmızı halı serilmiyor, İbrahim Şahin’le aynı polis otosuna bindiriliyor diye. 

Ergenekon’a karşı ‘demokratik hassasiyet’ ‘iç çamaşır çekmecelerinde nasıl olur da arama yaparsınıza kadar varıyor. Tecavüzde niye cop kullanalım arslan gibi askerlerimiz var, diyenler ise ‘anayasanın koruması’ altında. Yeni anayasa umudu ise nedense bir türlü araştırılmayan bir ‘baskı’ altında. 

Yalçın Küçük gibi bir ‘meczup’ da tutuklandığı için bu soruşturmaya şüpheyle bakanlar beliriveriyor. Peki, bu ‘meczubu’ ‘ciddi’ siyaset programlarından eksik etmeyenler kimdi, sirk mi işletiyorlardı? Yalçın Küçük’ü tımarhanelik bulanlar, ciddiye almayanlar, Veli Küçük’ün psikolojisinin yerli yerinde mi olduğunu düşünüyor? 

CHP her şeyi Amerikan oyunu olarak görüyor. Tıpkı TKP gibi. Bir kısım malum ‘ırgalanmaz solcu’ da Ergenekon bizim için farketmez, diyor. 

Kimileri de ‘mükemmeliyetçi’, ‘beceriksiztan’ın doğuştan beceriklileri onlar, savcının yerinde onlar olsa her şey çözülecek. Bu kadar basit. 
Beş duyunuzun beşi de mi köreldi? Ergenekon davası değiştireceği kadarının yüzde 80’ini değiştirdi bile. Bir terör odağının mecrası yok oluyor. Bir linç dili tehdit kelimelerini teker teker kaybediyor. 

Ergenekon davası sürmüyor olsaydı, Ermenilerden özür kampanyası nasıl esaslı bir linç girişimi haline geliverirdi, hafızasından korkmayan, hatırlar. Tabii ki ‘koskoca’ savcılarımızın, ‘koskoca’ bilim adamlarımızın, sürekli ‘numarası’ değişen kanunların ve ‘sivil’ toplum örgütlerinin desteğiyle gerçekleşirdi bu linç. 

Türkiye’de demokratları sekter olmakla, sekter bir dil kullanmakla suçlayanlar var. Türkiye’deki hayâsız yarılmayı çoğu radikal bile olmayan bir avuç demokrat yaratmadı. Türkiye büyük bir histeriyle kendini ortadan ikiye yardı. Sayıklamaya başladı. Demokratlar bu hakiki yarılmayı görmezlikten gelemeyenlerdir. 

Burada çok önemli bir nokta var. Bu yarılmanın geçici olduğunu düşünenler yanılıyor. Bu yarılma çok ama çok uzun süre baki kalacak. Türkiye’de siyaset çok çok uzun bir süre bu yarığın üzerinden akacak. Sağ ve sol kavramları 1789 kurucu meclisinde, yani çok özel ve tarihî bir anda alınan tarihî bir siyasi pozisyondan ibarettir. Bu pozisyon farkı yüzyıllarca nasıl devam ettiyse, Türkiye’deki bu yarılma da çok uzun süre devam edecek. Sağ ve sol kavramları Türkiye’de dünyadakinden daha da derin bir darbe yiyerek iyice müphemleşecek. Türkiye’nin yeni bir siyaset dili bulması gerekecek. 

Bu yeni dil, gerçeğin değil, hakikatin dili olmalı. Gerçeğin ne olduğunun daima danışılması gereken ‘uzmanları’, ‘bilirkişileri’ vardır. Hakikat ise beş duyumuzdan ne yapsa da bir türlü kaçamayandır. Misal mi istiyorsunuz? Ermeni meselesi ‘gerçeğini’ tarihçilere bırakabilirsiniz, ama Ermeni milletinin çektiği acıların ‘hakikiliğini’ tıp doktorlarına ölçtüremezsiniz. Çünkü bu acının tek bir ‘hakiki’ ölçüsü vardır, o da, yüzyıldır verdikleri ısrarlı siyasi mücadeledir. 

Bence Taraf gazetesinin nevi şahsına münhasır isminin arkasında böyle yeni bir muhalif dil arayışı var. Üstü artık örtülemeyecek bu yarılmanın kaçınılmaz kabulü var. Demokrasinin bu topraklarda maalesef yalnızca bir tarafa, bir köşeye sıkıştığı, sıkıştırıldığı ‘hakikati’ var. İyi niyetler, kibarlıklar, dostluklar, itidal maalesef bu hakikati değiştirmiyor. Çünkü ‘gün gelince’ hep aynı yarılma hep aynı şekilde tekrarlanıyor. 

Ali Bayramoğlu dünkü yazısını çok ‘hakiki’ bir soruyla bitiriyor. 

“2009 çatışmayla açılmıştır... 2007’ye geri mi dönülecektir? Mart ayındaki yerel yönetim seçimleri, Baykal’ın tavrı, askerin tedirginliği dikkate alınacak olursa 2007 yılı tarzı bir yeni hesaplaşmaya mı gidilmektedir? Soru budur...” 

Ben bu soruya bir soru daha ilave etmek istiyorum. 2007’ye geri döndürüleceksek, İranlarla, Malezyalarla, mahalle baskılarıyla eblehleşmiş ve sıfırlanmış bir hafızayla mı geri döneceğiz? Yoksa son iki senede olanları, aslolanları, asıloğlanları unutmadan mı? 

Ali Bayramoğlu’nun sorduğu soru 2009’un sorusudur. Benim ilave ettiğim ise maalesef koskoca bir yüzyılın sorusudur. Bana yüzyıllık bir soru sordurabilme şerefini bahşeden ise zekâ ya da ‘entelektüel’lik değil, beş duyumun hâlâ bana ait ve hâlâ açık olmasıdır.

9 Ocak 2009 Cuma

iade-i itibar ve bir kolaj

Sabahattin Ali'yi genç yaşta öldürdük, yazacağı romanlardan mahrum kaldık. Nazım Hikmet'i vatan haini saydık, tecrit ettik, şiirlerini yasakladık. Che Guevara'nın hayran olduğu, (sanırım) Paris metrosu duvarlarında şiirleri yazılı duran (resmini görmüştüm, aradım ama bulamadım) "Türkçe'nin en büyük şairi"ni yok saydık. Ne işe yaradı?

Birisi şöyle dedi televizyonda: "Nazım Hikmet'in itibarı iade edilemez, çünkü zaten itibarı hep yerindeydi. Asıl Türkiye Cumhuriyeti'nin itibarı iade edilmiştir."

Bir Türk de komünist oluversin canım, ne çıkar bundan?

VATAN HAİNİ 
  
"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. 
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet. 
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." 
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla, 
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un 
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali 
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. 
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet 
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." 

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt 
  hainiyim, ben vatan hainiyim. 
Vatan çiftliklerinizse, 
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, 
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, 
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, 
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, 
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, 
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, 
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, 
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, 
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, 
  ben vatan hainiyim. 
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla : 
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

SENİ DÜŞÜNMEK

Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey,
Dünyanın en güzel sesinden
En güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey...
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
Ben artık şarkı dinlemek değil,
Şarkı söylemek istiyorum.

HASRET -02

Denize dönmek istiyorum! 
Mavi aynasında suların: 
boy verip görünmek istiyorum! 
Denize dönmek istiyorum! 

Gemiler gider aydın ufuklara gemiler gider! 
Gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder. 
Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter. 
Ve madem ki bir gün ölüm mukadder; 
Ben sularda batan bir ışık gibi 
sularda sönmek istiyorum! 
Denize dönmek istiyorum! 
Denize dönmek istiyorum!

CEVİZ AĞACI

Başım köpük köpük bulut, 
içim dışım deniz, 
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında, 
budak budak, serham serham ihtiyar bir ceviz. 
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında. 

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında, 
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl. 
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril. 
Koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil 
Yapraklarım ellerimdir tam yüz bin elim var, 
Yüz bin elle dokunurum sana, Istanbul'a. 
Yapraklarım gözlerimdir.Şaşarak bakarım. 
Yüz bin gözle seyrederim seni, Istanbul'u. 
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım. 

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında, 

Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında

MAVİ GÖZLÜ DEV, MİNNACIK KADIN VE HANIMELLERİ

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
bahçesinde ebruliii
hanımeli
açan bir ev.
Bir dev gibi seviyordu dev.
Ve elleri öyle büyük işler için
hazırlanmıştı ki devin,
yapamazdı yapısını,
çalamazdı kapısını
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan evin.

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan eve.

Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,
dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:
bahçesinde ebruliiiii
hanımeli
açan ev..

YAŞAMAYA DAİR 


Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
  bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
  yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
  beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
  insanlar için ölebileceksin, 
  hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
  hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
  hem de en güzel en gerçek şeyin 
  yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
  hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
  ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
  yaşamak yanı ağır bastığından. 
  1947 

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
yani, beyaz masadan, 
  bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz 
  en son ajans haberlerini. 
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için, 
  diyelim ki, cephedeyiz. 
Daha orda ilk hücumda, daha o gün 
  yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
  fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz 
  belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 
Diyelim ki hapisteyiz, 
yaşımız da elliye yakın, 
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, 
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla 
  yani, duvarın ardındaki dışarıyla. 
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım 
  hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... 
  1948 

Bu dünya soğuyacak, 
yıldızların arasında bir yıldız, 
  hem de en ufacıklarından, 
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
  yani bu koskocaman dünyamız. 
Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını 
yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak 
  zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. 
Şimdiden çekilecek acısı bunun, 
duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya 
"Yaşadım" diyebilmen için... 

JAPON BALIKÇISI 

  Denizde bir bulutun öldürdüğü 
  Japon balıkçısı genç bir adamdı. 
  Dostlarından dinledim bu türküyü 
  Pasifik'te sapsarı bir akşamdı. 


Balık tuttuk yiyen ölür. 
Elimize değen ölür. 
Bu gemi bir kara tabut, 
lumbarından giren ölür. 

Balık tuttuk yiyen ölür, 
birden değil, ağır ağır, 
etleri çürür, dağılır. 
Balık tuttuk yiyen ölür. 

Elimize değen ölür. 
Tuzla, güneşle yıkanan 
bu vefalı, bu çalışkan 
elimize değen ölür. 
Birden değil, ağır ağır, 
etleri çürür, dağılır. 
Elimize değen ölür... 

Badem gözlüm, beni unut. 
Bu gemi bir kara tabut, 
lumbarından giren ölür. 
Üstümüzden geçti bulut. 

Badem gözlüm beni unut. 
Boynuma sarılma, gülüm, 
benden sana geçer ölüm. 
Badem gözlüm beni unut. 

Bu gemi bir kara tabut. 
Badem gözlüm beni unut. 
Çürük yumurtadan çürük, 
benden yapacağın çocuk. 
Bu gemi bir kara tabut. 
Bu deniz bir ölü deniz. 
İnsanlar ey, nerdesiniz? 
  Nerdesiniz?

KIZ ÇOCUĞU 

Kapıları çalan benim 
kapıları birer birer. 
Gözünüze görünemem 
göze görünmez ölüler. 

Hiroşima'da öleli 
oluyor bir on yıl kadar. 
Yedi yaşında bir kızım, 
büyümez ölü çocuklar. 

Saçlarım tutuştu önce, 
gözlerim yandı kavruldu. 
Bir avuç kül oluverdim, 
külüm havaya savruldu. 

Benim sizden kendim için 
hiçbir şey istediğim yok. 
Şeker bile yiyemez ki 
kâat gibi yanan çocuk. 

Çalıyorum kapınızı, 
teyze, amca, bir imza ver. 
Çocuklar öldürülmesin 
şeker de yiyebilsinler.

DAVET
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
  bu memleket, bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
  bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
  bu dâvet bizim....

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
  bu hasret bizim...

SALKIMSÖĞÜT 
  
Akıyordu su 
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını. 
Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını! 
Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere 
koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere! 
Birden 
bire kuş gibi 
  vurulmuş gibi 
  kanadından 
yaralı bir atlı yuvarlandı atından! 
Bağırmadı, 
gidenleri geri çağırmadı, 
baktı yalnız dolu gözlerle 
  uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına! 

Ah ne yazık! 
  Ne yazık ki ona 
dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak, 
beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak! 
  

Nal sesleri sönüyor perde perde, 
atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde! 
  

Atlılar atlılar kızıl atlılar, 
atları rüzgâr kanatlılar! 
Atları rüzgâr kanat... 
Atları rüzgâr... 
Atları... 
At... 

Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat! 

Akar suyun sesi dindi. 
Gölgeler gölgelendi 
  renkler silindi. 
Siyah örtüler indi 
  mavi gözlerine, 
sarktı salkımsöğütler 
  sarı saçlarının 
  üzerine! 

Ağlama salkımsöğüt, 
  ağlama, 
Kara suyun aynasında el bağlama! 
  el bağlama! 
  ağlama!

KARLI KAYIN ORMANINDA 
  
Karlı kayın ormanında 
yürüyorum geceleyin. 
Efkârlıyım, efkârlıyım, 
elini ver, nerde elin? 

Ayışığı renginde kar, 
keçe çizmelerim ağır. 
İçimde çalınan ıslık 
beni nereye çağırır? 

Memleket mi, yıldızlar mı, 
gençliğim mi daha uzak? 
Kayınların arasında 
bir pencere, sarı, sıcak. 

Ben ordan geçerken biri : 
"Amca, dese, gir içeri." 
Girip yerden selâmlasam 
hane içindekileri. 

Eski takvim hesabıyle 
bu sabah başladı bahar. 
Geri geldi Memed'ime 
yolladığım oyuncaklar. 

Kurulmamış zembereği 
küskün duruyor kamyonet, 
yüzdüremedi leğende 
beyaz kotrasını Memet. 

Kar tertemiz, kar kabarık, 
yürüyorum yumuşacık. 
Dün gece on bir buçukta 
ölmüş Berut, tanışırdık. 

Bende boz bir halısı var 
bir de kitabı, imzalı. 
Elden ele geçer kitap, 
daha yüz yıl yaşar halı. 

Yedi tepeli şehrimde 
bıraktım gonca gülümü. 
Ne ölümden korkmak ayıp, 
ne de düşünmek ölümü. 

En acayip gücümüzdür, 
kahramanlıktır yaşamak : 
Öleceğimizi bilip 
öleceğimizi mutlak. 

Memleket mi, daha uzak, 
gençliğim mi, yıldızlar mı? 
Bayramoğlu, Bayramoğlu, 
ölümden öte köy var mı? 

Geceleyin, karlı kayın 
ormanında yürüyorum. 
Karanlıkta etrafımı 
gündüz gibi görüyorum. 

Şimdi şurdan saptım mıydı, 
şose, tirenyolu, ova. 
Yirmi beş kilometreden 
pırıl pırıldır Moskova...

Ve tabi ki favorim...

DON KİŞOT 

Ölümsüz gençliğin şövalyesi, 
  ellisinde uydu yüreğinde çarpan aklına,
bir Temmuz sabahı fethine çıktı 
  güzelin, doğrunun ve haklının :
önünde mağrur, aptal devleriyle dünya, 
  altında mahzun, fakat kahraman Rosinant'ı.

Bilirim,
hele bir düşmeyegör hasretin hâlisine,
hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek,
yolu yok, Don Kişot'um benim, yolu yok,
yeldeğirmenleriyle dövüşülecek.

Haklısın, elbette senin Dülsinya'ndır en güzel kadını yeryüzünün,
sen, elbette bezirgânların suratına haykıracaksın bunu,
alaşağı edecekler seni
bir temiz pataklayacaklar.
Fakat sen, yenilmez şövalyesi susuzluğumuzun,
sen, bir alev gibi yanmakta devam edeceksin
  ağır, demir kabuğunun içinde
ve Dülsinya bir kat daha güzelleşecek...

5 Ocak 2009 Pazartesi

merkwürdigliebe

Ortadoğu'da asimetrik savaş yeniden başladı. Bendeniz dün gece Barcelona-Mallorca maçını ilgiyle izlerken, NTV "son dakika" altyazısıyla İsrail'in Gazze'ye karadan girdiğini duyurdu. Devre arasında özel yayına başlandı. Canlı yayında gaz istasyonunun patladığını gördük. Tıpkı geçen haftaki yazımda söylediğim gibi, kanlı canlı savaş izlemeyi pek seviyoruz. Orada yaşayan insanlar bağlandı; yaşadıklarını (yaşamakta olduklarını daha doğrusu) anlattılar vs. Bilinen istatistikleri tekrar etmek manasız. İnsanlar ölüyor ve savaş hiçbir şeyi çözmüyor. Çözüldü sanılan problemleri evriltiyor yalnızca. Şiddet şiddeti doğuruyor. Hamas gider, beş yıl sonra başkası gelir. Burada kazanan kimdir? "Sosyal insan"ın ilişkilerini düzenlemesi için kurulan devletin vatandaşları mı, iktidar hırsıyla yanıp tutuşan büyük egolar mı? Özür dilemeyi kendine küfür sayanlar, barış masasına nasıl oturabilir? 

Savaşın saçmalığını bana en iyi "dr. strangelove" anlatmıştı. Öyle bazı filmler vardır zihnimde bir takım düşüncelerin, kavramların özeti gibidir. Bir şey anlatmak istediğimde bu filmlere referans veririm. Mesela iletişimsizlik için "Sürgün" veya "Lost in Translation" bire birdir. "Dr. Strangelove" da savaşın, yönetenler cephesinden nasıl göründüğünü  görebilmemiz için hayali, mübalağlı bir uç pencere sunar.

Lakin, bu küçük pencere çok kıymetlidir. Film boyunca, bazen gerçek hayatta gözetleme dürtülerimize kapılıp anahtar delikleri önünde tereddütsüz eğilmemiz gibi, dünyayı yöneten kadroların mahrem mekanlarını dikizler dururuz. Filmin en genel mekanı, "war room" denilen savaş stratejilerinin tartışıldığı odadır. Bu odada Amerikan başkanının, danışmanlarının ve generallerinin absürd muhabbetlerine tanık oluruz. Soğuk Savaş gibi gerilimli bir ortamda Rus Büyükelçisi de odaya dahil olup muhabbete katılınca, işler git gide saçma sapan ve bu yüzden de çok komik bir hal alır. Film salt bir Amerikan karşıtlığından öte, doğasındaki anlamsızlık ve hatta aptallık dolayısıyla samimi bir savaş karşıtlığı sergiler.

Her ne kadar yöneten kadroların mekanı olmasa da, "gaz" savaş/zafer müziği eşliğinde Rusya ile nükleer savaşı başlatmak üzere yola çıkan Amerikan uçağının uzun ve detaylı iç çekimleri "peace is our profession" diyen Amerikalı askerlerin dünyanın sonunu getirecek olsa dahi, bu işe bile soğuk bir görev bilinciyle yaklaştıklarını gösterir. 

Deli bir muhafazakar (Cumhuriyetçi) general, seks hayatından yola çıkarak komünizm paranoyasını abartıp, kendi iktidarsızlığını Rusların zehirlediği suya bağlar ve komutanı olduğu savaş uçaklarını Rusya'ya nükleer bomba atmaları için havalandırır. Ama Rusya'nın da elinde kapatılması mümkün olmayan "kıyamet silahı"(doom's day machine; böyle bir silahın nasıl birşey olabileceğini hep hayal etmişimdir) vardır. Bu esnada "war room"a davet edilen Rus büyükelçi, 20 dakika sonra tüm dünya yokolacak olmasına karşın, görevini ve "yoldaş"lığını bir an bile aksatmayıp odanın gizlice fotoğraflarını çekerek casusluk yapmaktadır. Bundan daha saçma birşey olabilir mi?! Var. Amerikan başkanı Merkin Muffley, casusu yakalayan generale şöyle der: "This is war room, there is no fighting here." Tuhaflıklar komedisi. 

"Dr. strangelove" karakteri ise, filmde çok az gözükmesine karşın temsil ettiği şey itibariyle mühimdir. Faşist Alman profesörümüz savaşa aşkla bağlıdır. Almanya'dan göçtükten sonra "merkwürdigliebe" olan ismini, "strangelove" yaptığını anlıyoruz. Filmin orjinal ismi: "Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb." Doktorun, tüm bu olanlardan haz duyar gibi bir hali var filmde. Sürekli pişmiş kelle gibi sırıtıyor. Hatta, dünya yokolduktan sonra nasıl yaşanabileceğini de sanki iyi bir şeymiş gibi ballandıra ballandıra anlatıyor. Irkın saflaşmasına yaptığı göndermelerle ve sık sık tik yapan eliyle Hitler sempatizanı olduğunu saklayamıyor. Genel olarak savaşın eleştirisini bir kenara koyarsak, filmdeki tüm generallerin ve doktorun muhafazakar ve ikiyüzlü oluşunun (mesela Gen. Buck Turgidson'ın bir taraftan metresini evlilik vaatleriyle oyalarken, diğer taraftan ona yatmadan önce dua etmesini öğütlemesi gibi) yakın zamanda sık sık ekranlarda gördüğümüz Cumhuriyetçi aday Senatör McCain'in ve gayrimeşru torun sahibi Sarah Palin'in temsil ettiği "ulusalcı", savaş fetişisti Amerikan sağ kanadına ağır bir eleştiri olduğunu söyleyebilirim (bu da filmin 1964 yılında anlattığı şeylerin halen geçerli olduğunu kanıtlar). 

Filmin oyunculuk namında parıldayan tek yıldızı, 3 rolü birden üstlenen (hangileri olduğunu söylemeyeceğim; çünkü gerçekten o kadar iyi oynanmış ki adamı tek rol oynamış zannediyorsunuz, diğer karakterlerden çıkaramıyorsunuz) "Pembe Panter" Peter Sellers değil. Diğer yan rollerde karşımıza çıkan " Gen. Turgidson" George C. Scott, "Gen. Jack Ripper" Sterling Hayden (uzun uzun konuştuğu alttan çekim bir sahne vardır ki filmin en güzel sahnesidir), hatta ve hatta bombacı uçağın pilotu "King Kong" Slim Pickens (Texas aksanıyla konuşuyor; Texas da yine savaş meraklısı Cumhuriyetçileri temsil eder, bkz: George W. Bush) bile Stanley Kubrick tarafından rollerine özenle seçilmiş. Onlar da şahane oynamışlardır. 

Peter George'un "Red Alert" romanından uyarlanan filmin senaryosunu da yönetmen Stanley Kubrick yazmış. Bütünlüğü hiç bozulmayan, ince ince giydirmelerle süslü muhteşem bir film. Bence Stanley Kubrick'in en iyi filmi. Savaşın eksik olmadığı şu günlerde izlenirse, birey üzerindeki etkisi çoğalabilir. 

2 Ocak 2009 Cuma

yılbaşı gecesi playstation, hadise ve king crimson

Yeniyıla kendi adıma sade bir giriş yaptım. Evde oturup, playstation oynadık. Çok nadir okusa da ısrarlı zorlamalarımla bloguma üye yapmayı başarabildiğim rohan'ı, NFS'de perişan etmekle meşguldüm. Nispeten dandik arabamla rekor üstüne rekor kırarken kardeşim rohan çaresiz, ağlamaklı gözlerle 37 ekran televizyonumuza sık sık bakakaldı (hahaha, işte bir blog sahibi olmanın avantajlarından biri de zamanı pardon gerçeği dilediğin gibi bükebilmek). 

Geçen sefer de yine yılbaşında benzer bir hezimeti awesome'a yaşatmıştım. Tekken'de aldığı seri tekmelerle başı dönen awesome, edebiyle yenilmeyi bilmediğinden, konsolu elinden fırlatıp "ben yatıyorum ulan" dedi ve yılbaşı gecesi erkenden yatağa yollandı. Saatler henüz 00:04'ü gösteriyordu ve kendisini yenilmez karakterim Hwoarang ile birlikte hediye paketi yapmıştım bile. Yılbaşı hediyesi.

İşte benim yılbaşılarım böyle. En heyecanlı aktivite yıllardır Victoria's Secret defilesi. Onu da artık içim kaldırmıyor. Bu sene Vicky'lerin yerine Hadise çıktı meydane. Şarkı bi halta benzemiyordu. Popüler kültür kek kalıbı içine serpiştirilmiş oryantalist kuruüzüm tadları ("düm tek tek"miş; hadi ordan, bayağı bildiğin ingilizce şarkı işte). Dünyamıza kattığı bir şey olmadığı gibi, hiç varolmasa daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Nitekim çok çabuk tüketilip, hemencecik unutulacaktır. Yeni işler böyle olmak zorunda artık; rafine ve çabuk tüketilebilir (bkz: "single"lar, eskiden koca koca albümler vardı). İşte tam da bu yüzden Eurovision'ın favorisiyiz arkadaş. Oyunu kuralıyla oynuyoruz. Cüretkar şuh kızımız Hadise sahnedeyken, kimse söze möze, melodiye falan bakmayacaktır.

Yine de ben, Eurovision için düşünülen diğer bir isim Hayko Cepkin'i tercih ederdim. Ermenistan adayı "System of a Down"a karşı, Türkiye'nin adayı Hayko harika olurdu. Müzikte ve daha birçok ince işlerde yetenekli Ermeniler iki kavgalı ülkeyi yakınlaştırırdı muhakkak.

Bu arada uzun süre "İngilizce söylemek mi, söylememek mi"yi tartışageldik, ama artık böyle şeyler konuşulmaz oldu. Kanıksandı, unutuldu gitti. Türkçe söylensin demiyorum ama garip değil mi? Ne kadar da unutkanız. Aptal gibiyiz. Serhoşuz ayol. Kavga, gürültü içinde yitiyor ömür. 

Her yıl bitişinde içimi garip bir hüzün kaplar genelde. Bizden eğlenmemiz beklenir ama ben oldum olası eğlenemem ki arkadaş. Koca bir yıl bitti, bunun neresi eğlenceli? Fakat 2008 için bir gram üzülmeyeceğim, bir damla gözyaşı dökmeyeceğim. Birçok kişisel haklı sebepten dolayı kendisini müsadenizle hayatımın en kötü yılı ilan ediyorum.

Playstation, karışık çerez, ruffles, tobleron, Hadise... İçki tüketimi ise sıfır. 31 Aralık gecesinin özeti bu. Yalnız çok önemli bir şey daha vardı. Tüm bunları yaparken kulağımda, üstad cherbe'nin tavsiyesiyle eşsiz King Crimson melodileri çınlıyordu: "...I am the driver of an underground train/ lonely life can't bother me, far away from wind and rain..." İşte benim yılbaşılarım. "Yalnız hayat bana komaz." İnşallah. 

Not: Filistinlilere yılbaşı hediyesi olarak bomba verildiğinden, bu konuyla ilgili birşeyler söylemek niyetiyle başladım ama ortaya bu çıktı. Şablon kafamda ama. Hem bu vesileyle size benden, yani "dr. strangelove"'dan bahsedeceğim.