19 Ocak 2011 Çarşamba

tarz meselesi: le samurai


Beyaz perdenin, Marcello Mastroianni ile birlikte en jön adamlarından Alain Delon’un fötr şapkasının altından, pardesüsünün üstünden donuk bakışlı mavi gözleriyle, soğukkanlı ve pervasız bir kiralık katil kılığında arz-ı endam ettiği Le Samurai (1967), sinemada “cool” (bu kelimeyi fazlasıyla kullanmak zorunda kalacağım için şimdiden mahcubum) ekolüne yön veren en önemli filmlerden biri belki de.  

Samurayın yalnızlığına yaptığı alıntının yer aldığı açılış sahnesiyle  ünlü olan Le Samurai, daha ilk karelerden mekânı çok iyi kullanmaya başlarken, Fransız filmlerine has o cazibe ile seyirciyi içine çekiyor. Bu cazibenin ne olduğunu anlatmak güç olsa da, denemekte fayda var. Özellikle 60’lar, 70’lerde çekilmiş herhangi bir Fransız filmini izlerken bu cazibeye kapılmak çok olağan olduğundan, tarifini yapabilmek bize yol gösterecektir.

Melville gibi dönemin Fransız yönetmenleri (belki de senaryodan çok) mekânın, Paris’in kullanımına özel bir önem veriyorlar- misal, daha eski bir yapım olan Jean-Luc Godard’ın “A Bout de Souffle”sini (yine “cool” bir gangster hikayesi ) de özel yapan, özgür dönemin özgür karakterleri ve basitçe Paris aslında. Jeff’in (Alain Delon) sabah sabah sigarasını tavana üfleyerek, kuş sesiyle uyandığı uzun açılış, sade olmakla birlikte ancak bir Fransız kiralık katilinin sahip olabileceği türden estetik, penceresine damlaları vuran odasını tanıtıyor. İşte bize filmden neler bekleyeceğimiz konusunda ipucu veren çok güzel bir açılış: Soyut denebilecek derecede stilize bir jön filmi.


Jön derken, öyle böyle değil. Gayet maço, gayet yakışıklı, gayet karizmatik. Az konuşan (kamera baştan itibaren ona odaklanmasına rağmen, ilk kelimesi onuncu dakikadaki belli belirsiz bir “oui” olur), şapka ve pardesüsüz dışarı çıkmayan, başa (cinayet nedeniyle tanıklık yapmak zorunda kalmak gibi) türlü belalar açmasına karşın en hoş Fransız kadınlarının dahi (mesela Jane karakterini oynayan eşi Nathalie Delon’un) vazgeçemediği bir adam Jeff.    

Hikaye adına ortada önemle bahsedilebilecek bir durum yok aslında. Dönüp baktığımızda özünde tıpkı türünün benzerlerinde olduğu gibi gerilimi, sürükleyicilik olarak kullanan ve izleyiciye aksettiren bir gangster-polis hikayesi. Öyle ki bu türden hikayelere dair (katilin cinayet mahalline dönmesi, iyi polis-kötü polis v.s. gibi) birçok klişe de kendini inkar etmemek ve dikkatli izleyiciyi tebessümle ödüllendirmek adına kasten kullanılmış. Bunun ötesinde benzerlerinden farklı olarak hoşuma giden şey, yavaş ve tutarlı ilerleyen bir tempoya sahip olması. Örneğin karakoldaki sorgulama sahnesi o kadar uzun ki, her ne kadar Jeff’in bu işten yakayı sıyıracağına peşinen inanmış olsak da bazen, “şimdi hapı yuttu herhalde” diye endişelenmeden edemiyoruz. Bu ağdalı akışın biçim olarak bir diğer güzelliği de izleyiciyi Jeff karakterine, onun nasıl konuştuğuna, nasıl baktığına, hareket ettiğine yönlendirmesi. Böylece filmin çatısını oluşturan jön karakterine, Alain Delon’a gereken ilgi gösterilmiş oluyor. Genellikle kovalamaca ve heyecan hissini vermek adına kullanılan hareketli kamera açılarına da pek tenezzül edilmemiş. Kovalamacanın yaşandığı Paris metrosunda ortam biraz hareketlenir gibi olsa da yine sabit açılar tercih edilmiş.


Paris demişken, şehir başrolde. Alain Delon’a kim eşlik ediyor sorusuna verilebilecek yanıt kesinlikle güzel Paris’tir- ki normal aslında çünkü samurayın, yalnız kurdun (“rouge wolf”) veya yalnız kovboyun yaveri içinde bulunduğu doğa/mekândır. Paris, yakışıklı Delon’un koluna giriyor. Onu, sokaklarında, gece klüplerinde, metrosunda alabildiğine gezdiriyor. Yazının girişinde değindiğim Fransız filmlerine özgü cazibe hissini tamamlayan güçlü öğe ise, buram buram nostalji duygusu. Nostalji öğesi, kendini sokaklarda iyice belli ediyor. Filmde Paris’i görüyoruz (ekranda ilk defa gördüğümüz bir yer değil), ama bugününü değil, 40-50 yıl önceki halini görüyoruz.  “Vay be Alain Delon da bu sokaklarda yürümüş; metronun kapısını  o da o garip kolu çevirerek açmış; Notre Dame’ın oraya da kamera koymuşlar utanmadan; herife bak arabanın içinden ahizeli telefonla konuşuyor; şu Citroen DS de ne kral arabaymış; mobilyalar, su şişeleri, kuş kafesi, Orangina reklamı da iyimiş... ”  Fransız yaşam tarzı (gustosu) ile buluşan bu nostalji hissidir bizi Fransızlarda cezbeden. Kim dünyanın en romantik şehrinde bir süre de olsa yaşamak istemez ki? Özellikle de 60’larda.

Le Samurai herkesin hoşlanabileceği türden bir klasik. Çok sevdiğim Jim Jarmusch’un, “Ghost Dog: The Way of Samurai” filmine (ve okuduğunuzda daha birçoklarına; izlerken benim aklımda yalnızca Ghost Dog ampulü yandı) esin veren Le Samurai, günümüz filmlerinde halen yarattığı alt metinlerle sinema diline ve sinemacılara ilham vermeyi sürdürüyor. Orijinal şehir samurayı Alain Delon’un hayranları özellikle kaçırmamalı- benzer şekilde erkekler, az görünse de Nathalie Delon’a konsantre olabilir.

6 Ocak 2011 Perşembe

"my reflection wraps and pulls me under"

Eski asi-yeni konformist çocuk Maynard James Keenan'ın (sesini en verimli kullanan yaratıcı rock vokallerden biridir muhtemelen, yeteneği kısıtlı olmasına rağmen iki efsanevi grup yarattı), Yeşilçam'dan esinlenerek şarkıyı "N'ayem, N'ayvil" şeklinde söylemesine dikkat!

Canlı APC dinleyememiş olarak ("APC-shy martyr") ölecek olmak hüzünlü.

Hastasıyım! Zoraki başyapıt.



"Heal me my dear Breña". Sondaki solo, onca sözden sonra sakin bir kabulleniş gibi sanki... Ya da teslim oluş.

Not: Önce tek şarkı koyacaktım (Breña), ancak daha sonra ufak çaplı bir liste yapayım dedim. Özellikle dikkat çekmek istediğim iki şarkı, bir rock şarkısından beklenmeyecek derecede harikulade ve sofistike bir düzenlemeye sahip, üçüncü göz için papatya falı niteliğindeki Third Eye (gelmiş geçmiş ve gelecek en sevdiğim/seveceğim parçalardandır) ve King Crimson'dan tesadüfen ilk kulağıma çalınan ve yaratıcı yorumuna (Breña'da ve Rose'da olduğu gibi) deli olduğum elmasların efendisi Doctor Diamond'dır. Grooveshark'a teşekkürler.