28 Mayıs 2009 Perşembe

"turnusol kağıdı nasıl bişey hocam?"

Gerçi güzel ülkemizde gündem çok çabuk eskiyor kuzum lâkin şu faşizm muhabbeti de Türkiye Cumhuriyeti siyasetini anlamaya çalışan zavallı beyinlerimiz için pek öğreticiydi. Başbakan ne demiş: "Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu... Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi." Ne diyeyim, "bravo" demekten başka. Cumhuriyet tarihi böyle "münferit" olaylarla dolu. Ermeni, Süryani, Yahudi mallarının yıllara yayılan sistematik yağmasından tutun da (geçenlerde Siirtli bir adam- Kürt- dedesinden kalan arsanın Süryani malı olduğunu öğrenmiş, vicdanına sığdıramamış ve arsanın gerçek sahiplerini yıllar sonra İsveç'de bularak iade etmiş), Varlık Vergisi ve 5-6 Eylül olaylarına kadar bir dolu şey var. Akıllara zarar bir Sevgi Erenerol kilisesi olayı var mesela. Neymiş, Atatürk'ün isteğiyle Türkiyeli Ortodokslar bile Fener'deki kiliseye gitmek yerine "milli" bir kiliseye devam etmeliymişler. Sonuç: Saçmasapan bir kadın ve onun komplo teorilerini uslu uslu dinleyen "saygıdeğer" generaller ve general olmayan diğer sert çocuklar (of of of, bu düşüncelerle askere gidersem n'olur hiç bilmiyorum (: ). Haa bir de kilisede elde var sıfır mürit. Tüm bu faşo tabloya darbeler sonrasında göç eden "etnik" insanları eklemiyorum bile.

Başbakan insanının bu çıkışı tutarlı mı orası başka tabi. Seçim ayları yaklaşırken Güneydoğuya inip "ya sev, ya terket" mealinde şeyler söyleyen de Erdoğan'dı. Birkaç ay sonra "azınlıklıkları kışkışladık, fena mı oldu?" diyen de onun sevgili bakanıydı ("nereye bakıyor bu adamlar?"). Buram buram popülizm... Geçen gün babam bir anısını anlattı. Bulgaristan'da yeşil sahalarda top koştururken babama rakipten bir hödük soruyor: "Çingene misin?" Babam da "gururla": "Hayır, Türk'üm." Cevap:" Türkiye'ye git o zaman." Vecdi Gönül zihniyeti işte n'aparsın. Her yerde aynı.

Başbakan "leb" dese muhalefet "lobi" dediğinden, bu sözüm ona itirafa tepki koymaktan da geri durmadılar. MHP Erdoğan'ı tarih bilmemekle suçlarken, CHP de "bir Başbakan kendi ülke tarihini suçlamaz" demiş. Pes, pes, pes...
Süper, süper, süper... Birisi ortanın solu, birisi Turancı. Nasıl oluyorsa yedikleri içtikleri yıllardır ayrı gitmiyor.

Fen kitaplarındaki turnusol kağıdının neye benzediğini oldum olası merak etmişimdir. Bazı kankilerimiz gibi (onlar kendilerini biliyor (:) taa Fen liselerine de gidemediğimden bu yaşıma kadar hiç turnusol kağıdı görmedim ("sen hiç turnusol kağıdı gördün mü anne?"). Gördüysem de hatırlamıyorum. Bu faşizm muhabbeti de Türk siyasetinin turnusol kağıdı gibi. Kim nedir, neyin nesidir, nerede durur, hayat görüşü nedir? Hepsi turnusol kağıdının marifetiyle anlaşılıyor. Kim kırmızı, kim mavi? Kim asidik, kim bazik? Gel vatandaş gel! Bu deney tüpünün içinde her şey var: Faşizm, popülizm, devleti koruma içgüdüsü (devleti korurken kendi sınıfını yâd etme içgüdüsü diyelim), sağın, solun, ortanın, egemen güçlerin birbirine karışması, sıfır hafıza ("Speak, Memory")... Bir tek asker eksik. O da müdahil olmak istiyorsa elini çabuk tutmalı. Ama onun da başında şimdilerde bir mayın belasıdır gidiyor. Vakti yok, n'apsın.

Tüm ülkeyi hava gibi sarmış olan bu aptallık durumu beni hüzünlendirse de çoğu zaman o kadar komik geliyor ki, bazen bir kara mizah filminin tam ortasında yaşadığımızı düşünüyorum. MTK Budapeşte maçında 2. golü yedikten sonra yedek kulübesinde oturduğu yerde alnına bir şaplak atan Rıdvan gibi, şakağıma tokatı yapıştırıyorum. Ve anlıyorum ki gerçekmiş.

Küçükken, annemin babamın ablamın, dahası toptan bütün insanların bana oyun oynadıklarını, bir zaman gelip yüzlerindeki maskeleri çıkarıp "oyun bitti artık" diyeceklerini ve tiyatro sahnesinin perdesini indireceklerini düşünürdüm. Bu çocukça düşünceyi halen gazete okurken, haber dinlerken sık sık hatırlıyorum. Ha-tır-la-tı-yor-lar. İşler gerçek olamayacak kadar komik, ama sanal olamayacak kadar da acı. Tam bir "black humor" anlayacağın. Ankara'dan piyasaya sürülerek tüm ülke sinemalarında kapalı gişe oynuyor.

27 Mayıs 2009 Çarşamba

araf'ta aşk başkadır

Pek bilinmeyen ya da Türkiye'de gösterime girmeyen ama DVD piyasasından rahatlıkla temin edilebilecek olan iyi filmleri takip etmek ayrı bir zevk oldu. Genelde bağımsız filmler kategorisine düşen bu yapımlara, DVD reyonunda güzel ve şanlı bir filmi hararetle bulmaya çalışırken gözünüz takılabilir. Bir takılır, iki takılır. Üç derken, DVD kapağından size gülümseyen figüre aşina olmuşsunuzdur. Ertesi sefer şansınız yok, alıverirsiniz. İşte uzun süredir gözüme ilişen, aklıma düşen "Bilekkesenler: Bir Aşk Hikayesi"ni sonunda izleyebildim.

Hırvat yönetmen Goran Dukic'in ( muhtemelen- kısa özgeçmişindeki diğer filmleri görmedim) en önemli filmi olan "Bilekkesenler"(Wristcutters), "Kneller’s Happy Campers" isimli bir kısa öyküden uyarlanmış. İntihar edenler için öteki tarafta ayrı bir mekan olsa acaba nasıl olurdu? Harika bir fikir! Mutsuz aşıklar, kaderinde intihar olanlar (genlerinde yazılı çünkü- bkz. bir çağrışım: Ernest Hemingway), memleket hasreti çekenler, yanlışlıkla ölenler, Arap intihar bombacıları... Hepsi bir yerde, hepsi bir çöplükte. Burası bir tür Araf. Mutsuz aşıklar safında yer alan Zia (Patrick Fugit), eski sevgilisi Desiree'nin (Leslie Bibb) yokluğuna dayanamayıp canına kıymıştır. Lakin, öteki tarafta da mutluluğu yakalamaz (nasıl yakalayacaksa?). Günlerden bir gün her zamanki gibi barda depresif takılıp birasını içerken tesadüf eseri "avlanmakta" olan Eugene (Shea Whigham) ile tanışır. Katıksız bir Rus olan Eugene ile bir yol macerasına atılırlar ve yanlışlıkla ölen (dikkat: güzeller güzeli) Mikal (Shannyn Sossamon) ile tanışırlar.

İntihar edenlerin hapishanesi konumundaki mekanın anlatımını güçlendirmek için filmin renkleriyle oynanmış (soluklaştırılmış), insanlar gülmekten mahrum edilmiş, önemsiz mucizeler düşünülmüş, yol kenarlarına terk edilmiş nesneler serpiştirilmiş, metruk bir eski lunapark bulunmuş ve Kneller'ın şu ünlü kampı da oraya kurulmuş (bu arada Kneller rolünde bağımsızların gönül babası Tom Waits var). Bu açıkhava dekorasyonu, solgun renkler ile birleşince başarılı bir Araf atmosferi oluşturulmuş. Filmin yine Tom Waits imzalı müzikleri de gayet başarılı. Fakat, filmin akışı ve karakterler konusunda bazı sorunlar olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

Amerikan bağımsızlarını genel olarak seviyorum. Jim Jarmusch'un hastasıyım. Tarantino'nun zıvanadan çıkmadığı günler heyhat ne güzel günlermiş. Lakin, her Amerikan bağımsızının bu özgün adamlara öykünüp her filmi, bir yol hikayesi formülüne şartlaması olacak iş değil. Fikir olarak bu film gerçekten harika başlıyor. Tom Waits'in buğulu müziği eşliğinde melankolik metronomlar hesabı ne güzel tın tın sallanıp gidiyoruz. Soluk renkli bir depresif dünya kurgusu da gayet hoş bir bütünlük katmış. Zia, Eugene'in geyiklerine katlanıp Desiree'yi özlüyor vs. Derken filmin akışına hiç uymayan bir şekilde aniden yolculuğa çıkılıyor. Sonra da gelsin hareketli müzikler eşliğinde araba sekansları, birbirine hemencecik ısınmış sunî kafadarlar, "heeey bakın Amerika ne kadar da büyük, gez gez bitmiyor mübarek" güzellemeleri. Bunlara hiç hacet yoktu. Filmi izledikten sonra bu kopukluğun nedenleri üzerine düşünürken çıkarılmış sahneler imdadıma yetişti. Karakter olarak Eugene, başroldeki Zia'nın önüne geçmesin diye olsa gerek Araf'taki ilk günler oldukça kırpılmış. Bu da ritim bozukluğu yaratıyor. Yakalanılan güzel fikrin daha çok işlenmesiyle çok daha güzel bir film olabilecekken "Bilekkesenler", bütünlüğü sağlayamadığından biraz güdük kalıyor.

Kurgudaki acımasızlıklardan Zia gibi "hassas" bir çocuk bile şıpsevdi konumuna düşmüş. Mikal'i gören Zia, (tamam haksız da değil ama) Desiree'sini unutuveriyor. Halbuki Zia onu o kadar özlüyordu ki, bir kez intihar etmek bile kesmemişti. Araf'ta Zia'yı bir daha intihar etmekten alıkoyan tek şey, bu sıkıcı yerden daha sıkıcı bir yere düşme ihtimalinden korkmasıydı. Desiree'ye bu kadar karasevdalı olan Zia onu gördüğünde daha duygusal davranabilirdi. Temel olarak Zia karakterinde bir sorun var. İzlerken Rus olduğundan bir gıdım bile şüphe etmediğim Eugene'e hayat veren Floridalı Shea Whigham'ın kalburüstü performansı da Zia karakterindeki sorunu belirginleştiriyor.

DVD'yi edindikten sonra içerisindeki ekstralar kısmında öykünün uyarlanışı, tüm bağımsızlarda en büyük dert olan para bulma sıkıntısı, çıkarılmış sahneler ve "storyboard" gibi detayları bulabilirsiniz. Özellikle "storyboard" eklentisi bir sinema dersi niteliğinde. Bir filmin kağıttan görüntüye akış serüvenini merak edenler için, ilgili "storyboard" filmden seçilmiş uzun bir sekansın üstüne bindirilmiş. Çok da güzel olmuş.

Bir dolu faydalı ekstra ile yüklü olan "Bilekkesenler" DVD'si şu sıralar yalnızca 4,99. Eğlenceli bir film. Tavsiye olunur.

7 Mayıs 2009 Perşembe

hak eden mi kazandı?

Messi'yi dünya sahnesine çıkaran, Ronaldinho'nun "pis burun" golüyle biz futbolseverleri kantinde çığlık attıracak kadar heyecanladıran 2006 yılındaki muhteşem seriden sonra, yeni Barça-Chelsea eşleşmesinin de benzer bir heyecan dalgası yaratacağını umuyordum. Tam olarak beklediğim gibi olmadı. Fakat tümüyle sönük geçtiğini söylemek doğru değil. 180 dakikaya eşit dağılması umut edilen coşku, ikinci maçın uzatmalardaki son üç dakikasına sığdırılmış gibiydi.

Umutların tükendiği, 10 kişi kalmış Barcelona'ya karşı Chelsea'nin ceza sahası içerisinden başlatarak kurduğu sath-ı müdafaanın aşılamaz göründüğü uzatma dakikalarında, Iniesta'nın kaleyi tutan tek şutu gol oluverdi. Gol sevinciyle saha kenarından depara kalkan Guardiola'yı sevinç sarhoşluğundan uyandıran öğrencisi Sylvinho oldu. Guardiola'yı kolundan yakalayıp, zaman kazanmak ve Abidal'in boşluğunu kapatmak adına kendisini oyuna alması için ısrar eden Sylvinho'nun kulübüne adanmışlığını ve profesyonelliğini izlemek ayrıcalıklı bir deneyimdi. Oyuncu değişikliklerinden sonra dâhi Chelsea, gol atma fırsatlarını yakalamayı başardı. Petr Cech'in ileriye çıktığı son korner atışında, seken topa vuran Ballack'ın topu, ceza sahasının içinde Toure'nin eliyle buluştu. Öfkeyle hakeme koşan Ballack'ın, Ovrebo'yu ayağının altına almamak için kendini güçlükle kontrol edişini izledik. Haksız da sayılmazdı.

Dikkat: Tüm bu anlatılanlar üç dakika içerisinde yaşandı. O yüzden karşılaşmaya damga vuran bu son üç dakika, iki maçta da bünyelerde sıkıntıdan mütevellit baş ağrılarını gideren bir adrenalin hapı işlevi gördü. Peki dün akşam geriye kalan 90 dakikada neler oldu? Gerek ilk maçta olsun, gerekse dün akşam olsun Chelsea, savunmada kalarak tur vizesini almaya çalıştı. Nitekim turu geçemese de, Barcelona'nın rüzgarını kesmekte başarılı oldu. La Liga'da rakip ağlara ortalama olarak her maç 3'ün üzerinde gol atmayı başaran Barcelona, Chelsea'ye iki maçta yalnızca 1 tane atabildi. İkili mücadelelerin hemen hemen hepsinden galip çıkan Chelsea'li oyuncular (androidler), daha dört gün önce Real'i aşağılayan altın çocuklara her seferinde yeri öptürmeyi başardı. Öyle ki, Lampard ile, Ballack ile, Essien ile omuz omuza topa girme gafletinde bulunan Barcelonalılar kağıt gibi ezildiler. Bu minvalde başlayan ve süregiden maçın başında tipik bir Chelsea (şans değil alınteri; ama sinir bozucu hakikaten) golü ile öne geçen Maviler, safları daha da sıklaştırdı. 10. dakikadan itibaren İspanyolların çaresiz çırpınışlarını izledik. Öyle ki, sonlara doğru Guardiola'nın Guus Hiddink'e sarıldığı sahne çaresizliğin ve verilen iddialı demeçlerden ötürü bir utanmanın fotoğrafıydı. Bir gece önce Manchester United'ın yaptığı gibi Chelsea, kontra ataklarla farkı artırabilir; "muhteşem" Barcelona'yı çok feci üzebilirdi. Ama maçın kırılma anı, belki de Abidal'in gördüğü kırmızı karttı. Rakibin bu eksikliği, 66. dakikaya kadar müthiş bir konsantrasyon ile oynayan Chelsea'ye bir rehavet vermiş olabilir mi? Kesinlikle. Özellikle Drogba ile yakaladıkları fırsatları gole çeviremediler ve bu rehaveti çok ağır bir bedel ile ödediler.

Norveçli hakem Ovrebo'nun katkısı da yadsınamaz doğrusu. Muhtelif pozisyonlarda voleybol oynayan Barcelonalıları (Pique maçtan sonra itiraf etmiş) tek bir penaltı ile bile cezalandırmaması gerçekten hayret verici. Belki de gönlü kaymıştır.

Peki turu kim hak etti? Sevgili Ercan Taner ve birçok futbolsevere göre tüm sezondaki performansa bakıldığında turu Barcelona'nın geçmesi gerektiğinde bir fikir birliği var. Lâkin (her ne kadar oldum olası hazzetmesem de) Chelsea'nin hakkının yenmesi hoşuma gitmiyor. Rakiplerine her hafta iki ters, bir düz yapan Barcelona'yı iki maçta da durduran; onları Joga Bonito yapmaktan alıkoymakla kalmayıp, özellikle ikili mücadelerde ve hava toplarında üzerlerinden çiğneyerek geçen Chelsea'nin gösterdiği (can sıkıcı da olsa etkili) performansla bu turu hak ettiğini düşünüyorum. Tabî, köşe bayraklarına gidip zaman geçirmek yerine, gol atmaya çalışmanın çoğu zaman daha iyi bir seçenek olduğunu artık öğrenmişlerdir.

Chelsea için Şampiyonlar Ligi'ni kazanmak bir ütopyaya, bir fetişe dönüşmeye başladı. Her sene tekrarlanan hüsranlarla kupa onlardan git gide daha çok uzaklaşıyor.

3 Mayıs 2009 Pazar

aşağılamak


Barcelona'nın dün gece Real Madrid'e yaptığının ingiliz jargonunda bir adı var: "Humiliation." Yani kaba bir çeviriyle "aşağılama." Küçük düşürmek, gururuyla oynamak, onur kırmak, yüzüne tükürmek, yanağından makas almak, hatta yanağından makas almakla kalmamak... Ne dersek diyelim dün akşam Barnebau'da bir futbol maçından öte bir şey vardı. Sanki Real Madrid, küçükken bizim mahallede büyüklere karşı oynadığımız zamanlardaki kadar çaresizdi. O "küçük" olma duygusu öyle ağır bir duygudur ki, hiç büyüyemeyecek, şimdinin büyüklerine haddini hiçbir zaman bildiremeyecekmişsiniz gibi gelir. İşte o tür bir acizlik duygusu içerisindeydi Franco'nun takımı (Iniesta'nın ikinci yarıda Gago'ya attığı bir çalımdan sonra, Gago'nun oyunu bırakmak ister gibi yaptığı jestleri hatırlayalım). Büyük Franco'nun kemikleri sızlamış olabilir. Oh olsun...

Real Madrid'i bir kenara bırakıp Barcelona'ya dönmeliyiz. Zira asıl cevherler orada. Oynadıkları sistemden bahsetmeden evvel, kurdukları takımın oyuncu yapısını analiz etmekte fayda var. 2006 yılında onları hem Avrupa'da, hem de ligde zirveye taşıyan Ronaldinho gibi problemli bir isimden (dikkat yine bir Brezilyalı, tesadüf olamaz) kurtulma yolunu seçtiler. Bu hamle ile bir taşla üç kuş vurdular. Böylece hem piyasası düşmeye yüz tutmuş Ronaldinho'dan iyi bir gelir elde ettiler, hem takımdaki sorunlu dokuları temizlediler, hem de altyapıdan gelen (Bojan gibi) yetenekli gençlerin önünü açtılar. Gönderilen bir diğer isim de gerek oyun stiliyle, gerekse tipiyle Ronaldinho'ya çok benzeyen Giovanni dos Santos idi. Eto'o da gönderilmesi düşünülen isimlerden biriydi. Fakat Barcelona ona bir şans daha vermeyi seçti. Şimdiye dek ligde attığı 23 golü düşününce, bunun ne kadar doğru bir karar olduğunu anlıyoruz. Başarısız geçen bir sezonun ardından Barcelona'nın Rijkaard ile yollarını ayırmasından sonra altyapı sorumlusu Guardiola'yı göreve getirmesi, takımın geleceğinin altyapıda aranmasının kararlaştırılmış olduğunu kanıtlıyor. Nitekim Guardiola'nın gelişinden sonra Bojan Krkic, Sergio Busquets, Caceres gibi genç isimler daha çok oynama fırsatını buldular (ligimizdeki büyüklerin aksine!).

Dün gece Real Madrid'i perişan eden çekirdek kadronun küçük yaşlardan itibaren Barcelona için ter döken isimler olması dikkat çekici. Xavi, Iniesta, Puyol, Messi ve hatta (Manchester United'a gitmeden önce Barcelona'nın genç takımlarında serpilen) Gerard Pique'nin ortak özellikleri altyapıdan gelmiş olmaları. Barcelona'nın, oldum olası vasat bir kaleci olan Victor Valdez'i takımda tutma isteği kendi yetiştirdiği bir isim olması ile ilgili mi acaba? Ben böyle olduğuna inanıyorum. Victor Valdez örneğini de işin içine katınca, Barça'nın başarıya giden yolda altyapıya dayalı bir futbol modelini uygulamaya koyduğu sonucu çıkıyor.

Barcelona gibi istediği her futbolcuyu transfer edebilecek bir takımın, böylesi "riskli" ve sabır isteyen bir modele yönelmiş olması gerçekten de çok ironik. Madrid'liler yeni bir Los Galacticos için hazırlanıyorken, Katalanlar futbolun içine ruh katıp kulüp için simge isimler yetiştirmek peşindeler. Xavi, Iniesta ve Puyol'un Barcelona için transfer düşünmeksizin yıllardır oynamaları (transfer piyasasında adları dahi anılmıyor), Messi'nin daha geçen günlerde uzun yıllar Barcelona için oynayacağını beyan etmesi Barcelona ülküsünün, futbolcular tarafından da benimsendiğini gösteriyor. Bu türden yüksek karakterli oyuncuların bol pas yapan etkili bir sistemle birleşmesi, dün gece tüm şiddetiyle tezahür eden "ütopik" futbolu yaratıyor. Adeta bir uzay takımı...

"Parayla saadet olmaz" derler. Bu sözün ne kadar doğru, ne kadar yanlış olduğunu önümüzdeki sezonlarda daha berrâk bir biçimde göreceğiz sanki. Allah ligimizin büyüklerine akıl, ihsan eylesin. Âmin.