23 Şubat 2009 Pazartesi

stanley

Ona Stanley demek hoşuma gidiyor. Yaramaz bir çocuk ismi gibi. Sinemaya olan tutkusu çocuksu bir merakı andırıyor. Belgesel çekiyor, savaş filmleri yapıyor, bilimkurgu çekiyor, gerilim filmi çekiyor, karamizahın daniskasını yapıyor. Evin bütün dolaplarına girip, annesinin ondan sakladığı bütün şekerleri bulmak istiyor. Altından girip, üstünden çıkıyor. Ebeveynlerinin korkulu rüyası şekerleme canavarı bir kerata. Bana Vladimir Nabokov'u çağrıştırıyor. Ah kelebek peşinde dağ bayır koşan büyük küçük Vladimir! Stanley de onun gibi hep iyi hikayeler peşinde koştu. İşte bu şimdi yaşasaydı 80 yaşında olacak olan çocuk, ölümünün 10. yılında tüm sinemaseverlerce sevgiyle anılıyor (www.bakiniz.com için özel bir sayı yaptık; bu yazı ve daha fazlası oradan da okunabilir).

Güzel insan Stanley Kubrick, Temmuz 1928'de orta sınıf bir Bronx (New York) ailesinde dünyaya geldi. Doktor babasından bir hediye olarak edindiği fotoğraf makinası ile fotoğrafçılığa adımını attı. Bu tür sorunlu tiplerde sık sık gördüğümüz üzere öğrencilik hayatında başarısızdı. Lisede birkaç önemli dersten çakmasından ötürü üniversiteye gidemedi. Yıllar sonra şöyle diyecekti: "Bence okullarda yapılan en büyük yanlış, çocukları korkuyla motive ederek birşey öğretmeye çalışmaktır. Not alma korkusu, sınıfta kalma korkusu gibi. Bir konuya ilgi duyarak öğrenmek ile, korku ile bir şeyi öğrenmek arasında nükleer bir patlama ile bir kıvılcım kadar fark vardır." Bu ifadesi bana hep Pink Floyd'un meşhur şarkısını ve klibini hatırlatır: "We don't need no education, we don't need no thought control." Okul ile ilgili samimi ve bir o kadar da aykırı düşüncelerininin sebebini şu güçlü ifadeyi okuyarak kavrayabiliriz: "Okulda bulunduğum süre boyunca hiçbir şey öğrenmedim ve 19 yaşıma kadar kendi isteğimle bir kitap okumadım."

Yeniyetme Stanley, fotoğraflarından birini görüp satın alan Look dergisi tarafından 16 yaşındayken fotoğrafçı olarak işe alındı. 21 yaşına kadar bu dergide çalıştı. O dönemler kendisini "turistler ile karıştırılmamak için fotoğraf makinasını kese kağıdında taşıyan sıska ve salaş bir çocuk" olarak tanımlar. Anlaşılan bu iş Kubrick'in sinemanın fotografik bileşenleri konusunda birşeyler öğrenmesi için güzel bir fırsat yaratmış. Bu fotoğraftan gelme/ çekirdekten yetişme hikayesini de keza birçok önemli yönetmende görüyoruz. Fotoğraftan gelme yönetmenlerin en iyisi ise bizdedir. Tabi ki Nuri Bilge Ceylan (yani Sean Penn'in ürkek telaffuzuyla Nori Bill Seylan).

Stanley Kubrick'in kafasında bir film çekme fikri, The March of Time isimli dönemin ünlü belgesel dizisinde "office boy" olarak çalışan eski bir lise arkadaşından (Alex Silger), tek bir belgesel bölümü çekebilmek için 40.000 $ harcandığını öğrendiğinde belirmiş. Kendi hesaplarını yapmış ve aynı işi 1.500 $ ile yapabileceğine kanaat getirmiş. 1950'de henüz 21 yaşındayken, Look dergisinden aldığı maaştan biriktirdiği 3.800 doları kullanarak ve kamera kiraladığı mağazanın görevlisinden kamerayı nasıl kullanacağını öğrenerek Day of the Fight kısa filmini çekti. Day of the Fight, Walter Cartier adındaki bir ödül boksörünün hikayesini anlatan, fotografik estetiğiyle göze çarpan, izlemesi kolay bir belgeseldi: "İlk birkaç filmim kötü olmasına rağmen fotoğrafları güzeldi ve bu da insanları etkiledi."

Bu ilk denemeden sonra The Flying Padre isimli bir rahibin uçak yolculuğunu anlatan yine bir kısa belgesel yaptı.Filmi yine cüzî miktarlara mal edip, cüzî bir fiyata sattı. Her iki filmde de Kubrick herşeyi kendisi yaptı (senarist, yönetmen, kameraman, sesçi ve kurgucu). Film yapmak üzerine elde ettiği deneyimler ve iki küçük başarısından sonra Look dergisindeki işinden ayrılarak kendini tamamen sinemaya verdi. Sonrasında şair arkadaşı Howard Sackler'ı dramatik bir senaryo yazmaya ikna ederek Fear and Desire için para bulmaya girişti. Bu ilk filmleri bile youtube, metacafe gibi video paylaşım sitelerinden rahatça izlenebiliyor. Pardon, rahatça mı dedim? Dünya sansür liderliğini Çin'den kapmaya uğraştığımızı bir an için unutmuşum.

İlk yıllarında Kubrick'in sinema hakkında bildiği şeyler fotografik görsellik ve Pudovkin'in "Film Tekniği" ile sınırlı imiş. Peki Pudovkin kimdir? Vsevolod Pudovkin (Rus isimlerini seviyorum), "Kuleşov Efekti" (bu efektin ünlü bir deneyi vardır; film yapmak ile ilgilenenler mutlaka görmeli!) olarak bilinen sinemaya özgü etkinin kâşifi Lev Kuleşov isimli Sovyet sinemacının öğrencisidir (sinema tarihinin ilk yıllarında Sovyetler çok önemli bir yer tutar). Temel olarak nasıl bir ressamın malzemesi boyalar ise ve nasıl bu boyaların karıştırılmasıyla ortaya bir sanat eseri çıkıyorsa, sinemanın malzemesinin de film olduğunu ama bu çekilen filmlerin ancak kurgulanmasıyla (montaj) malzemenin nihaî bir sanat eserine dönüştüğünü savunurlar. Yıllar sonra dahi Stanley Kubrick, Pudovkin'in "film sanatının temeli kurgudur" tezinin sıkı bir savunucusu olduğunu şu cümleler ile dile getirmiştir: "Basit bir aksiyonu, örneğin bir adamın buğday kesişini kısa bir süre içinde birkaç noktadan göstermek sinema dışında mümkün değildir; işte bütün mesele bununla ilgilidir."

Kubrick, Pudovkin'in plastik materyalin manipülasyonu sinema sanatının temelidir fikri üzerinde durdu. Kariyerinin başlangıcında Eisenstein (Rus kurgu ve devrim sinemasının en önemli yönetmenlerinden) okumuştur ama onu çok fazla anlamadığını itiraf etmiştir. Kubrick'in Eisenstein filmleri hakkında sevdiği şeyler, filmin kurgulanma tarzı ve çekimlerin görsel kompozisyonu ile sınırlı kalmış. İçerik olarak Eisenstein filmlerini "aptalca, oyuncularını donuk ve operaya yakın" olarak nitelemekte.

Kendi filmlerini yapmaya başlamadan çok önce de Kubrick sinema ile çok yakından ilgileniyordu. 19 yaşından itibaren filmlere olan bağlılığı takıntılı bir hal alıyor. Hafta içi her gün Modern Sanat Müzesi'nde eski filmleri, haftasonu da yeni çıkanları izlemek üzere sinema koltuğuna kuruldu. Kubrick, kaçırdığı filmleri izleyebilmek için Staten Adası'na yaptığı feribot yolculuklarının ve Modern Sanat Müzesi'nde geçirdiği uzun saatlerin alabileceği en iyi yönetmenlik eğitimi olduğunu söylemiştir. Dikkat: O pörtlek gözleri o ara edinmiş olabilir! Filmlere tüm dikkatini vermek onun için çok kıymetliymiş. Zayıf filmlerin bile bir işlevi var: "' Bir film yapmak konusunda hiçbir şey bilmesem de bundan daha kötüsünü yapamam herhalde' diyerek dandik filmleri izlemeye devam ediyordum" ('dandik' kelimesi ing. 'lousy' kelimesinden çeviridir).

Aslında Kubrick'in "takıntı edinme takıntısı" kariyerinde mühim bir yere sahip. Onu tanıyanların hep bahsettiği bir özelliğidir bu. Hep en iyiyi yapmak üzere şartlanmıştır. Bunun için de filmlerindeki tüm kontrolün kendi elinde olmasını ister. Otomatik Portakal (1972)'daki tüm renkli pop art mizansenin seçilmesine dahil olduğu, hatta mutfak sahnelerinde görünen kalebodurları bile kendisinin seçtiği söylenir. Spartacus (1960) filminde yapımcıların montaja müdahaleleri, yıldızların kaprisleri ve itiş kakışları onu bir daha yapımcıların kontrolündeki klasik Hollywood tarzı stüdyo filmler yapmamaya yöneltmiştir. 1961 yılında One-Eyed Jacks isimli Western filmini çekerken Marlon Brando ile oyuncu seçimi konusunda kavga ederek filmi yarıda bırakmış; bunun üzerine yönetmen koltuğuna geçen Marlon Brando filmi tamamlamıştır.

Stanley Kubrick'in bir film oluştururkenki ruh halini anlamak için halen hayatta olan eşi Christiane'nin (dikkat: Paths of Glory'nin setinde tanışmışlar) geçen yaz verdiği bir ropörtajdan faydalanabiliriz: "Kubrick çalışmayı severdi ve Pazar günleri dahil tatil yapmak için zamanı yoktu. Eğer bir film yapıyorsa, çalışmanın durmasını asla istemezdi. Yapacağı film ile ilgili önemli kişilerle akşam yemekleri düzenlerdi. Böylece yemekte bile çalışması sürerdi." Aynı röportajda Christiane, eşinin bir "kontrol manyağı" (control freak) olarak nitelenmesine üzüldüğünü ve durumun aslında böyle olmadığını söyler: "Gerçek şu ki, yaptığı her şeyi kendini vererek yapardı. Benimle ve çocuklarıyla ilgilenirken de işindeki gibiydi.... Şöyle derdi: 'Bir şeye önem verirsin, ya da vermezsin.' Eğer bir şeye önem veriyorsa, onu en iyi şekilde yapardı." Duruma böyle bakınca o, bir manyak olarak değil, tersine konsantrasyonu yüksek zeki bir insan olarak karşımıza çıkıyor. Hani şu etrafımızda da varolan, bir iş yaparken soru sorulduğunda cevap vermeyen türden insanlardan. Ama Christiane yine bunun o tür birşey olmadığını söylüyor: "Dikkatini herhangi bir şeye yöneltebilir, sonra hemen dönüp senaryo hakkında konuşmaya devam edebilirdi...Bana sanki bir radarmış gibi gelirdi; ne gelirse gelsin başa çıkıyordu. Çoğu insanın daha küçük bir radarı ve daha düşük seviyede bir merakı vardır." Yaptığı işe herşeyini verip, o uğraşta dünyanın bir numarası olmayı kim istemez ki? Tabi ki 1 numaradır demiyorum. Ama filmlerini bu düşünceyle yapan Stanley Kubrick'in yeri sinema tarihinin çok yukarılarındadır.

Filmlerinde kullanmayı sevdiği estetik öğelere bir göz atmakta fayda var. Max Ophuls'un (Le Plaisir, Madame De... gibi filmlerin sahibi ünlü erken dönem Alman sinemacı) akışkan kamera tekniği Kubrick'i büyülemiştir. 2001: A Space Odyssey(1968), The Shining(1980) gibi son dönem çalışmalarında kamera sürekli hareket halindedir. Seyircinin hareket eden aktörle birlikte mekânda rahatça gezinmesini sağlar. Jim Jarmusch'un (konumuzla alakasız bağımsız yönetmen) hiç sevmediği bir şekilde kamera da bir aktöre dönüşür. Kubrick, steadycam'in icadıyla birlikte bu akışkan tekniği en iyi kullanan yönetmenler arasındadır (bkz: The Shining'de çocuğun hotelin içinde bisikletiyle gezdiği sahneler). Hareket eden kameranın başarılı kullanımı, özellikle Paul Thomas Anderson (bkz: The Boogie Nights, Magnolia, There Will be Blood) gibi günümüzün başarılı yönetmenlerine de esin kaynağı olmuştur.

Oyuncu yönetimi hususunda Stanley Kubrick, Stanislavski ve Nikolai Gorchakoz'un yapıtlarını okumuş. İlk filmlerindeki (Fear and Desire ve Killer's Kiss) oyunculukları beğenmemiş ama bu filmlerden, sonrası için çok şey öğrendiğini söylemiştir. Herşeyde olduğu gibi oyunculuklar konusunda da titizdir. 2001:A Space Odyssey filminin insanlı çekimlerini 6 ayda, görsel efektlerini ise tam 18 ayda tamamlamıştır. The Shining'i çekerken, psikopat Jack Nicholson'un karısını oynayan Shelly Duvall'ı canından bezdirdiği muhakkak. Zira çılgın yönetmen, sette herkesin içinde kendisine alenen saydırmakla kalmamış; Duvall'ın bulunduğu ünlü beyzbol sopası sahnesini 127 (!) defa tekrarlatarak diyaloglu bir sahneyi en çok tekrar etme alanında dünya rekorunu kırmış. Tebrikler!.. Kubrick her ne yapsa bu kadar başarılı olunca, "garibim" Shelly ne yapsın? "Diğer yönetmenlerle çalışırken öğrendiklerimin çok daha fazlasını Kubrick'ten öğrendim" demiş. Lakin içinden acı acı sövdüğüne eminim.

Hikaye anlatımına baktığımızda, Stanley'nin edebiyat eserlerinden uyarlama yapmayı sevdiği görülür. Yürütücü yapımcısı (executive producer) ve kayınbiraderi Jan Harlan'a göre, Kubrick'in bir film yapması için hikayeye aşık olması gerekir. "Soğuk Savaş" dönemi onu gerçekten derinden etkilemiştir. Nükleer savaşa ilişkin 70'e yakın kitap okuduktan sonra (19 yaşına kadar isteyerek tek bir kitap bile okumayan biri için hiç de fena değil), Peter George'un Red Alert romanında geçen Amerikalıların kendi uçaklarının vurulması için Ruslara tavsiyede bulunması hikayesini çok trajik ve bir o kadar da komik bulan Stanley, Dr.Strangelove'ı (1964) bir karamizah şaheserine çevirmeye karar verir. Hikayenin orijinaline sadık kalmak gibi bir derdi pek yoktur. Nitekim, Otomatik Portakal'ı gören Anthony Burgess ve The Shining'i izleyen Stephen King filmleri beğenmemiştir.

Kubrick'e göre, gerçek karakterleri ve iyi bir hayat görüşü olan gerçek bir filmi başarılı bir şekilde bitirmek güçtür. Birçok film sonunu yanlış bulur ve seyircinin mutsuz sonların yapaylığını kolayca sezebildiğine inanır. Buna karşın eğer bir karakter filmin sonunda başarılı olursa Kubrick, bu tip bir sonun doğasında bir eksiklik olduğuna inanır. Çünkü bu aslında yeni bir hikayenin başlangıcıdır. Stanley Kubrick, John Ford'un durağan sonlarından çok hoşlandığını söyler: "durağanlık üzerine durağanlık; sanki sende hayatı görüyormuşsun gibi bir his uyandırır ve sen bu şeyi kabul edersin."

Karakterlerin gelişimi meselesine geldiğimizde, Kubrick'in Freudyen toeriden ve romantizmden uzak durduğu görülür: "Eğer bir adam iyiyse, ne zamanlar kötü olduğunu bilmek ve bunu göstermek; eğer bir adam güçlüyse hangi anlarda zayıf olduğuna karar vermek ve bunu göstermek çok önemlidir. Ve ben bir karakterin nasıl böyle olduğunu ya da yaptığı şeyi neden yaptığını açıklamaya asla kalkışılmaması gerektiğine inanıyorum."

Stanley'nin yaptığı filmlerin tür olarak farklılıkları dikkat çeker. Marlon Brando ile takışmayıp One-Eyed Jacks filmini de çekseydi western, kısa belgesel, kısa film, dram, bilimkurgu, gerilim, karamizah gibi belli başlı tüm örneklerde eser vermiş olacaktı. Hepsi de türlerinin ya en iyilerinden, ya da tartışmasız en iyisidir. Bir gün üniversitede bilgisayarla alakalı, sinemayla çok alakasız bir dersteyken, tahminimce 50'lerinin sonundaki hocamızın artık laf nereden açıldıysa "çocuklar dünyanın en iyi bilimkurgu filmi hangisidir biliyor musunuz?" diye sorduktan sonra cevap beklemeden soruyu kendisinin yanıtladığını hiç unutamıyorum: "2001: Bir Uzay Macerası." Üstelik bir de tüyo vermişti saygıdeğer hocamız. Filmdeki ruh hastası bilgisayar HAL'in neye referans olduğuyla ilgili. "H+1,A+1,L+1=IBM". Bunu düşünmek kimin marifetidir bilemiyorum (kitabın yazarının mı, yönetmenin mi?) ama buradan Stanley'in sinemayla doğrudan alakalı olmayan bir sürü insanı da etkileyebildiği gibi bir sonuca varıyorum.

Uzay Macerası'ndan arta kalan görüntü mirasının onca yüksek teknolojiye rağmen günümüzde halen olağanüstü kalabilmesi, Barry Lyndon(1972)'da karşımıza çıkan Rembrandt misali sadece mum ışığıyla aydınlanan (fotoğrafla ya da film yapmakla ilgilenenler bunu yapmanın neredeyse imkansız olduğunu bilirler; neredeyse!) yumuşak tablovâri görüntülerin elde edilmesinde NASA teknolojisinin kullanılması, The Shining'de kullanılan steadycam ile çığır açılması gibi şeyler Stanley Kubrick'in hayal gücünden doğan, titizliğiyle yoğrularak beğenimize sunulan sinema tekniği alanındaki önemli gelişmelerdendir.

Christiane'e göre onu erken öldüren şeyler, günde sadece dört saatlik uyku, bol sigara ve ağır çalışma temposu. 7 Mart 1999 yılında son filmi Eyes Wide Shut'ı tamamlamasının hemen ardından 70 yaşında ölen Stanley Kubrick, İngiltere'deki evinin bahçesindeki ağacın dibinde yatıyor. Nazım Hikmet' kıskandırıyor.

12 Şubat 2009 Perşembe

en tekinsiz festival !f hemen şimdi

Fuayede sessiz sakin havalı bekleyişler, kırmızı koltuklu sinema salonunda gazete okumaları, gizli ve ürkek kesişmeler, nazik tanışmalar, sinema soslu yeni aşklarıyla beyazperdede bağımsızlar başlıyor. AFM sinemalarının düzenlediği, en uçarı filmlerin festivali !f İstanbul 8. yılını sinemaseverle kutluyor. Bu yıl da yine bir çok farklı kategoride dünya festivallerinde öne çıkan filmlerden oluşan bir seçki sunulmuş. Unutulmamalı ki bağımsızlığın bir sancısı olarak bu filmlerin birçoğu bir daha bu topraklara uğramayacaktır. Şöyle bir kendini gösterip çekip gidecekler. O yüzden çift haneli rakamlarda film izlemek isteyen festival fanatiklerinin, şahsi beğenilerine tabi özenli film seçimlerinin yanında, matematiksel hassasiyette bir festival koşturmacası programı yapmaları da şart. Öyle aman aman festival müdavimi olmayanların, iki film görürüm bana yeter diyenlerin ise kafası daha rahat, seçenekleri daha geniş olacak. Herkesin ortak yanı ise, bu festivallerin "iyi bir şey yapıyorum galiba ya" hissi veren ortamını paylaşmak.

"Hit Filmler" kategorisinde dikkat çekenler arasında daha geçen hafta "Altın Küre"leri toparlayan "Slumdog Millionaire", Darren Aronofsky'nin son filmi "The Wrestler" ve Titanic kadrosunu (Kate Winslet, Leonardo DiCaprio) tekrar bir araya getiren "Revolutionary Road" bulunuyor. Bu başlık altında gösterilen, önemli olmasını beklediğim diğer filmler arasında "John Malkovich Olmak" ve "Sil Baştan" (Eternal Sunshine of a Spotless Mind) gibi filmlerin senaristi Charlie Kaufman'ın ilk yönetmenlik denemesi "Synecdoche, New York", din hakkında bir komik bir belgesel denemesi "Religulous" ve anime meraklısı olmayan bu satırların yazarının dahi görüntüleriyle ilgisini çeken, "Matrix"e ilham verdiği düşünülen "Ghost in The Shell" filminin sahibi Mamoru Oshii'nin son yapımı "Sky Crawlers" sıralanabilir. "Hit Filmler"in çoğu Oscar'cıklardan sonra ülkemizde tekrar gösterime gireceğinden, bu bölüme fazla takılmamanız ve festivali daha nadide filmler izlemek üzere kullanmanız hararetle tavsiye olunur.

Popüler filmlerden yakamızı sıyırdıktan sonra artık festival ruhuna girebilir, biraz daha deneysel ve kâşif ruhlu takılabiliriz. İşte tam da böyle bir kategori "Keş!f". Bu bölümdeki filmlerin genç yönetmenleri, "İlham Veren Yönetmen" ödülünü kazanmak için yarışıyor. Filmler çok çeşitli coğrafyalardan seçilmiş olmasıyla dikkat çekmekte. 1984 doğumlu Amerikalı Antonio Campos'un ilk filmi "Afterschool", hayatımızda haddinden fazla yer kaplamaya başlayan sanal gerçeklik ortamına ve bu ortamda yetişen kısmen 20'lerin ortasındaki bizleri de içine alan yeni nesile bir göz atıyor. Tayvan'lı Mong-Hong Chung'un ilk uzun kurmaca filmi "Parking", !fistanbul'un resmi sitesinde "Kafkavari" ve "Murakami romanlarının hissiyatını veren" bir film olarak tanımlanmış. Bu tanımlama bile oldukça iddialı ve filmi festival listemizde üst sıralara taşıyor. Görüntülerinin şiirselliği de cabası. Portekiz'den Sandro Aguilar'ın bağımsız karakterlerin yalnızlığını anlattığı "Uprise" filmi, hüznün rengi maviye boyalı. Yine özenli fotoğrafların bir araya geldiği, muhtemelen çok güzel bir film. "Keş!f" kategorisi fazlasıyla görülmeye değer.

Bize her açıdan çok uzak insanların yaşadığı İskandinavya sinemasını inceleyen "Kuzey Işıkları", bu "modern" coğrafyaya meraklı olanlara hitap eden küçük bir seçki. Garip insan ilişkileri ve sergilenen rahat cinsellikler ile ön plana çıkacağını tahmin ettiğim bu bölümde "Involuntary" (İsveç), "Just Another Love Story"(Danimarka), "Country Wedding"(İzlanda), "Back Soon"(İzlanda) ve "The Man Who Loved Yngve"(Norveç) olmak üzere beş film gösteriliyor. Bağımsız hikayelerden örülmüş utanç üzerine bir film olan "Involuntary" ve son dönemlerde İskandinavlarda sık görülen absürd komediler "Country Wedding" ile "Back Soon" bu kategoride öne çıkanlardan.

Temelde politik filmlerin yer aldığı "Tek Planda Dünya" kategorisi, belgeselden müzikale farklı tekniklerle insana ve insanî meselelere ışık tutuyor. Almanya'da yaşayan Yüksel Yavuz'un belgeseli "Yakın Plan Kürtler"in yolculuğu, Avrupa'nın farklı kentlerini dolaşarak Türkiye ve nihayet Irak'ta son buluyor. Göçü yaşamış Kürtlerin hayat hikayelerinin ve politik eğilimlerinin bir izdüşümü. "Stories on Human Rights", İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 60. yılını kutlamak amacıyla gerçekleştirilen zahmetli bir proje. Üçer dakikalık 22 kısa film, bütün dünyadan izler taşıyor. Belki de !f'in bu seneki en deneysel filmi "Kinogamma", doğaçlama çekimlerin bir araya getirilmesiyle yapılmış. Kurgusu zahmetli geçmiş olmalı. "Kinogamma", "Doğu" ve "Uzak Doğu" olmak üzere iki bölüm halinde birbirinden bağımsız olarak izlenebilir.

"Fantastik Filmler" kategorisinde "Sita Sings The Blues" ve stop motion animasyon "Edison & Leo" olmak üzere iki adet canlandırma var. Ancak, çok daha fantastik bir film "Sauna". Dini metaforlarla yüklü "Sauna", Hristiyanlık ve Paganizm arasında süren savaşın ardından, arazide dini bir inanç yolculuğuna çıkan asker iki kardeşin arınma serüvenini anlatıyor. Bir bilim kurgu denilebilecek "Franklyn" de yine hatırı sayılır bir film.

Festivalin artık geleneksel olmuş diğer bir bölümü "Gökkuşağı". Farklı renklerden sinemanın söz sahibi olduğu bu kategoride, cinsel tercihleri sebebiyle sıkıntıya düşen insanların hikayeleri yer alıyor. İran'da cinsiyet değiştirmenin anlatıldığı "Be Like Others", Amerika'daki "moda" biseksüel cinsel eğilimlerin konu edildiği bir belgesel olan "Bi The Way", HIV olduğunu öğrendiğinde hayatı alt üst olan bir eleştirmen ile bedenini satarak geçinen Luke'un yolculuğunun anlatıldığı "The Living End" bu bölümde gösterilen filmlerden bazıları.

Tüm bunların haricinde, ABD'de filizlenen yeni bağımsız akımdan seçkiler sunan "Amerika'dan Yeniler", müzik üzerine yapımların bulunduğu ama içeriğini çok beğenmediğim için bahsetmek istemediğim "Karşı Sesler", Altyazı dergisinin işbirliğiyle seçilen "O Lucky Man" ve Dario Argento'nun "Deep Red"i olmak üzere yalnızca iki filmin yer aldığı "!f Kült", yeni korkularla "Nöbetçi Sinema" ve tabi ki "!f Kısalar" kategorileri de festival kapsamında gösterilecek.

Fragmanların da yardımıyla daha iyi bir seçim yapmak isteyenler, !fistanbul'un resmi sitesine bakabilirler. Bu yazıda ele alınan filmler çok kişisel beğenilere ve tahminlere dayanmaktadır. Muhtemel hayal kırıklıklarından yazar sorumlu değildir. Ama festival dediğin hayal de kırar, gönül de fetheder. Böylesi makbuldur!..f

4 Şubat 2009 Çarşamba

hedefimiz intertoto!

Çok şükür ki nâdir ortak eğlencelerimizden futbolun verdiği uzuuuun mola bitti ve şov yeniden başladı. Erkeklerin bu spora düşkünlüğünü bir tür hayvani itişme/kakışma/tepişme ve bayağılık olarak gören kadınlara inat bol bol izleyeceğiz. Yerim ben o "ne bu böyle canım, bunu izleyeceklerine kitap okusunlar" geyiklerini. Bunu söyleyenlerin kitap solucanı (dikkat: şehir içi otobüslerde "aman bu erkek yanıma oturmasın" melûl bakışlarıyla boş boş dışarıyı seyredenler de aynı insanlar) tadındaki cırtlak haykırışlarının banalliği, futbolun ruhunda var olan uluslarötesi yapışkan ruhun yanına bile yaklaşamaz. Erkeklerin kendilerinden başka bir şeye 1,5 saatliğine bile olsa ilgi gösteriyor olmalarına tahammül edemeyen kadınları, bizimle beraber maç seyretmeye ve mutlu olmaya davet ediyorum. Nitekim bir erkeğin kalbine giden yol da Digitürk'ten geçiyor bu sıralar. Kaybedilmiş dişi cazibelerini evlen(dir)memece programlarında görücüye çıkacaklarına, evlerine bir "plazma+Digiturk" paketi alsalar mürüvveti garantileyebilirler pekâlâ. Bu da böyle biline!

Laf anlamaz karşı cinse ağzının payını verdikten sonra, evimizin salonuna geri dönüyoruz ve ne görüyoruz? Lig maçları ve (her ne kadar aynı tadı vermese de) kupa maçları... Hele bir de haftasonuysa, Türkiye'den taşan futbol coşkusunu Avrupa ile de paylaşabiliyoruz (aynı anda 4 maç seyrettiğimi bilirim). Devre arası transfer penceresinin kapanmasıyla birlikte (FM'den bilerek ve isteyerek kötü tercüme: "transfer window is soon to be closed...") değişen ilk 11'ler, yeşil sahalardaki yerlerini almışlar. İngiltere'de "Keka" hezeyanı ve (Tottenham'ın eski oyuncularını bazılarına sattığından daha fazla para vererek geri toplaması gibi) garip transferler olurken, Türkiye'de (alt sıralardakiler takımlarını feci dağıtırken) üst sıraları ilgilendirecek önemli gelişmeler yaşanmadı. Beşiktaş'ta Fabian Ernst, Trabzonspor'da rohancığımın tabiriyle çakma FM Brezilyalısı ismi ile Alanzinho (nitekim ne kadar çakma olduğunu Ankaraspor maçında yaptığı şık(!) hareketlerden gördük) ve Fenerbahçe'de (favorim) Gökhan Emreciksin... Dün itibariyle Galatasaray'ın canını fena yakan Sivasspor'un yeni gölcüsü Yannick Kamanan'ı da unutmayalım. Zira aralarında en çok ses getirecek oyuncu o olacak gibi görünüyor. Galatasaray ise olması gerektiği gibi sessiz kaldı. Onların en çok ihtiyacı olan transferler ise, sakatlıkları önlemek için gerekli yeni tesisler ve yeni bir tıp kadrosu.

Yeni transferlerin bu takımlara ne faydası olur? Açıkçası fazla bir faydası olmaz. Fabian Ernst'i Schalke'den iyi biliyoruz. Onun da Beşiktaş'ın uçuk sisteminde ne yapacağı tartışılır. Tek başına bütün topları kapıp, bütün pasları verip, bütün faulleri yapması mümkün değil. Futbolunun son demlerine yaklaşan (30) bu Alman oyuncunun mâliyeti de çok tartışıldı (3 milyon EUR bonservis+5,5 milyon EUR topçuya).

Batı memleketlerden ülkemize para için gelindiği çok açık. Ligimizin gelişmiş, ilerlemiş olduğu yalanlarına inanmayın. Bu durumda Turkcell Süper Lig için en akılcı transferler Balkanlar (Beşiktaş'ın yaptığı türden değil ama), Afrika, Güney Amerika ve Orta Doğu'dan yapılanlardır. Yetenekli bir oyuncu bulduğunuzda cüzî rakamlara alabiliyorsunuz. Nitekim Sivasspor'un İsrail'den bulduğu Yannick Kamanan (28) böyle bir transfer. Güçlü fiziği, düzgün bir sol ayağı var. Sivasspor'un ciddiyetle yürüttüğü transfer politikasının son meyvesi. Hatırlayınız, naçizane kendimin bu sayfalarda ilk yarının karmasına seçtiğim Fabio Bilica da Romanya'lardan bulunup getirilmişti.

Fenerbahçe'ye gelirsek, yeni takviyelerle bu takım be yapar? 0 (yazıyla sıfır). Hiçbir şey. Devre arasında transfer istemediğini her fırsatta dillendiren Aragones, takımın ocağına incir ağazı dikeceğe benziyor. Biraz fikstür avantajı, biraz da talihle ilk yarıyı liderin 2 puan ardında kapatabilen Fenerbahçe, önemli bir fırsatı kaçırarak koca bir sezonu hatta (Aragones'ten sonra getirilecek antrenörün uyum sorununu da sayarsak) 1,5 sezonu heba etmiştir. Bu ruhsuz, yanlış sistemle, vasat oyuncularla oynayan takım, isabetli transferler yapılsaydı pekâlâ mutlu sona ulaşabilirdi. Ancak, gerek başta Aziz Yıldırım olmak üzere "Zico olayı"nda gösterilen çokbilmişlik siyaseti, gerekse Aragones'in manasız inatçılığı yüzünden Fenerbahçe başarısızlığa mahkum edilmiştir.

İkinci devrenin başından itibaren oynanan maçlara baktığımızda da öyle anlaşılıyor ki, alınan nâdir oyuncular dahi Aragones'in dikkafalılığı sebebiyle fazla forma şansı bulamayacaklar. Halbuki ne kadar önemli bir yetenek Gökhan Emreciksin... Abdülkadir'i ise korkarım hiç mi hiç izleyemeyeceğiz. Umarım onun sonu da Fenerbahçe'nin yıllar yılı biriktirdiği kötü şöhretinin bir parçası olmaz.

Sözün kısası: Tüm bu olumsuzlukların üstüne bir de (tüm sistemleri altüst eden) Alex ile tazelenen nikâhı (saçma bir terim) ve fikstür dezavantajını (GS, BJK, TS, Bursa, Ankara, Kayseri deplasmanları) koyduğumuzda, Fenerbahçe camiâsının 2009 Mayıs'ında, "Intertoto'ya gitsek mi gitmesek mi" diye (alınan sonuç itibariyle değil ama kaynakların kötü kullanılması itibariyle) utanç verici bir tartışmayı yürütüyor olacağını görür gibi ve duyar gibiyim. Futbolun bir adaleti varsa, tuttuğum takımın en iyi ihtimalle ancak dördüncü olacağını düşünüyorum (Trabzonspor, Sivasspor ve GS geçilemez; belki BJK).

Bu nedenle, futbolumuzun yeni şampiyonlar çıkarıp gelişebilmesi adına Sivasspor'u tüm kalbimle destekliyorum. Başarılar Sivasspor...

1 Şubat 2009 Pazar

hollywood'a kafa tutan kaçık: jim jarmusch

Tesadüfi olarak elimi sürdüğüm sanat eserleri sonradan benim için çok özel oluveriyorlar. İçeriğiyle ilgili en ufak bir fikrim olmadan, arada sırada ismini beğenerek, kapak tasarımını beğenerek satın aldığım kitaplar, filmler beni çoğunlukla yanıltmıyor. Hatta genelde beklentilerimin üzerine bile çıkıyorlar. Satın aldığım ilk orijinal DVD, konusu veya yönetmeni hakkında en ufak bir fikrimin olmadığı, sadece isminden hoşlandığım için almaya karar verdiğim Yedinci Müdür’dür mesela. Ne harika bir filmdir. Sürpriz film olarak izlediğim Kırık Çiçekler’i (2005) bir kenara koyarsak, Jim Jarmusch ile tanışmam da yine bir tesadüf eseri oldu. Bir gün beni onun Dead Man (Ölü Adam) filminin DVD’sini almaya iten şey, simsiyah DVD kutusunun üzerinde, bir kanonun içinde kalın kürküyle yüzü boyalı uslu uslu yatan Johnny Depp figürüdür. “Bu ne böyle acaba” diye meraklandığımı anımsıyorum. “Gel bakalım evimize.”

Ölü Adam’ı yurttaki odamızda gülmekten kırıla kırıla izledim. Sık sık da durdurmak (pause) zorunda kaldım. “Ne tuhaf şeysin sen böyle. Albenilisin de üstelik.” Jim Jarmusch sinemasına ilgim böyle başladı. Filmlerini beğendiğim sinemacıların neye benzediklerini de merak ederim. Kaçık tipini de görünce rahatladım; kendisiyle çok iyi anlaşacağımızı hemencecik anladım. Kendi garipliklerini sinemasına aktarmış, içi dışı bir, samimi bir adam gibi geldi bana.

Edebiyata meraklı sıradan bir orta sınıf Amerikalı olan Jim, gençliğini pek de gözde bir yer olmayan Akron, Ohio’da geçirmiş. Daha lisedeyken kendisini, çevresindekilerin sahip olduğu (nasıl başarmış bilmiyorum ama) Amerikan Rüyası tutkularından, zengin olma hayallerinden soyutlamış; onlara kendisini yabancı hissetmiş, uzak durmuş. Şöyle diyor: “Hayatın ya da hayat tarzının para etrafında şekillendirilmesi düşüncesinden hoşlanmıyorum…Bunun dışında pek çok hayat tarzı var. Moda fotoğrafçısı olmak istemeyen insanlar da var.” Ve ekliyor: ”Bütün hayatımı kazanç elde etme etrafında programlamaktansa, hiç param olmasın daha iyi.”

Marifet, bu türden bir çıkışı yapmak değil, içini doldurmaktır. Nazım Hikmet'in dediği gibi "neye yaradı?" dememek için. İkinci filmi Stranger Than Paradise (Cennetten de Tuhaf) ile yakaladığı ulusal ve uluslararası başarıdan (Cannes Altın Kamera Ödülü) sonra Hollywood'dan yağan teklifleri, bağımsız kalabilmek için elinin tersiyle itmiştir. Bedelini ödeyerek tabi ki. Bu bedel, 1980'lerin sonunda gayet ünlü bir yönetmen olmasına karşın çekmeyi planladığı filmlerde halen yaşadığı finansal problemlerdir.

Önceleri yazar olmaya kafayı takmış bulunan Jim Jarmuch, Columbia'da Amerikan Dili ve Edebiyatı eğitimini dereceyle bitirmiş. Okulu bitirmesine bir dönem kala edebi araştırmalar yapmak üzere Paris'e gitmiş. Burada, edebi araştırmadan çok geyik yapmış desek yeridir. Birkaç haftalığına gittiği Paris'te 1 yıl kadar kalmış ve burada sinema tarihi efsanesi Cinematheque'in müdavimi olmuş. Japon ve Avrupa sinemasını izleme fırsatı bulmuş. Paris'te yine kendine yakışanı yapmış ve bir sanat galerisi için kargo taşımacılığı yapmak gibi absürd işlerde çalışarak hayatını kazanmış. Filmlerinde kullandığı sabit kamera açılarının Paris'ten yadigar olduğu bilinir. Konuyla ilgili olarak Jarmusch: "Hareket halindeki bir kamera, izleyicinin gözünü görüntülerin peşine takılmaya zorlar, bakışlarını tutsak eder. Oysa benim filmimin böyle keyfi hareketlerle alakası yoktur; gözlemlemeyle ilgilidir..." Bu türden bir sinematografik yaklaşımın, yönetmen sinemasının önemli isimleri arasında da yaygın olduğunu zaten biliyoruz. Abbas Kiarostami bu sanatsal tercihi bir adım daha ileri götürerek "ben izleyicilere salonda uyuma özgürlüğü veren filmleri seviyorum" demiştir.

O vakte kadar bir tane dahi kısa film çekmemesine rağmen Jim Jarmusch, Paris macerasından sonra New York Film School'a (ilginçtir) burslu olarak kabul edilmiş. Okuldaki ikinci yılının sonunda, aldığı bursu ilk uzun metrajlı filmi Permanent Vacation (Sürekli Tatil) için harcayarak önemli bir diploma sahibi olmak yerine, önemsiz bir film sahibi olmayı tercih etmiş. Önemsiz dediğim bu ilk film dahi, Jim Jarmusch'un tüm külliyatında takip ettiği aykırı yolun en belirgin izlerini taşımaktadır.

Karakter ve atmosfer

Jim Jarmusch sinemaseverlere bir öykü vaat etmiyor. Giriş, gelişme sonuç yok. Yok da yok. Bunun yerine absürd karakterler ve bu insanları içine alan kapalı, iç sıkıcı mekanlar var. Yersiz yurtsuz, parasız genç adamlar, tufaya getirilip hapsi boylayan beceriksizler, William Blake'i ağzından düşürmeyen edebiyat meraklısı Kızılderili, "Samuray" yasasına bağlı zenci tetikçi... Sahiden canı sıkılan adamlar, bir baltaya sap olmayanlar, olamayanlar. Tüm bu insanları çepe çevre saran New York'un kenar mahalleleri, metruk daireler, sokaklarda uçuşan çöpler, gazete parçaları, bulutlu bir gökyüzü... Jarmusch, endüstri-sonrası atmosferini seviyor. Loş sokakları gösterirken hoşlandığı müzikleri kullanıyor. "This is my neighborhood" der gibi yadırgamadan seviyor.

Jim Jarmusch bir konudan yola çıkarak senaryo yazmak yerine, kendisine ilginç gelen karakterlerden yola çıkmayı tercih ettiğini itiraf etmiştir. Farklı dönemlerde gözlemleyip not ettiği karakterleri bir araya getirerek ortaya bir film çıkarmaktadır. Bu "önemsiz" insanların toplumca genel kabul gören yaşam tarzıyla hep bir problemleri vardır. Genelde işsiz veya parasızdırlar. Uyumsuzdurlar. Bu uyumsuzluk, asla anarşizm benzeri politik bir duruşu beraberinde getirmez. Ne dünyayı değiştirmek isterler, ne de politika yapmak. Hayatta ulvi bir amaçları yoktur. Tek istekleri sınırları zorlayarak kendilerine bir alan açmaktır. Buna benzer tipler aynı filmde bir araya geldiklerinde ortalık birbirine girer. Karakterlerin çatışmalarından doğan güçlü bir mizah filmi sürükler. Jim Jarmusch'un alamet-i farikası kendi yarattığı bu absürd insanlar komedisidir.

Karakterlerini bulaştırmayı sevdiği en belirgin konu dil problemidir. Özellikle Roberto Benigni'nin Jarmusch filmlerine katılmasıyla bu iletişimsizlik hali tavan yapar. Yine bir röportajında Jim Jarmusch, diyalogları kısa tutmayı benimsediğini de söylemiştir. İletişimsizlik haricinde dikkati çeken bir diğer detay da yine okumaktan haz duyduğu edebiyatçıları ya da eserlerini filmlerine konu etmesidir. 1986 yılında Roberto Benigni ile yaptığı Down by Law (Türkçeye "İçeridekiler" olarak çevrilmiş, lakin tam karşılamıyor), tipik tuhaf karakterleri, karanlık atmosferleri, dil problemi ve Robert Frost'un "The Road not Taken" şiirinden esinlenilmesiyle, Jarmusch sinemasının tüm belirgin özelliklerini kapsayan kült bir filmdir.

Sevdiğim adamları uzun uzadıya anlatmak gerçekten hoşuma gitmiyor. İzleyin görün yahu! Ne desem boş. Diğer favorilerim arasında Night on Earth (1991) ve Dead Man (1995) bulunmaktadır. Coffee and Cigarettes’i (Kahve ve Sigara) henüz izleyemedim. Lakin o da şanlıdır. İzleyiniz. Amerikan yol filmlerinin öncüsü, Quentin Tarantino gibi kendinden sonraki bağımsız sinemacıları derinden etkilemiş, "bağımsız sinemanın tuhaf kralı" Jim Jarmusch sizi de şaşırtacaktır.