13 Nisan 2010 Salı

"haftanın güzeli" revisited: tribute to baskın oran

Askerden sonra gaza gelip, "yaşayacağım ulan işte, her dakikanın bileceğim kıymetini; come squeeze it suck the day, come carpe diem baby" şeklinde giriştiğim post-ordu döneminin tıkandığı çok noktalar var. Müzik dinlesem olmuyor, kitap okusam olmuyor, film izlesem bile olmuyor. Gazete bile okuyasım yok. Uyumak, uyumak, yalnızca uyumak istiyorum...

Hiçbir şeyden zevk alamadığım bu (umarım) geçiş döneminde, klasik Pazar günleri menemeninin yanında çerez niyetine okuduğum Radikal İki'de Baskın Oran üstadım yine döktürünce, blogun ilk günlerinde oldukça hevesle yayınladığım "haftanın güzeli" köşesini bir seferlik de olsa letafetiyle istisnai Baskın Oran (karşılaştırmalı hukuk tezi mahiyetindeki) kara mizahına ayırmanın değişiklik olacağını düşündüm. Okuduktan sonra bünyemde pekişen hissiyat: Gel de alıp başını gitme buralardan. Gel de İsveç'e, Danimarka'ya, Norveç'e ve benzerine göç etme.

Sabırla okuyunuz ve (nasıl olacaksa?) adalete olan güveninizi bir zahmet kaybetmeyiniz. Bitirdiğinizde, "vah memleketin haline" arabeski ile "çok iyi yazmış lan" keyfi arasında gidip gelen ikircikli şaşkınlığı hissedeceksiniz.

"Türk adaletine İngiliz isyanı
Leeds United’ın başkanı çok sert konuşmuş: “Bu şekilde bir adalet sistemine sahip olan Türkiye’nin AB’de yeri yok!” (Radikal, 05.04.10). Sebep: 10 yıl önce Taksim’de bıçaklanarak öldürülen iki taraftarın katilleri hâlâ bulunamamış. İngiliz başkan, Türk adaleti hakkında bizim bildiklerimizin binde birini duysa herhalde konuşmazdı. Çünkü dili tutulurdu. Yerime sığdığı kadarıyla birkaçını hatırlatayım.

1) Milletvekili Süleyman Sarıbaş bana ve Prof. Kaboğlu’na “Babanız kimmiş, ananıza sorun” dedi, Yargıtay “ifade özgürlüğüdür” diye beraat ettirdi (bkz. B.Oran, Radikal-2, 19.07.09).
Oysa Türk adaleti, bir yargıca “işgüzar” diyen gazeteci Nazlı Ilıcak’ı 11 ay 20 gün hapse mahkum etti (Milliyet, 01.04.10). Bu yargıcı tanıyorsunuz; Sincan 1. Ağır Ceza Yargıcı Osman Kaçmaz. Bir Yargıtay eski üyesi kendisine başvurmuş ve “Kayıp Trilyon davasında ben şahsen zarar gördüm” diyerek Gül hakkında (cumhurbaşkanı olması nedeniyle verilmiş) takipsizlik kararının kaldırılmasını istemişti. Yargıç Kaçmaz da kaldırarak Gül’ü yargılama yolunu açmaya girişmişti. Oysa O. Kaçmaz, Belediye-İş Sendikası davasında takipsizlik kararına yapılan itirazı şu gerekçeyle reddetmişti: “Sendikaya aidat ödeyen denetçiler suçtan zarar görmemiştir, itiraz hakları yoktur” (Haberaktüel, 24.05.09).

2) Hrant, 301’den mahkum edilince, kendini savunan bir yazı yazdı. Bunun üzerine Türk adaleti bir de “Adil yargıyı etkilemeye teşebbüs”ten (TCK 288) dava açtı Hrant’a.
Oysa, Org. Büyükanıt Şemdinli’de bombacıya “Tanırım, iyi çocuktur” demişti. Org. Başbuğ Ergenekon sanığı Org. Saldıray Berk için açıkça “Suçsuzdur” dedi (Taraf, 17.03.10). Türk adaleti soruşturma bile açmadı. Oysa, Askerî Ceza Kanunu md. 148/C şöyle diyor: “Siyasi amaçla demeç veren askerî şahıslar 1 ay ilâ 5 yıl arası hapsedilirler”. Aksine, HSYK, generallere söz söylemeye cesaret eden savcıların, ne biçim yargı bağımsızlığı ise, derhal defterini dürüyor: Org. Kenan Evren’e dava açmak isteyen savcı Sacit Kayasu’yu ve Org. Büyükanıt’ın adını iddianamesinde geçiren Şemdinli savcısı Ferhat Sarıkaya’yı memuriyetten attı. Org. Berk’i ifadeye çağıran Erzurum Savcı Tarık Gür’ü görevden aldı. Şimdi de Balyoz’un iki savcısını.

3) Malum gazeteci Can Ataklı, malum Yılmaz Dikbaş’dan alıntı yaparak, Helsinki Yurttaşlar Derneği kurucusu aydınlara açıkça iftira attı: “AB bunlara para yediriyor” (bkz. B.O., R-2, 22.02.09).
Türk adaleti, bu insanların tekzip yayınlatmasını bile önledi. 29.01.09 tarihli kararında, artık ilgiyi nasıl kurabildiyse, şöyle dedi: “Masum gibi gözüken Ermenilerden Özür Kampanyasına imza vermiş bu kişilere karşı çıkmak fikir ve inanç özgürlüğü kapsamındadır”. Aynen, bana “yabancı devletler tarafından maddi ve manevi satın alınmıştır” diyen gazeteci Mustafa Balbay’ı Yargıtay’ın “B. Oran, Agos yazarıdır. Kendi aleyhine eleştirilere, sert de olsa, katlanmak zorundadır” gerekçesiyle aklaması gibi. Yani, Türk adaletine göre, Agos yazarlarına küfretmek Türkiye’de artık hak. (bkz. B.O., R-2, 21.02.10).

4) Nijeryalı gariban mülteci Festus Okey, götürüldüğü Beyoğlu Asayiş Şube Müdürlüğü’nde 34 ay önce öldürüldü, Türk adaleti Nijerya’dan “Bu adam Festus Okey midir?” diye sordu ve tam 10 duruşmadır cevap bekliyor (İ. Saymaz, Radikal, 02.04.10). Halbuki, bir sığınmacı olan Festus’un resmî kimlik bilgileri Ankara’daki BM Mülteciler Yüksek Komiserliğinde mevcut (T. Korkut, BİA, 30.09.09).
Oysa, Türk adaleti, “taş atan çocuklar”a tek celsede 15 yıla varan cezalar veriyor. Bunların birçoğunun dosyasındaki tek “kanıt”, polis veya asker ifadesi. Tabii, bir de sırtlarının terli oluşu. Diyarbakır’da inşaat işçisi Mahmut Yaşar “ıslık çalarak bölücü örgüt lehine slogan attığı” için 10 ay hapis yedi (Milliyet, 19.03.10). Yine de şanslı; şarkıcı Rojda, bir şarkısıyla “terör örgütünün propagandasını yapmak”tan 1 yıl 8 ay almış bulunuyor (Radikal, 26.03.10).

5) Türk adaleti, gayrimüslim vakıf mallarına şu gerekçeyle el koydu: “Türk olmayanların kurduğu tüzel kişilikler gayrimenkul sahibi olamaz” (Yargıtay 1971, 74, 75 kararları). Bir Rum vatandaşa “Yabancı uyruklu TC vatandaşı” dedi (İstanbul İdare Mahkemesi, 17.04.96 tarihli karar) (İkisi için bkz. B.O., Türkiye’de Azınlıklar, 5. baskı, s. 94 ve 105-106). Yani, laik Türk adaletine göre Müslüman olmayan vatandaşlar “Türk” değil.


Oysa, “Türkiye’nin kurucu antlaşması” Lozan md. 40 şöyle diyor: “Gayrimüslim TC vatandaşları her türlü hayır kurumları kurmak konularında eşit hakka sahiptirler”. Md. 42: “Gayrimüslimlerin mevcut vakıflarına her türlü kolaylıklar ve izinler sağlanacak ve bunların yenilerinin kurulması için gerekli kolaylıkların hiçbiri esirgenmeyecektir”. Md. 37: “38. ilâ 44. maddeler arasındaki hükümler Türkiye tarafından temel yasalar olarak tanınacak ve hiçbir kanun ve hiçbir resmî işlem bunlarla çelişmeyecek ve bunlardan üstün olmayacaktır”. Anayasa md. 90/5: “Temel hak ve özgürlükler konusundaki uluslararası antlaşmalar, aynı konudaki ulusal yasa hükümlerine üstündür”.Türk adaleti, bir ceza davasında, artık ilişkiyi nasıl kurduysa, “Fener ekümenik değildir” diyerek, laik Türkiye’de Ortodoks ilahiyatına da karışabildi (13.06.07 tarihli Yargıtay kararı; bkz. B.O., R-2, 01.07.07).

6) Türk adaleti, seçimde Kürtçe konuştu diye Orhan Miroğlu’na 6 ay verdi; şimdi 5 yıl Kürtçe konuşması yasak. Tahir Elçi, Mahmut Vefa, Mahmut Alınak, Mehdi Tanrıkulu, Nuri Yaman, daha sayayım mı? Seçim kampanyasında Kürtçe “Hemen git su getir” diyen Sırrı Sakık’a bile fezleke düzenlendi (Radikal, 09.03.08).
Oysa, Kürtçe kullanma konusunda, Anayasa md 90/5’in “ulusal yasaya üstün” kıldığı Lozan md. 39/4 diyor ki: “Bütün TC uyrukları her türlü açık toplantılarda, ticarette, basın-yayın organlarında istedikleri dili kullanabilirler ve buna karşı hiçbir kısıtlama getirilemez”.

7) Anayasa Mahkemesi (AYM), türbanı üniversitelerde serbest kılmaya zemin hazırlayan değişikliği anayasanın laiklik ilkesine aykırı bularak iptal etti. “367 Sabih” kararıyla, cumhurbaşkanının Meclis tarafından seçimini önledi. Şimdi de CHP, bu “sağlam” örneklere güvenerek, daha çıkmamış anayasa reform paketini AYM’ye götürmeye hazırlanıyor.

Oysa, Anayasa md. 148 şöyle diyor: “AYM; Anayasa değişikliklerini sadece şekil bakımından inceler”. Yani, sadece oylama usulüne uygun yapıldı mı, süreler gözetildi mi, vs. bunlara bakabilir. Ama, şaşırmamak lazım. Aynı AYM, söylenmemiş şeyler için parti kapattı bu ülkede: DTP’nin kapatılma gerekçelerinden biri, Hikmet Fidan cinayetini kınayacak bir şey söylememiş olmasıydı (bkz. B.O., Radikal İki, 03.01.10).

8) HSYK Başkan Vekili Kadir Özbek şöyle dedi: “Taslak böyle geçerse devletin temeli, çatısı çöker” (Radikal, 25.03.10). Türk adaletinin ayrılmaz parçası baroların en büyüğü İstanbul Barosu, Sayın Özbek’e “Mahmut Esat Bozkurt Ödülü” verdi.

M. E. Bozkurt? Şunları söylemekle meşhur Adalet Bakanı: “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler” (Milliyet, 19.09.1930); fotokopisini Mayıs başında çıkacak “Türkiyeli Kürtler Üzerine Yazılar”da yayınlayacağım.

Türk adaleti öyle bir şey ki; dışı Leeds United’ı, içi bizi yakar. Ama bu böyle kalmayacak. Zaten kalmayacağı için şu anda muazzam patırtı kopuyor. Beni hüzünlendiren, “halkımız”dan kimilerinin Radikal’deki habere yazabildikleri: “Kimi arkadaşlar Türkiye’de meydana gelen üzücü bir olayın emperyalist ülkelerce nemalanmasından [ne demekse?] çok memnun gözüküyorlar. Ben de İngilizlere 1985’te 300 Juventus taraftarının ezilerek ölümüne sebep olan Liverpool taraftarını sorarım, ne oldu onlara? Siz böyle girdiyseniz, biz hayli hayli gireriz ab’ye”. Türkiye’de “antiemperyalizm” kavramının nerelere kadar düştüğüne ve nasıl bir “mantık”la “vatan müdafaası” yapılabildiğine bakınız."
 

2 Nisan 2010 Cuma

bir istanbul klasiği


Film festivalleri, İstanbul’un sık kirlenen nefesini tazeleyen, bu şehirde yaşayanları maddi olmayan (nadir) bir tutku etrafında birleşmek üzere sinema salonlarına çağıran ayinler bütünüdür. Sinema salonları da bu ayinlerin tapınakları gibi- insanların gözlerini ve kalplerini birkaç saatliğine de olsa onun arkasında saklanan efendilerine sundukları beyaz perde ise bir çeşit sunak. “Sinema dini”nin (dilinin) bir çeşit beş farzından biridir festivale gitmek. Farklı bir maneviyat paylaşılır; mekânlar değişse de, aynı insanlar farklı tarihlerde, aynı tutkunun, güzel bir film izleme umudunun peşinden Asya ve Avrupa arasında döner durur; çember tamamlanır. Bu, bir çeşit hacca benzer. Tanımadığınız, tanışmadığınız, belki de hiç tanışamayacağınız hanımları, beyleri farklı günlerde, farklı yerlerde pek sık görmeye başlarsınız. Şehrin en mühim film olayı, sinemanın İstanbul’daki hac mevsimi başlıyor. 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali, 3-18 Nisan arasında tüm İstanbulluları, kaosun içinde kaostan uzak kalmaya çağırıyor.

Festival programı, her yıl olduğu gibi takibi kolaylaştırmak adına kendi içerisinde kavramsal bütünlüğe sahip birçok bölüme ayrılmış. Ulusal ve uluslararası yarışmalarda onlarca film Altın Lale için yarışacak. Uluslararası yarışma bölümü, müziğin ve tarifsiz güzel Laeitia Casta’nın hâkimiyetinde. “Nowhere Boy”, John Lennon’ın Liverpool günlerindeki çocukluğunun izini sürerken, “Gainsbourg”,adından da anlaşılacağı üzere aykırı Fransız müzisyen ve aktör Serge Gainsbourg’un en sansasyonel dönemine gözünü dikiyor. Brigitte Bardot rolünde Laetitia Casta var (dikkat: Bu bölümde gösterilen “Surat” filminde Casta yine arz-ı endam ediyor). Şöhret öyküleri bir yana, bu başlık altındaki en ümit vaat eden film, henüz 20 yaşındaki Xavier Dolan’ın yazdığı, yönettiği ve başrolünde oynadığı “Annemi Öldürdüm”. Dikkat çekici öyküsüyle Vancouver’da En İyi Kanada Filmi ve Kanada’nın bu yılki Oscar adayı olmayı başarmış. Tolstoy’un son yılını anlatan “Aşkın Son Mevsimi” ile 80’ler Polonya’sından bir gençlik hikâyesi “Sevdiğim Her Şey” değerlendirilmesi gereken diğer filmlerden.

Ulusal yarışmada yine birbirinden güzel filmler yer alıyor. “Kıskanmak”(Zeki Demirkubuz), “Karanlıktakiler”(Çağan Irmak), “Vavien”(Taylan Biraderler), “Ses” (Ümit Ünal) ve“Neşeli Hayat”(Yılmaz Erdoğan) ödül için yarışacak önemli filmlerden bazıları. Tescilli güzel, Altın Ayı sahibi “Bal”, haliyle ulusal yarışmanın en büyük favorisi. Altın koleksiyonuna İstanbul lalesini de ekleyebilir. Buna karşın, beğeni toplayan “Min Dit” ve zorlu bir yol hikâyesi “Büyük Oyun” en az diğerleri kadar izlenmeyi hak ediyor. Yarışma dışı gösterilen “Bornova Bornova”, “Kosmos” ve “Acı” gibi güçlü filmler, hala izleyemeyenler için büyük bir fırsat. Açıkçası Türk filmlerinin gösterildiği kuşaklar şahsen festivalde en beğendiğim bölümlerden. Belli bir kalitenin altına hiç düşmüyor. Üstelik iyi bir Türk yapımı izlemenin maliyeti sadece 3,5 TL (malum bilet firmasının dalavereleriyle aslında fiyat 5 TL’ye kadar çıkıyor).

Avrupa Konseyi ve Eurimages’in katkılarıyla düzenlenen “Sinemada İnsan Hakları Yarışması”, festivalin en manevi ödülünü veriyor. Ağırlıklı olarak Ortadoğu’dan filmlerin yer alması sürpriz değil. İsrail’in 2010 Oscar adayı “Ajami” ve göçmen sorununa eğilen “Kuzeysiz”, bu bölümde öne çıkanlardan.

Belli ki festival fanatikleri biletleri şimdiden tükenen “Tek Başına Bir Adam”a kafayı takmış. Ancak yalnızca “Akbank Galaları”nda değil, herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda bir Jim Jarmusch filmi gösteriliyorsa akan sular durur. “Kontrol Limitleri” festivalde açık ara en merak ettiğim film.


“Dünya Festivallerinden” kuşağı, farklı coğrafyalara göz gezdirmek için biçilmiş kaftan. “Plato” ile Peru’ya, “Şeref Madalyası” ile Romanya’ya, “Bahar Sarhoşu” ile Hong Kong’a kısa bir yolculuk yapabilirsiniz. İşin ironik tarafı ise, yapımların neredeyse yarısının Fransız olması. “Dünya Festivallerinden” çok, “Fransız Festivallerinden” demek daha doğru olurmuş. Son dönem Fransız sinemasının en önemli yönetmenlerinden François Ozon, son filmi “Yuva” ile burada.

“Yıllara Meydan Okuyanlar” kuşağında Fransız Yeni Dalgası 50 yıl sonra bile dalgalanmaya devam ediyor. Büyük ustaların son filmlerine yer verilen bu bölümde Alain Renais, Jacques Rivette ve Werner Herzog’un son filmleri (sırasıyla “Yabani Otlar”, “36 Dağ Manzarası”, “Kötü Polis”) izlenebilir. Marco Bellochio’nun, Il Duce’nin büyük sırrını anlattığı “Yenmek” yapıtı festival listesine mutlaka alınması gerekenlerden.

Sinema kariyerlerine hızlı bir giriş yapan “yeniyetme” yönetmenlerin, uluslararası festivallerde takdir edilen eserlerinin bir seçkisini içeren “Genç Ustalar” bölümü, geleceğin sinemasının izini sürüyor. “Yepyeni Bir Hayat”, “Özel Hayatlar”, “Islık Çalmak İstersem Çalarım” gibi öne çıkan filmler, farklı coğrafyalardan tutarlı öyküler anlatma iddiasında.

Festival kapsamında tür sineması da unutulmamış. Gülmek isteyenler için “Antidepresan”, belgesel sevenler için “NTV Belgesel Kuşağı”, sinema koltuğunda gerim gerim gerilmeyi, rahat bir seyire tercih edenler için “LG İle Geceyarısı Çılgınlığı” bire bir. Animasyon türünde Estonya’dan örnekler mercek altında. “Büyüleyici İsyanlar” kuşağında gösterilen Ortadoğu ve Kuzey Afrika bağımsız sinemasından seçmeler ile festivalin popüler havasından sıyrılıp, daha dipleri eşelemek ve belki de harika bir film keşfetmek olası. “Mayınlı Bölge”, artık klasikleşmiş bir kuşak olarak festivalde yer edinen, kışkırtıcı, uçarı ve bazen de provokatif filmlerin, öteki dünyaların tehlikeli bölgesi. Fatih Özgüven’in Joseph Losey filmleri seçkisinden de en az bir film izlenebilir.

Bitmedi! Yönetmen söyleşileri, sinema dersleri, atölyeler, David Lynch’in fotoğraf ve gravür sergisi, sürpriz festival partisi ve Hisar Kısa Film Seçkisi... Sinema adına ne varsa 29. İstanbul Film Festivali’nde. Yakın zamanda Şakir Eczacıbaşı’nı kaybeden İKSV, artık festivalin büyük ödülü Altın Lale’yi, bu kıymetli iş adamı, sanatsever ve fotoğraf sanatçısına adıyor. İyi eğlenceler!