29 Kasım 2010 Pazartesi

"chopin is no more"

10 günlük uzun izinde Polonya'da turlamak aykırı bir fikir gibi geldi onlara. "Why Poland?" diye soran has Polonyalılara, "why not?" diye cevap vererek savuşturdum hepsini. Ama aynı soruyu kendime sorduğumda yarım yamalak cevaplar bulabiliyordum. Örneğin, "sinemayı çok seviyorum ve onların da çok güzel bir sineması var" gibi şeyler. Hatta daha da ileri giderek, "Kieslowski'nin, Polanski'nin dolaştığı sokaklarda dolaşmak istedim. Bu halkta özel bir şey olmalı, onu görmek istedim" gibi küstahlığa varan uçarı yorumlar bile yaptım. Diğer bir cevap ise: "Uzun zamandır merak ettiğim bir yerdi; ben de Bulgaristan'da doğmuş biri olarak eski Doğu Blok'u ülkelerine doğuştan meraklıyım."Verdiğim bu türden cevaplar beni bile çoğu zaman tatmin etmiyordu. Şurası kesin ki, bu kadar ulvî planlanmamış bir gezi olsa da yine de söylediklerimde doğruluk payı vardı. Neticede kendimi de çok kafaya takmamaya karar verdim. İlla ki İspanya'ya, İtalya'ya mı gitmeliydik yani? Hem oralar fazla popüler.

Geziye hazırlanayım derken Chopin denilen adamın büyüsüne kapıldım. Birkaç hafta önceden sardı içimi bir Chopin melankolisi. Entel dantel işleri dediler, "geri vites müziği" dediler, dalga geçtiler. İyi müziği anlamak için ille de uzman olmak gerekmez ki. Hissetmek bu kadar mı zor? Chopina! Polonyalılar böyle diyor. 200. doğumgününde Varşova'yı baştan sona notalarıyla saran, öldüğünde bedenine izin çıkmadığı için yüreğini ülkesine yollayan iflah olmaz romantik! Kafede, tiyatroda, sergide, sinemada, banklarda, parklarda, her yerde Chopin (düğmesine basınca Chopin çalan banklar var). Geziyle bitmedi bu merak. İstanbul'da hala onu dinliyor ve hüzünleniyorum sık sık. Ufak çapta da olsa bir kader ortaklığı var gibi geliyor bana. En azından hissiyatım bu yönde.

Chopin'den bahsederken, yenilenen müzesine ayrı bir paragraf ayırmak gerekir. Yeryüzünde görülebilecek en ilginç müzelerden birisi. Tepetaklak olduğum bisiklet gezisini saymazsak, Varşova'da yaptığım en güzel hareket. Chopin Müzesi, (müze ismi sizi yanıltmasın) sıkıcı bir mekan asla değil. Son teknolojinin dizayn ile birleştiği Chopin'in hayatına açılan interaktif bir pencere. Öyle ki, piyanonun üzerinde duran nota sayfalarını çevirdiğinizde, ansızın açılan sayfadaki Chopin eseri çalmaya başlayabiliyor. Dahi çocuk olarak konserler vermeye başlamasından, Polonya'yı terk edişine; gönül meselelerinden, yetenekli ama talihsiz öğrencilerine kadar hayatının her aşaması düşünülmüş. İçerikten çok sunum çok etkileyici esasen. Örneğin piyanistin ölümünün haber verildiği oda, siyah fonda şahane dizaynıyla matem havasını çok iyi yansıtıyor: "Chopin is no more." 



Varşova malum savaşta yerle bir edildikten sonra, hemen hemen şehrin tamamı yeniden yapılmış. Özellikle tarihi mekanların orijinaline uygun şekilde restorasyonuna büyük önem verilmiş. Şehir kocaman bir restorasyon sahasıymış eskiden. Bu açıdan bakınca olağanüstü geliyor. Varşovalıların şehirleri için ceplerinden verdikleri paralarla gerçekleşen bu büyük proje, Polonya'da küçük çaplı bir efsane. Genel olarak şehir çok yeni ve fazlasıyla modern. Uzun geniş bulvarlar, minyatür gökdelenler ve abartılı yapılar... Bu bakımdan biraz sıkıcı olduğu şüphesiz. 

Krakow ise öyle değil. 13., 14. yy.dan kalma sokaklarda, mekanlarda dolaşırken, aynı anda şehrin sahip olduğu genç enerjiyi görmek oldukça keyifli. Burası bir öğrenci kenti olmakla birlikte, ironik şekilde çok eski bir yerleşim alanı. Eski başkent, gördüğüm en görkemli kalenin sahibi: Wawel. Wisla nehrinin üzerine kâbus gibi çöküyor. Anladığım kadarıyla Polonya'da her şehirde tramvay kullanılıyor, ama hiçbiri (en azından benim bulunduklarım) Krakow'dakilerin hazzını vermiyor. Şehri baştan başa gezen bu şirin mavi tramvaylar, yaşlı oluşlarıyla ayrı bir sevimliler.

Polonya'nın kaderi savaşlar ile çizilmiş. İsveçlilerin akınlarından tutun da, Avusturyalıların, Rusların ve Almanların açgözlülüğünün kurbanı olagelmişler. Bu kurban olma halinin en vahim simgesi Auschwitz (orijinal adı Oswiecim) de işte Krakow'a bir saat uzaklıkta kurulan o meşum ölüm fabrikası. Girişte olduğu gibi ("arbeit mach frei") çıkışta da para vermiyorsunuz. Zira alıştığınız müzeler gibi "hediyelik eşya" satılabilecek bir yer değil! Alabildiğine kasvetli, alabildiğine tekinsiz... Almanların neler yaptıklarını yazmaya kalksam, küçük çaplı ırkçılık tohumları ekmiş kadar olurum. Manyaklık, sistemle birleştiğinde ne kadar "verimli sonuçlar" elde edildiğine inanamıyor insan. Ölüm kamplarında olup bitenleri Polonyalılar konuşmak ise güç. Bize fantazi gibi gelen şeyler onların büyükbabalarının, büyükannelerinin başına gelmiş. Her kime sorsam (trendeki yolcu, evdeki Amerikalı) bir şekilde (sağ ya da diri) akrabaları veya yakınları, o tezgahtan geçmiş oluyordu. Konu açıldığında yüzleri ekşiyor. Belli ki o dönemleri unutmak istiyorlar. Bir süre sonra sormamaya başladım.


Krakow sonrası, son durağım olan Wroclaw'a geçtim. Wroclaw, Odra ırmağının adacıklarını bir arada tutmak için köprülerle örülmüş. Tek sorun köprülerin alakasız dizaynlarda ve renklerde olması. Bazıları, yamalı bohça gibi duruyor. Yine bir öğrenci kenti olan Wroclaw, gece hayatıyla sık sık coşan bir yer.

Türkiye ile Polonya arasında şaşırtıcı benzerlikler de buldum. Oldukça milliyetçiler bir kere. Örneğin Amerikalı bir kız vesilesiyle, siyahilerin fazlasıyla ilgi çektiklerine şahit oldum. Çoluk çocuk, büyük küçük demeden dönüp bakmayan yok gibi. Çoğu hayatında ilk kez bir Afrikalı görmüş gibi geldi bana. Yine yer gök (kırmızı beyaz!) Polonya bayrağı. Tarihte yapılan savaşlarda alınan nâdir zaferlerin canlandırılması (panorama, maket vs.) ise sıkça görülen bir etkinlik. En büyük halk şairleri (İstanbul'da ölen) Adam Mickiewicz, en sevilen, saygı gören edebiyatçılardan (dedesi öz Polonyalı olan Nazım Hikmet ise Moskova'da ölür- bu ilginç simetri de gözlerden kaçmıyor).

Üstelik çok Katolikler (ya da öyle geçiniyorlar- genç nüfusun takmadığını biliyorum). Jean Paul II ile birlikte komünizme direnen (şu an ismini hatırlamadığım) üst düzey bir Varşova rahibi ulusal kahramanlardan. Kilisenin tomar tomar parası, üstelik para kuvvetiyle ölçülemeyecek bir nüfuzu var.Yer gök (bizdeki cami misali) Gotik kilise kaynıyor. Sokakta siyahlar içinde rahip/rahibe görmek çok olağan. Kürtajın anayasayla yasaklanması uzun süredir gündemde. Kürtaj konusu, geçen aylarda Katyn faciasını anmak üzere çıktığı yolculukta uçağın düşmesiyle ölen Lech Kaczynski'nin eşi Maria Kaczynska ile şu anki başbakan Lech'in ikiz kardeşi Jaroslaw Kaczynski arasında büyük bir skandala da yol açmış. Jaroslaw, kürtajın anayasaya girmesine karşı çıkan yengesini alenen bir nevi gerizekalı olmakla, okuduğunu anlamamakla suçlamış. Bırakın bir sol partiyi desteklemek, sol partiler hakkında konuşmak bile (sanırım yasalarla sol parti kurmak bile yasak üstelik), acılı komünist yıllardan sonra mümkün değil (Ruslar, Almanlar ile birlikte "En Sevilmeyenler" listesinde en üst sıralarda).

Başıma ilginç olaylar da geldi. Varşova'da bisikletten feci düşmem bir yana, trende tanıştığım gizemli bilim adamı beni hepten kopardı. Genetikçi olduğunu çıkarsadığımız bu adam, ilk başlarda (ayakkabılarını da çıkardığından olsa gerek) trende uyuyan köylü izlenimi veriyordu. Hatta adam nasıl olsa anlamıyor diye kompartımanda tanıştığım Polonyalı kız ile gayet rahat konuşuyordum. Adama el birliğiyle bir iki sallamış dahi olabiliriz. Sonra sonra adam benimle bir şekilde muhabbete girdi ve film ufaktan kopmaya meyletti. Zira adam GDO'lu gıdalarla uğraşan bir genetikçi olarak Türkiye'nin dağlarındaki etten, sütten, ne kadar sağlıklı beslendiğimizden ama farkında olmadığımızdan falan dem vurmaya başladı. Derken insanlar üzerinde GDO'lar ile yapılan ölümcül deneylerden (üretilen bir ekmek mide asidi ile birleştiğinde zehir yaratıyormuş) ve nihayet(!) yiyecekler üzerinden insanlara takılması düşünülen RFID projesinden bahsetti! Bir yandan da adını sakınıyor, bunların çok gizli bilgiler olduğunu söyleyip detay vermekten kaçınıyordu. Adam sıkıyor diyeceğim, ama öyle değil. Belki de taksicidir. Biz yine de yediklerimize dikkat edelim. Fast-food'a hayır.

Velhasıl kelam, oldukça iyi ve eğlenceli bir geziydi.