5 Ocak 2009 Pazartesi

merkwürdigliebe

Ortadoğu'da asimetrik savaş yeniden başladı. Bendeniz dün gece Barcelona-Mallorca maçını ilgiyle izlerken, NTV "son dakika" altyazısıyla İsrail'in Gazze'ye karadan girdiğini duyurdu. Devre arasında özel yayına başlandı. Canlı yayında gaz istasyonunun patladığını gördük. Tıpkı geçen haftaki yazımda söylediğim gibi, kanlı canlı savaş izlemeyi pek seviyoruz. Orada yaşayan insanlar bağlandı; yaşadıklarını (yaşamakta olduklarını daha doğrusu) anlattılar vs. Bilinen istatistikleri tekrar etmek manasız. İnsanlar ölüyor ve savaş hiçbir şeyi çözmüyor. Çözüldü sanılan problemleri evriltiyor yalnızca. Şiddet şiddeti doğuruyor. Hamas gider, beş yıl sonra başkası gelir. Burada kazanan kimdir? "Sosyal insan"ın ilişkilerini düzenlemesi için kurulan devletin vatandaşları mı, iktidar hırsıyla yanıp tutuşan büyük egolar mı? Özür dilemeyi kendine küfür sayanlar, barış masasına nasıl oturabilir? 

Savaşın saçmalığını bana en iyi "dr. strangelove" anlatmıştı. Öyle bazı filmler vardır zihnimde bir takım düşüncelerin, kavramların özeti gibidir. Bir şey anlatmak istediğimde bu filmlere referans veririm. Mesela iletişimsizlik için "Sürgün" veya "Lost in Translation" bire birdir. "Dr. Strangelove" da savaşın, yönetenler cephesinden nasıl göründüğünü  görebilmemiz için hayali, mübalağlı bir uç pencere sunar.

Lakin, bu küçük pencere çok kıymetlidir. Film boyunca, bazen gerçek hayatta gözetleme dürtülerimize kapılıp anahtar delikleri önünde tereddütsüz eğilmemiz gibi, dünyayı yöneten kadroların mahrem mekanlarını dikizler dururuz. Filmin en genel mekanı, "war room" denilen savaş stratejilerinin tartışıldığı odadır. Bu odada Amerikan başkanının, danışmanlarının ve generallerinin absürd muhabbetlerine tanık oluruz. Soğuk Savaş gibi gerilimli bir ortamda Rus Büyükelçisi de odaya dahil olup muhabbete katılınca, işler git gide saçma sapan ve bu yüzden de çok komik bir hal alır. Film salt bir Amerikan karşıtlığından öte, doğasındaki anlamsızlık ve hatta aptallık dolayısıyla samimi bir savaş karşıtlığı sergiler.

Her ne kadar yöneten kadroların mekanı olmasa da, "gaz" savaş/zafer müziği eşliğinde Rusya ile nükleer savaşı başlatmak üzere yola çıkan Amerikan uçağının uzun ve detaylı iç çekimleri "peace is our profession" diyen Amerikalı askerlerin dünyanın sonunu getirecek olsa dahi, bu işe bile soğuk bir görev bilinciyle yaklaştıklarını gösterir. 

Deli bir muhafazakar (Cumhuriyetçi) general, seks hayatından yola çıkarak komünizm paranoyasını abartıp, kendi iktidarsızlığını Rusların zehirlediği suya bağlar ve komutanı olduğu savaş uçaklarını Rusya'ya nükleer bomba atmaları için havalandırır. Ama Rusya'nın da elinde kapatılması mümkün olmayan "kıyamet silahı"(doom's day machine; böyle bir silahın nasıl birşey olabileceğini hep hayal etmişimdir) vardır. Bu esnada "war room"a davet edilen Rus büyükelçi, 20 dakika sonra tüm dünya yokolacak olmasına karşın, görevini ve "yoldaş"lığını bir an bile aksatmayıp odanın gizlice fotoğraflarını çekerek casusluk yapmaktadır. Bundan daha saçma birşey olabilir mi?! Var. Amerikan başkanı Merkin Muffley, casusu yakalayan generale şöyle der: "This is war room, there is no fighting here." Tuhaflıklar komedisi. 

"Dr. strangelove" karakteri ise, filmde çok az gözükmesine karşın temsil ettiği şey itibariyle mühimdir. Faşist Alman profesörümüz savaşa aşkla bağlıdır. Almanya'dan göçtükten sonra "merkwürdigliebe" olan ismini, "strangelove" yaptığını anlıyoruz. Filmin orjinal ismi: "Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb." Doktorun, tüm bu olanlardan haz duyar gibi bir hali var filmde. Sürekli pişmiş kelle gibi sırıtıyor. Hatta, dünya yokolduktan sonra nasıl yaşanabileceğini de sanki iyi bir şeymiş gibi ballandıra ballandıra anlatıyor. Irkın saflaşmasına yaptığı göndermelerle ve sık sık tik yapan eliyle Hitler sempatizanı olduğunu saklayamıyor. Genel olarak savaşın eleştirisini bir kenara koyarsak, filmdeki tüm generallerin ve doktorun muhafazakar ve ikiyüzlü oluşunun (mesela Gen. Buck Turgidson'ın bir taraftan metresini evlilik vaatleriyle oyalarken, diğer taraftan ona yatmadan önce dua etmesini öğütlemesi gibi) yakın zamanda sık sık ekranlarda gördüğümüz Cumhuriyetçi aday Senatör McCain'in ve gayrimeşru torun sahibi Sarah Palin'in temsil ettiği "ulusalcı", savaş fetişisti Amerikan sağ kanadına ağır bir eleştiri olduğunu söyleyebilirim (bu da filmin 1964 yılında anlattığı şeylerin halen geçerli olduğunu kanıtlar). 

Filmin oyunculuk namında parıldayan tek yıldızı, 3 rolü birden üstlenen (hangileri olduğunu söylemeyeceğim; çünkü gerçekten o kadar iyi oynanmış ki adamı tek rol oynamış zannediyorsunuz, diğer karakterlerden çıkaramıyorsunuz) "Pembe Panter" Peter Sellers değil. Diğer yan rollerde karşımıza çıkan " Gen. Turgidson" George C. Scott, "Gen. Jack Ripper" Sterling Hayden (uzun uzun konuştuğu alttan çekim bir sahne vardır ki filmin en güzel sahnesidir), hatta ve hatta bombacı uçağın pilotu "King Kong" Slim Pickens (Texas aksanıyla konuşuyor; Texas da yine savaş meraklısı Cumhuriyetçileri temsil eder, bkz: George W. Bush) bile Stanley Kubrick tarafından rollerine özenle seçilmiş. Onlar da şahane oynamışlardır. 

Peter George'un "Red Alert" romanından uyarlanan filmin senaryosunu da yönetmen Stanley Kubrick yazmış. Bütünlüğü hiç bozulmayan, ince ince giydirmelerle süslü muhteşem bir film. Bence Stanley Kubrick'in en iyi filmi. Savaşın eksik olmadığı şu günlerde izlenirse, birey üzerindeki etkisi çoğalabilir. 

Hiç yorum yok: