9 Ocak 2009 Cuma

iade-i itibar ve bir kolaj

Sabahattin Ali'yi genç yaşta öldürdük, yazacağı romanlardan mahrum kaldık. Nazım Hikmet'i vatan haini saydık, tecrit ettik, şiirlerini yasakladık. Che Guevara'nın hayran olduğu, (sanırım) Paris metrosu duvarlarında şiirleri yazılı duran (resmini görmüştüm, aradım ama bulamadım) "Türkçe'nin en büyük şairi"ni yok saydık. Ne işe yaradı?

Birisi şöyle dedi televizyonda: "Nazım Hikmet'in itibarı iade edilemez, çünkü zaten itibarı hep yerindeydi. Asıl Türkiye Cumhuriyeti'nin itibarı iade edilmiştir."

Bir Türk de komünist oluversin canım, ne çıkar bundan?

VATAN HAİNİ 
  
"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. 
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet. 
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." 
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla, 
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un 
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali 
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. 
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet 
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." 

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt 
  hainiyim, ben vatan hainiyim. 
Vatan çiftliklerinizse, 
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, 
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, 
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, 
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, 
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, 
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, 
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, 
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, 
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, 
  ben vatan hainiyim. 
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla : 
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

SENİ DÜŞÜNMEK

Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey,
Dünyanın en güzel sesinden
En güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey...
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
Ben artık şarkı dinlemek değil,
Şarkı söylemek istiyorum.

HASRET -02

Denize dönmek istiyorum! 
Mavi aynasında suların: 
boy verip görünmek istiyorum! 
Denize dönmek istiyorum! 

Gemiler gider aydın ufuklara gemiler gider! 
Gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder. 
Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter. 
Ve madem ki bir gün ölüm mukadder; 
Ben sularda batan bir ışık gibi 
sularda sönmek istiyorum! 
Denize dönmek istiyorum! 
Denize dönmek istiyorum!

CEVİZ AĞACI

Başım köpük köpük bulut, 
içim dışım deniz, 
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında, 
budak budak, serham serham ihtiyar bir ceviz. 
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında. 

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında, 
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl. 
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril. 
Koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil 
Yapraklarım ellerimdir tam yüz bin elim var, 
Yüz bin elle dokunurum sana, Istanbul'a. 
Yapraklarım gözlerimdir.Şaşarak bakarım. 
Yüz bin gözle seyrederim seni, Istanbul'u. 
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım. 

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında, 

Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında

MAVİ GÖZLÜ DEV, MİNNACIK KADIN VE HANIMELLERİ

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
bahçesinde ebruliii
hanımeli
açan bir ev.
Bir dev gibi seviyordu dev.
Ve elleri öyle büyük işler için
hazırlanmıştı ki devin,
yapamazdı yapısını,
çalamazdı kapısını
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan evin.

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan eve.

Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,
dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:
bahçesinde ebruliiiii
hanımeli
açan ev..

YAŞAMAYA DAİR 


Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
  bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
  yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
  beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
  insanlar için ölebileceksin, 
  hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
  hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
  hem de en güzel en gerçek şeyin 
  yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
  hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
  ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
  yaşamak yanı ağır bastığından. 
  1947 

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
yani, beyaz masadan, 
  bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz 
  en son ajans haberlerini. 
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için, 
  diyelim ki, cephedeyiz. 
Daha orda ilk hücumda, daha o gün 
  yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
  fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz 
  belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 
Diyelim ki hapisteyiz, 
yaşımız da elliye yakın, 
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, 
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla 
  yani, duvarın ardındaki dışarıyla. 
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım 
  hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... 
  1948 

Bu dünya soğuyacak, 
yıldızların arasında bir yıldız, 
  hem de en ufacıklarından, 
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
  yani bu koskocaman dünyamız. 
Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını 
yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak 
  zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. 
Şimdiden çekilecek acısı bunun, 
duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya 
"Yaşadım" diyebilmen için... 

JAPON BALIKÇISI 

  Denizde bir bulutun öldürdüğü 
  Japon balıkçısı genç bir adamdı. 
  Dostlarından dinledim bu türküyü 
  Pasifik'te sapsarı bir akşamdı. 


Balık tuttuk yiyen ölür. 
Elimize değen ölür. 
Bu gemi bir kara tabut, 
lumbarından giren ölür. 

Balık tuttuk yiyen ölür, 
birden değil, ağır ağır, 
etleri çürür, dağılır. 
Balık tuttuk yiyen ölür. 

Elimize değen ölür. 
Tuzla, güneşle yıkanan 
bu vefalı, bu çalışkan 
elimize değen ölür. 
Birden değil, ağır ağır, 
etleri çürür, dağılır. 
Elimize değen ölür... 

Badem gözlüm, beni unut. 
Bu gemi bir kara tabut, 
lumbarından giren ölür. 
Üstümüzden geçti bulut. 

Badem gözlüm beni unut. 
Boynuma sarılma, gülüm, 
benden sana geçer ölüm. 
Badem gözlüm beni unut. 

Bu gemi bir kara tabut. 
Badem gözlüm beni unut. 
Çürük yumurtadan çürük, 
benden yapacağın çocuk. 
Bu gemi bir kara tabut. 
Bu deniz bir ölü deniz. 
İnsanlar ey, nerdesiniz? 
  Nerdesiniz?

KIZ ÇOCUĞU 

Kapıları çalan benim 
kapıları birer birer. 
Gözünüze görünemem 
göze görünmez ölüler. 

Hiroşima'da öleli 
oluyor bir on yıl kadar. 
Yedi yaşında bir kızım, 
büyümez ölü çocuklar. 

Saçlarım tutuştu önce, 
gözlerim yandı kavruldu. 
Bir avuç kül oluverdim, 
külüm havaya savruldu. 

Benim sizden kendim için 
hiçbir şey istediğim yok. 
Şeker bile yiyemez ki 
kâat gibi yanan çocuk. 

Çalıyorum kapınızı, 
teyze, amca, bir imza ver. 
Çocuklar öldürülmesin 
şeker de yiyebilsinler.

DAVET
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
  bu memleket, bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
  bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
  bu dâvet bizim....

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
  bu hasret bizim...

SALKIMSÖĞÜT 
  
Akıyordu su 
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını. 
Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını! 
Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere 
koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere! 
Birden 
bire kuş gibi 
  vurulmuş gibi 
  kanadından 
yaralı bir atlı yuvarlandı atından! 
Bağırmadı, 
gidenleri geri çağırmadı, 
baktı yalnız dolu gözlerle 
  uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına! 

Ah ne yazık! 
  Ne yazık ki ona 
dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak, 
beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak! 
  

Nal sesleri sönüyor perde perde, 
atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde! 
  

Atlılar atlılar kızıl atlılar, 
atları rüzgâr kanatlılar! 
Atları rüzgâr kanat... 
Atları rüzgâr... 
Atları... 
At... 

Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat! 

Akar suyun sesi dindi. 
Gölgeler gölgelendi 
  renkler silindi. 
Siyah örtüler indi 
  mavi gözlerine, 
sarktı salkımsöğütler 
  sarı saçlarının 
  üzerine! 

Ağlama salkımsöğüt, 
  ağlama, 
Kara suyun aynasında el bağlama! 
  el bağlama! 
  ağlama!

KARLI KAYIN ORMANINDA 
  
Karlı kayın ormanında 
yürüyorum geceleyin. 
Efkârlıyım, efkârlıyım, 
elini ver, nerde elin? 

Ayışığı renginde kar, 
keçe çizmelerim ağır. 
İçimde çalınan ıslık 
beni nereye çağırır? 

Memleket mi, yıldızlar mı, 
gençliğim mi daha uzak? 
Kayınların arasında 
bir pencere, sarı, sıcak. 

Ben ordan geçerken biri : 
"Amca, dese, gir içeri." 
Girip yerden selâmlasam 
hane içindekileri. 

Eski takvim hesabıyle 
bu sabah başladı bahar. 
Geri geldi Memed'ime 
yolladığım oyuncaklar. 

Kurulmamış zembereği 
küskün duruyor kamyonet, 
yüzdüremedi leğende 
beyaz kotrasını Memet. 

Kar tertemiz, kar kabarık, 
yürüyorum yumuşacık. 
Dün gece on bir buçukta 
ölmüş Berut, tanışırdık. 

Bende boz bir halısı var 
bir de kitabı, imzalı. 
Elden ele geçer kitap, 
daha yüz yıl yaşar halı. 

Yedi tepeli şehrimde 
bıraktım gonca gülümü. 
Ne ölümden korkmak ayıp, 
ne de düşünmek ölümü. 

En acayip gücümüzdür, 
kahramanlıktır yaşamak : 
Öleceğimizi bilip 
öleceğimizi mutlak. 

Memleket mi, daha uzak, 
gençliğim mi, yıldızlar mı? 
Bayramoğlu, Bayramoğlu, 
ölümden öte köy var mı? 

Geceleyin, karlı kayın 
ormanında yürüyorum. 
Karanlıkta etrafımı 
gündüz gibi görüyorum. 

Şimdi şurdan saptım mıydı, 
şose, tirenyolu, ova. 
Yirmi beş kilometreden 
pırıl pırıldır Moskova...

Ve tabi ki favorim...

DON KİŞOT 

Ölümsüz gençliğin şövalyesi, 
  ellisinde uydu yüreğinde çarpan aklına,
bir Temmuz sabahı fethine çıktı 
  güzelin, doğrunun ve haklının :
önünde mağrur, aptal devleriyle dünya, 
  altında mahzun, fakat kahraman Rosinant'ı.

Bilirim,
hele bir düşmeyegör hasretin hâlisine,
hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek,
yolu yok, Don Kişot'um benim, yolu yok,
yeldeğirmenleriyle dövüşülecek.

Haklısın, elbette senin Dülsinya'ndır en güzel kadını yeryüzünün,
sen, elbette bezirgânların suratına haykıracaksın bunu,
alaşağı edecekler seni
bir temiz pataklayacaklar.
Fakat sen, yenilmez şövalyesi susuzluğumuzun,
sen, bir alev gibi yanmakta devam edeceksin
  ağır, demir kabuğunun içinde
ve Dülsinya bir kat daha güzelleşecek...

Hiç yorum yok: