12 Ocak 2009 Pazartesi

haftanın güzeli (X)

Geçen hafta, "haftanın güzeli"ni es geçmiştim. Son zamanlarda performansım düştüğünden olsa gerek, haftada bir iki olağan yazı üstüne haftanın güzelini yayınlamak biraz tuhaf kaçıyordu. Gündem içi dişe dokunur yazılar seçmek dışında fazla bir katkımın olmadığı bu köşenin sık sık tekrar etmesi, benim de çok istediğim bir şey değil. Özellikle de o hafta az sayıda yazı yazdıysam. İşin kolayına kaçmak gibi oluyor. Diğer taraftan, illa ki yazı yazacağım diye zorlamak, kendini sıkmak da benim tarzım değil. Yazı kendiliğinden gelir. Önce düşünceler oluşur, sonra bağlantılar, sonra yapı... Ancak bütün bunlar kendiliğinden olursa, eli ayağı düzgün bir fikri anlatan eli ayağı düzgün bir deneme ortaya çıkarılabilir. 

Yeni Ergenekon dalgası, (maalesef) İsrail cinayetlerinin yerini aldı. Gökhan Özgün'ün 10 Ocak tarihli "Gün gelince" başlıklı, Ergenekon ve farklı çevrelerden yansımalarına ilişkin yazısı...

Gazetelere bakıyorum, televizyonu açıyorum. Aklım şaşıyor. Vücudumdan sanki kanım çekiliyor. Büyük bir tükenmişlik, beyhudelik kaplıyor ruhumu. Tükenmeyenler beni affetsin. Ya da ruh halimi, şu an şiddetle ağrıyan sırtıma ve başıma versinler. 

Ağustos ayında “Paşalar her zaman güzel konuşmalar yapıyorlar da..., Ama sanki sözle etkili olma aşaması geride kaldı gibi geliyor bana” diyebilen Deniz Baykal, yine İran çığlıkları atıyor. İlhan Selçuk, her zamanki pişkinliğiyle orduyu gıdıklamaya, gıcıklamaya devam ediyor. Ertuğrul Özkök, köşesinde özel bir uyarı, yani ‘muhtıra’ kutusu açarak ‘demokrat darbe’ tehdidi yapıyor. Nasıl mı? Mafya ağzıyla, anlayana... Mafya da öyle konuşur. Açık açık tehdit etmez. Aynen şöyle der. Dikkat et koçum, fazla uzağa gitme, bakarsın akrep sokar, yılan sokar, belli olmaz. 

Niye bütün bunlar? Ergenekon soruşturması ilerliyor diye. Ankara’nın orta yerinde gömülü silahlar bulunuyor diye... Sepet sepet el bombaları emniyete taşınıyor diye... Cinayetler birbirine bağlanıyor diye. 

Yalnızca bunun için mi? Hayır, aslında Türkiye’nin ‘itibar ekonomisi’, ‘itibar sosyolojisi’, ‘itibar psikolojisi’, ‘itibar otoritesi’ kökünden sarsılıyor diye. ‘Koskoca’ bilim adamı, ‘koskoca’ yargıcın önüne kırmızı halı serilmiyor, İbrahim Şahin’le aynı polis otosuna bindiriliyor diye. 

Ergenekon’a karşı ‘demokratik hassasiyet’ ‘iç çamaşır çekmecelerinde nasıl olur da arama yaparsınıza kadar varıyor. Tecavüzde niye cop kullanalım arslan gibi askerlerimiz var, diyenler ise ‘anayasanın koruması’ altında. Yeni anayasa umudu ise nedense bir türlü araştırılmayan bir ‘baskı’ altında. 

Yalçın Küçük gibi bir ‘meczup’ da tutuklandığı için bu soruşturmaya şüpheyle bakanlar beliriveriyor. Peki, bu ‘meczubu’ ‘ciddi’ siyaset programlarından eksik etmeyenler kimdi, sirk mi işletiyorlardı? Yalçın Küçük’ü tımarhanelik bulanlar, ciddiye almayanlar, Veli Küçük’ün psikolojisinin yerli yerinde mi olduğunu düşünüyor? 

CHP her şeyi Amerikan oyunu olarak görüyor. Tıpkı TKP gibi. Bir kısım malum ‘ırgalanmaz solcu’ da Ergenekon bizim için farketmez, diyor. 

Kimileri de ‘mükemmeliyetçi’, ‘beceriksiztan’ın doğuştan beceriklileri onlar, savcının yerinde onlar olsa her şey çözülecek. Bu kadar basit. 
Beş duyunuzun beşi de mi köreldi? Ergenekon davası değiştireceği kadarının yüzde 80’ini değiştirdi bile. Bir terör odağının mecrası yok oluyor. Bir linç dili tehdit kelimelerini teker teker kaybediyor. 

Ergenekon davası sürmüyor olsaydı, Ermenilerden özür kampanyası nasıl esaslı bir linç girişimi haline geliverirdi, hafızasından korkmayan, hatırlar. Tabii ki ‘koskoca’ savcılarımızın, ‘koskoca’ bilim adamlarımızın, sürekli ‘numarası’ değişen kanunların ve ‘sivil’ toplum örgütlerinin desteğiyle gerçekleşirdi bu linç. 

Türkiye’de demokratları sekter olmakla, sekter bir dil kullanmakla suçlayanlar var. Türkiye’deki hayâsız yarılmayı çoğu radikal bile olmayan bir avuç demokrat yaratmadı. Türkiye büyük bir histeriyle kendini ortadan ikiye yardı. Sayıklamaya başladı. Demokratlar bu hakiki yarılmayı görmezlikten gelemeyenlerdir. 

Burada çok önemli bir nokta var. Bu yarılmanın geçici olduğunu düşünenler yanılıyor. Bu yarılma çok ama çok uzun süre baki kalacak. Türkiye’de siyaset çok çok uzun bir süre bu yarığın üzerinden akacak. Sağ ve sol kavramları 1789 kurucu meclisinde, yani çok özel ve tarihî bir anda alınan tarihî bir siyasi pozisyondan ibarettir. Bu pozisyon farkı yüzyıllarca nasıl devam ettiyse, Türkiye’deki bu yarılma da çok uzun süre devam edecek. Sağ ve sol kavramları Türkiye’de dünyadakinden daha da derin bir darbe yiyerek iyice müphemleşecek. Türkiye’nin yeni bir siyaset dili bulması gerekecek. 

Bu yeni dil, gerçeğin değil, hakikatin dili olmalı. Gerçeğin ne olduğunun daima danışılması gereken ‘uzmanları’, ‘bilirkişileri’ vardır. Hakikat ise beş duyumuzdan ne yapsa da bir türlü kaçamayandır. Misal mi istiyorsunuz? Ermeni meselesi ‘gerçeğini’ tarihçilere bırakabilirsiniz, ama Ermeni milletinin çektiği acıların ‘hakikiliğini’ tıp doktorlarına ölçtüremezsiniz. Çünkü bu acının tek bir ‘hakiki’ ölçüsü vardır, o da, yüzyıldır verdikleri ısrarlı siyasi mücadeledir. 

Bence Taraf gazetesinin nevi şahsına münhasır isminin arkasında böyle yeni bir muhalif dil arayışı var. Üstü artık örtülemeyecek bu yarılmanın kaçınılmaz kabulü var. Demokrasinin bu topraklarda maalesef yalnızca bir tarafa, bir köşeye sıkıştığı, sıkıştırıldığı ‘hakikati’ var. İyi niyetler, kibarlıklar, dostluklar, itidal maalesef bu hakikati değiştirmiyor. Çünkü ‘gün gelince’ hep aynı yarılma hep aynı şekilde tekrarlanıyor. 

Ali Bayramoğlu dünkü yazısını çok ‘hakiki’ bir soruyla bitiriyor. 

“2009 çatışmayla açılmıştır... 2007’ye geri mi dönülecektir? Mart ayındaki yerel yönetim seçimleri, Baykal’ın tavrı, askerin tedirginliği dikkate alınacak olursa 2007 yılı tarzı bir yeni hesaplaşmaya mı gidilmektedir? Soru budur...” 

Ben bu soruya bir soru daha ilave etmek istiyorum. 2007’ye geri döndürüleceksek, İranlarla, Malezyalarla, mahalle baskılarıyla eblehleşmiş ve sıfırlanmış bir hafızayla mı geri döneceğiz? Yoksa son iki senede olanları, aslolanları, asıloğlanları unutmadan mı? 

Ali Bayramoğlu’nun sorduğu soru 2009’un sorusudur. Benim ilave ettiğim ise maalesef koskoca bir yüzyılın sorusudur. Bana yüzyıllık bir soru sordurabilme şerefini bahşeden ise zekâ ya da ‘entelektüel’lik değil, beş duyumun hâlâ bana ait ve hâlâ açık olmasıdır.

Hiç yorum yok: