27 Nisan 2009 Pazartesi

çöplük

Fenerbahçe'nin "unutulmaz" derbi sonrasında peşi sıra puanlar kaybetmeye başlaması sürpriz değil. 27. haftanın öncesinde de kötü futbolunu kötü sonuçlarla taçlandırmayı başaran Fenerbahçe'nin, son haftalara kadar havlu atmamasının esas sebebi rakiplerinin de en az kendisi kadar Anadolu diyârında puanlar bırakmasıydı. Türkiye'nin futbol alanında en büyük finansal gücünün haftalar öncesinden hedefsiz kalmasından sonra, Kadıköy'de bile puan kaybetmesini beklemek yanlış değil. Ancak, kendi evinde bu kadar kolay yenilebilecek kadar kötü olabileceğini beklemiyordum. 

Kötü giden, kötü sonuçlanan bir sezonun değerlendirmesini yapmak nispeten kolaydır. Lâkin, şahsım adına Fenerbahçe'den ümidimi yapılan yetersiz transferler (ve gönderilmeyen futbolcular) sonrası Ocak ayında kestiğimi; Türk milletinin kronik hafıza sorunundan faydalanan bazı uyanık (resmî) spor yazarları gibi çark üstüne çark etmediğimi belirtmek isterim. Peki Fenerbahçe'de neler oldu, neler değişti? Bu soruya kıssadan bir cevap vermek hiç de kolay değil. Uzun uzun açıklamak, sesli düşünerek yazı dilinde beyin fırtınası yapmak gerekiyor.

Kimilerinin sandığının aksine en büyük fark yalnızca Mehmet Aurelio değil. Fenerbahçe'nin büyük bir kimya sorunu var. Geçen hafta top oyundayken yaşanan Uğur Boral-Deivid anlaşmazlığı bunun çok basit ama etkileyici bir tezahürü idi. O pozisyonda Deivid'in "arkamdan geç" demek istediğini anlamak için futbol oynamak bile gerekmiyor. Futbolcular birbirlerini anlamıyor, anlayamıyor; futbolun ortak dili ile dâhi birbirleriyle iletişim kuramıyorlar. Hatta bana öyle geliyor ki, (bırakın sevgiyi) birbirlerine saygı bile duymuyorlar. Bu ayyûka çıkmış iletişimsizlik, Güney Amerikalı vurdum duymazlığı ve Türk kendini beğenmişliği ile birleşince ortaya futboldan çok komik görüntüler çıkıyor. Geçen yıl Avrupa'da yaşanan çok başarılı bir sezonun ardından, bu kimyasal bozukluğu yaratabilmek ise ayrı bir marifet doğrusu. 

Fenerbahçe'yi bu duruma sokanın bir ruh problemi olduğu fikrine katılmakla beraber, geçmiş yıllarda Tuncay (ve beğenilmese de Ümit Özat) ile birlikte anılan Fenerbahçelilik duygusu da esasen yanıltıcıydı. Bu isimlerin Fenerbahçe'ye olan adanmışlıkları, planlı olmaktan öte tesadüfî idi. Sayıca yetersiz olmaları bir yana, özverili bir büyü taşıyan bu oyuncuların bir araya gelip Fenerbahçe için top koşturmaları belirli bir transfer politikasının ürünü değildi. Fenerbahçelilik tutkusunun sahadaki görüntüsü, hiçbir zaman yalnızca Tuncay'a eşit olmamalı. Bir veya birkaç (ruhanî) lideri destekleyen kişilikli oyuncuların çokluğu başarının anahtarı. Örneğin Barcelona'nın altyapıdan yetiştirdiği Puyol, Xavi, Iniesta ve "en zayıf halka" Valdez gibi isimler bu türden bir işlev görüyorlar (Messi, Bojan gibi yabancı uyruklu altyapı yıldızlarından bahsetmiyorum bile). Aynı doğrultuda verilen Galatasaray örneği önemli olmakla birlikte, daha güncel olan Sivasspor başarısı da bu savı doğruluyor (lütfen artık Sivasspor'a da bir başlık açılsın: Şampiyon adayları anketlerinde 15 hafta sonra halen, "cıkkk, şampiyon yapmazlar" tadında Sivasspor'un en aşağılarda çıkması hayret edilesi ve üzerinde konuşulması gereken bir olgu). 

Her sportif başarılısızlıkta işler, dönüp dolaşıp Fenerbahçe'nin (olmayan) transfer politikasında kilitleniyor. Bu noktadan tümevarıp, işleri yönetim katında ele almak oldukça gerekli. "En doğrusunu ben bilirim" diyerek dışavurulan güç kullanmak tutkusu (ing. bkz: "control freak"), kontrolsüz olunca çok pahalıya patlıyor. Kayıp yıllar, harcanan yetenekler, ağlayan taraftarlar... Trajedi üstüne trajedi. Daum dönemindeki (ve tabî ki Daum'un yarattığı) Appiah-Aurelio-Tuncay gibi efsane bir ortasaha örgüsünden geriye, bu büyük oyuncuların yedek kulübesindeki muadilleriyle sözleşme yapmak için gösterilen anlamsız heves kalmış. Ve bu heves can sıkıyor. Çünkü forma hakikaten ucuzlamış. Anelka, van Hooijdonk ve (yine çoğu zaman yedek) Nobre'den geriye, Güiza, Kazım Kazım ve (taraftar dahil) kimseye yaranamayan Semih kalmış. Tuncay gibi komple bir oyuncunun yerini, çizgide sadece gitmeye (dikkat! Gidip gelmeye demiyorum) ve afraya tafraya meraklı Uğur Boral almış. Büyük Fenerbahçe yönetimince vazgeçilmez görüldüğünden, imza atmaması olasılığı nedeniyle Fenerbahçe aşkıyla dolu hassas yüreklerde kalp çarpıntısına yol açan, yapısı gereği her modern sistemi bozan, yılların biraz daha yıprattığı Alex de yine elimizde kalanlardan. Bu güçlü erozyona, Emre Belözoğlu (işi: Edu ile Lugano arasına girip R. Carlos'a pas atmak),  Burak Yılmaz (işi: çalım atmaya çalışıp yere düşmek), Josico (henüz bir işi yok) gibi kadroya yeni katılan artistik/fantastik isimleri de ekleyince Kadıköy'de "amansız" bir çöp dağı yükseliyor. Bu çöp dağında feci bir metan gazı patlamasını engellemek için, çöplüğün kontrollü tahliyesi gerekli. 

Bu tahliye işleminin yapılış biçimi çok önemli. Sezon başında büyük ve (İspanya gibi top oynayabilmek gibi) uçarı ümitlerle transfer edilen Luis Aragones ile yollar ayrılmalı. Bu türden kafatası avcılıklarını hiç sevmemekle birlikte, bu fikrin çok basit bir dayanağı var: Aragones'in uzun vadede çalışılamayacak bir isim olmasının âşikar olduğu. Bu durumu, emekli olmak üzereyken Fenerbahçe tarafından görevlendirildiğini beyan eden Aragones'in kendisi de itiraf etmişti. Görüldüğü gibi uzun vadeli planlama açısından bakıldığında teknik direktörün yaşı pekâlâ sorun olabiliyor. Manchester United'ı bir efsaneye dönüştüren Sir Alex Ferguson (nâm-ı diğer Fergie), Auxerre'i 44 yıl çalıştıran Guy Roux gibi isimler takımlarının başına geldiklerinde 70 yaşında değillerdi.

Guy Roux biraz uç bir örnek olmakla birlikte Türkiye standartlarında en azından 5 yıllık planların devreye girmesinin zamanı artık gelmedi mi (Sivasspor kendi planının 4. yılını yaşıyor sanırım) ? Fenerbahçe yeni teknik direktörünü seçerken adaylarını vizyonu, hedefleri açık ve belli olan bir taslak plan ile birlikte ziyaret etmelidir. Sonra da bu planın uygulanışını teknik direktörüne devredebilmelidir (yeri gelmişken bu yeni teknik direktörün, Sergen Yalçın'ın da zor alınan referansıyla Lucescu olmasını istediğimi belirtmeliyim). Her ne kadar doğamız gereği sabırsız karakterde insanlar olsak da, sürdürülebilir başarı ancak böyle mümkündür. 

Hiç yorum yok: