25 Kasım 2008 Salı

nostalgia

Bugün Şampiyonlar Ligi var. Hem de, son zamanlarda sesi kısık ötücü kuşumuz Kanarya da sesini açmak için Kadıköy'de sahneye çıkacak. UEFA jargonuyla "Matchday 5" için. Önceki Şampiyonlar Ligi vakitlerinde yaptığım gibi skor tahminleri yapmak bayağı güç (zaten onları da tutturamamıştım); çünkü gruptan çıkmayı garantileyen takımlar, as oyuncularını dinlendirme yoluna giderken, şiddetle puana ihtiyaç duyanlar her pahasına gözlerini karartıp saldıracaklardır. Gerek Fenerbahçe'nin kazanabileceğinden kuşkularım olduğundan, gerekse Şampiyonlar Ligi için pekala yarın da bir görüş yazısı yazabileceğimden, bugün futbolu es geçip şöyle 10-12 yıl geriye gideyim diyorum. 20'lerin ortasında artık bizim de bir geçmişimiz oldu, ey okuyucular. Çocukluk ve yeniyetme çağlarımız. Özellikle "awesome" bu yazıyı çok sevecektir. Uzman görüşü katkılarını bekliyorum.

Koyu lacivert ceket içine açık mavi gömlek. Ceketle aynı renk olan kravatımın üstünde okulumun arması basılı. Bir kaç yıkamadan sonra soyulan cinsinden adi bir şey. Ve gri renk pantolon. Türlü yaramazlıklar, fırlamalıklarla nam salmış pencere boyunun en arkasındaki sıramda oturuyorum. Arkadaşlarım, gönül rahatlığıyla yumuşataraktan "pic" diye tabir edebileceğim kötü şöhretli çocuklar. Hani, şu 12-13 yaşında traş olmaya başlayan çocuklardan. Herkes teneffüste. Güzel bir gün. Pencereden dışarı amaçsız bakıyorum. Ders gününün bitmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Güneş, kızıl benekli yüzüme vururken gözlerimi kısıyor. Çillerimi hiç sevmezdim. Çillerim itibariyle çoktan çirkin olduğuma hükmetmiştim. O sinir bozucu noktaları sadece, kısa bir dönem dersimize giren resim öğretmenimizin bir keresinde, "çilli çocukları çok seviyorum" demesiyle sevmiştim. Öğretmenimiz çok güzeldi. Gururum okşanmıştı doğrusu. Neredeyse her gün, evde konu bir şekilde çillerime gelir ve ben de "bunlar geçer mi anne?" diye anneme sorardım. Annem de "geçer yavrum, bende de vardı" derdi. İnanmazdım ama haklıymış. Geçti. Yok oldular.

Delik sağ cebimde fazla param yok. Olsa olsa bir tane kocaman demir 50 binlikten; kiii bilen bilir o büyüklükte bir demir para, cep delik olsa da yere düşmez. Ama jeton olmuş 250 bin. Enflasyon bizi de vuruyor. Son derse girmek üzereyken, benim çoook sonradan dadandığım ve "iyi çocuk" olarak içten içe yadırgandığım atari salonuna gitmek için, arkadaşım süper zeka Şaban (kocaman kafası ve taa o zamanlar beyaz saçları vardı) ile sağdan soldan jeton parası dileniyoruz. Ne için lazım olduğunu söylemiyoruz tabi. Yoksa kimse vermiyor. Neyse ki, 2 jeton parası çıktı. Şimdi çalsın artık şu zil! Mozart makamında.

Hızlı adımlarla, yer yer koşarak okulun aşağısındaki atari salonundan içeri dalıyoruz. İçeri girer girmez, Şaban ile birlikte gözlerimiz, Mustapha'nın yüklü olduğu konsola dikiliyor. Mustapha boş! Çantaları ve ceketleri bir hışımda çıkarıp, salonda vestiyer işlevi gören bir sandalyeye fırlatıyoruz. "Insert Coin" yazısı bize göz kırpıyor şimdi. Yanıp yanıp sönüyor, namussuz. Ben kapılmasın diye konsolu tutarken, Şaban jeton alıyor 2 tane. Trinkkk ve trinkkk. İçerdeyiz.

İlk bölüm kolay sayılır. Hele ki, oyunu yalayıp yutmuş Şaban ile birlikte oynarken. Genelde Şaban Mustapha'yı alırdı. Bana da Jack kalırdı. Çok nadir Mustapha olduğum zamanlarda, Şaban Mess olmayı severdi. Yazılı olmayan bir kural vardır: Oyunda liderlik Mustapha'yı alan kişidedir. O ne derse, o olur. Ona göre strateji geliştirilir. "Erkek adam oyunda bile karı olmaz" hesabı, kimse Hannah'yı almazdı.

Kamera, uçucu bir dinozoru takip ederken altta "EASTCOAST 2513" yazısı beliriyor. Ne idüğü belirsiz bir çatıda, oyuna başlıyoruz. Mustapha ile Jack gökten iniyor. Bir kaç saniyeliğine dokunulmaz oluyoruz. Çatıda bizi bekleyen 2 adet tekinsiz tip var: Ferris'ler. Yumrukla, bize saldırıyorlar ama hesabı rahat görüyoruz. Tepede uçan dinozora bulaşmamak gerek. Sonrasında, bir iki tane daha kötü adam hakladıktan sonra, "Go" yazısıyla bize işaret edilen kapıyı kırıp binanın içine giriyoruz. İçerdeki heykelleri kırıyoruz. Bir tanesinin içinden "enerji verici" salata çıkıyor. Çatıda azıcık hırpalandığımdan salatayı ben alıyorum. Burası, bilmeyenler için sakin gibi görünmekle beraber bubi tuzağı var. Ben geride dururken Şaban, tuzağın görünmez ipine bilerek basıyor. Üzerimize doğru tüm güçleriyle koşarak şişko Wrench, şişko Hammer ve şişko Elmer saldırıyor. Adıyla barışık bıçakçı Blade'i de hallettikten sonra camı kırıp aşağı atlıyoruz. Aşağıda ilk kural duvara dayamak. Sonra da bunu yaparken yanlışlıkla arkadaşına vurmamak. Gökten üzerimize düşen şişko ile alçak sokak serserisini duvara dayayıp, ağzını burnunu bir güzel kırıyoruz. Şişkodan şifa niyetine dumanı üstünde steak çıkıyor. O da Mustapha'nın hakkı. Az ilerdeki tipleri de dövdükten sonra, lastiklerden çıkan hamburgeri alınca Şaban bana kızıyor: "Oğlum hemen almasana, daha dövüceklerimiz var". Bu arada, ekranda zaman beliriyor. Bölüm sonundaki çam yarması patrona 59 saniye içinde varmamız gerek. Endişelenecek bir şey yok; zaten geldik.

Vice T., bir takım ipe sapa gelmez sözlerle bize misafirperverliğini gösterdikten sonra kızgın dinozorunu ve "köpek"lerini üzerimize saldırtıyor. Elindeki silahı her ateşlediğinde yeni "köpek"ler peyda oluyor. Döv babam döv, bitmiyor. O ara ben 1 can yitiriyorum. Evlat acısı gibi koyuyor. Maymunlar bomba atıyor, şişkolar koşum koşum koşturuyor. Şaban, Mustapha'nın meşhuuur uçan tekmesiyle Vice T.'yi öldürüyor. Yavaş çekimde. "Gebeerrrr, pislik".

2. bölümde Butcher var. Onu da geçince, bozuk tozlu yollarda yine ilk bölümdeki "boss"a benzeyen tipi motor üzerinde öldürmek gerek. Aynı bölümde, olur da yola düşerseniz işiniz var. Kısacık bölüm upuzun oluveriyor. Ama bitirmek asla imkansız değil. Sonraki bölümde, belalı bıçakçı (adı Slice imiş) var. Ben genelde burada ölürdüm. Kazara geçersem, sonraki bol dinozorlu, çatlak profesörlü bölümde ölürdüm hep.
Oyun bu minval üzere akıp gidiyor. Hiç tek jetonla bitiremedim. İçimde bir ukte olarak taşırım. Ama bir keresinde, tek başıma ve tek jetonla sondan bir önceki çift bıçakçının olduğu bölüme geldiğimi çok net hatırlıyorum.

En kıl olduğum tipler tüfekliler, Poacher, Skinner ve Gutter idi. Zira, bunlar en hain cinsinden kötü adamlardı. %80 ortada dayak yemeyi bekler vaziyette gezinirken, bir de bakarsınız size nişan almış, ateş bile ediyor üstelik. Ya da durup dururken en afilisinden uçan tekme atıyorlar. 2 tekme ya da 2 kurşun yediğiniz vakit 1 canınız gidiyor. O canlar çok kıymetlidir vesselam. Her biri yarım jeton kıymetindedir. O yüzden, 1 sanal canımız gittiğinde bile içimizin yağları erirdi. Tabi, bu hak kayıplarının hiç koymadığı başka çocuklar da gelir Mustapha'yı kurcalarlardı. Ama, bu tip zengin çocuklarının arasından tek jetonla oyun bitirebilen çıkmadığı gibi, Mustapha'dan bizim aldığımız hazzı alamazlardı. Neden? Çünkü "can" kıymetli değildi onlar için.

Böyle kendimizi kaybedip oynardık işte. Bizimkiler sürekli çalıştığından, ablam da okulda olduğundan (zaten o bana pek takılmazdı) eve gidince "neden geç geldin" diye soracak, hesap vereceğim kimse olmazdı. Eve gelince de çantayı bir daha fırlatıp top koşturmaya giderdik. Ödevleri de, akşama doğru bizimkilerin yanında aradan çıkarırdım. Ne güzel günlermiş! Tek derdimizin, bir an önce büyüyüp ciddiye alınmak olduğu günler. Kaygısız.

Mustapha bizden biriydi. Adını "Mustafa" koymuştuk bir kere. Sonradan öğreniyoruz ki, oyunun gerçek adı "Cadillac and Dinosaurs"muş. Bizim için Mustapha'ydı ve hep öyle kalacak.

2 yorum:

awesome dedi ki...

itiraf ediyorum, mustapha nam-ı diğer "caddillac and the dinasours" oyununun PC'de mame/emulator tarzı programlar vasıtasıyla PC'ye zıplayana kadar hiç bitirmedim. N'apıyım, ateri salonunda hep başı dolu oluyordu. Ben de hep kalan oyunlara takılyordum. Tekken olsun, Metal Slug olsun, Hagar olsun. İlginçtir, Haggar da Mustapha tarzı "ilerlemeli" ve meşhur bir oyun olmasına rağmen çok fazla tutulmazdı. Senin dediğin gibi Mustapha'yı kendimizden biri gibi görüdüğümüz için olsa gerek CatD oyunu daha fazla tutuyordu.

dr. strangelove dedi ki...

Yazıyı yazdıktan sonra düşündüm, emülatör kurup oynasam mı diye. Ya da belki "çocuk hafızamızın güzelliğine dokunmayayım" demiş de olabilirim. İşin ucunda para, anne-baba-konu-komşuya yakalanma heyecanı falan olmayınca çekici gelmez valla. Jeton sesi de yok artık. Nerde o salonun oyun oynarken Alman çocuk gibi piskopata bağlayan çocukları? Nerde tel sokucular, yakalanmadan kaçanlar? Nerde o joystick ve bilumum düğme sesleri? Hey gidi günler!

Oğlum, bizim orda varsa yoksa Hagar'dı olay. Hagar aşağı, Hagar yukarı. Ben oynamazdım ama.