30 Aralık 2008 Salı

haftanın güzeli (IX)

Ahmet İnsel'in özür dileme kampanyası sürecinde kendisine gelen tepkilerden yola çıkarak yazdığı "Irkçı hezayanın üç hali" başlıklı yazısı, geçen pazar günü (tabi ki) Radikal İki'de yayınlandı. Aynı dergicikteki Baskın Oran'ın benzer yazısı da okunmaya değer nitelikte. Daha önce de bahsetmişimdir, radikal.com.tr malum ekin yazılarını iki gün gecikmeli olarak sayfasına koyuyor. İsteyenler oradan takip edebilirler. As adamım Murat Belge'nin "mahalle baskısı anketi"ni konu eden bugünkü yazısı da görülmeye değer. İlgilenenler için taraf.com.tr'de.

Bu arada, Taraf'ın dağıttığı ilk setin kitaplarını aldım (10 adet). Aptallık etmeyin, 2. set için ne bekliyorsunuz? 

Son olarak, kardeşim rohan'a geçmiş olsun demek istiyorum. Her ne kadar iyileşeceğinden benim bir nebze dahi şüphem olmadıysa da, bu vesileyle bilmeni isterim ki sen benim (ve bizim) için çok değerlisin. Buyrun:

Özür dileme girişimi kamuya malolduktan sonra, birçok imzacı gibi ben de epey mesaj aldım. Arkadaş çevremden destekleyenler var, çeşitli nedenlerle desteklemeyenler de. Gelen mesajların çok büyük bölümü girişime karşı olanlar tarafından yollanmış. Bir kısmı böyle bir işe neden ihtiyaç duyulduğunu soruyor. Bazı lise arkadaşlarımız “hakkını helal etmeme” tehdidinde bulunuyor. Bir kısmı, Ermenilerin esas bizden özür dilemesi gerektiğini iddia ediyor. Bazıları bu talebi kanıtladığını düşündükleri belgeleri mesajlarına ilave etmiş. Bütün bunlar, çok önemli bir toplumsal olay karşısında farklı değerlendirmelerin doğal olduğu, bireylerin tarihe, bugüne ve geleceğe farklı baktıkları, çoğul toplumlarda olağan tepkiler.

Bu olumsuz tepkilerin çoğu, Türkiye’de ilk ve ortaeğitimde tarih dersleri müfredatı dikkate alındığında doğal. Bireysel olarak özür dileyenler de, bu tarih anlatısı nedeniyle bugün dahi bu konunun rahatlıkla konuşulamıyor oluşu ve çoğunlukla inkâr edilmesi nedenleriyle, bir başkası, bir millet, bir devlet, bir etnik veya dini grup adına değil, sadece kendi adlarına özür diliyor.

Ne soykırım tabirini kullanan, ne herhangi bir sorumlu gösteren ne de bir başkasından aynı şeyi yapmasını talep eden, bir bireysel vicdani rahatsızlığı ifade eden bir özür dileme sözcüğüne gelen tepkilerin arasında dikkat çekenler, ülkemizde maalesef varolan ırkçılığın en bariz örneklerini sergileyenler.

Irkçılık, modern zamanlara özgü bir ruh halidir. Topluluğu ve o topluluğu oluşturan insanları ırk süzgecinden değerlendirir. Modern öncesi toplumlarda insan grupları dinsel-etnik cemaatler içinde yer aldıkları için, kimin ne olduğu açıktır. 

Modern öncesi toplumların genelinde olduğu gibi, Osmanlı toplumunda da ırkçılık yoktu. Alevileri veya isyan etmiş göçer Türkmenleri kadın ve çocuk gözetmeden zaman zaman kılıçtan geçiren Osmanlı paşaları, bunu ırkçı bir nefret nedeniyle değil, hikmeti hükümet saikleriyle yapıyorlardı. Bizans imparatorlarının Hıristiyan heterodoksları katletmeleri gibi. 

Osmanlı’da bir yanda hakim millet vardı, diğer yanda o hakim millete sadık olanlar ve olmayanlar. Ermeniler 19. yüzyıl son çeyreğine kadar sadık millet statüsündeydiler. Ama hakim millet de, 1856 Islahat Fermanı’ndan beri Osmanlı tebaları arasında eşitlik fikrinin avdetinin yarattığı şok ve dehşet içine girmişti. Sonrasını biliyoruz.

Osmanlı geleneğinde ırkçılık olmadığına göre, Türkiye’de göreli yaygın olan ırkçılık belli bir zamanda bizim toplumumuzda gelişti. Amacım bunun neden, nasıl geliştiğini ele almak değil, bu tartışma vesilesiyle sıradan ırkçılıktan kesitler sunmak. 

Bir ırkçı için kendi ırk tasarımına aykırı gelen görüş sahibi ya haindir, ya da kirli kan sahibidir. Aksi takdirde ait olunan temiz ırka gölge düşecektir. Bu nedenle ırkçı yaklaşım için en büyük düşman, başka ırktan olanlar değildir. Kafasında tasarladığı homojen, üstün ve saf ırkın bütünlüğünü bozanlardır. Modern toplumda normal olarak bireyler ve iktisadi sınıf aidiyetleri hakim olduğu için, kimin esasta hangi ırktan olduğunun araştırılması ırkçı için en önemli meşgaledir. Geleneksel toplumdaki açık dinsel ve etnik aidiyet simgeleri günümüzde evrensel yurttaşlık kategorisi arkasında silikleşmiş, normal olarak özel alana ait olması gereken bir olgu haline gelmiştir. 

“Karışık” nesep

Bu nedenle, ırkçı yaklaşıma göre, örneğin “özür diliyoruz” imza kampanyasını imzalayanlardan biri olarak benim, muhakkak nesebimin karışık olması gerekir. Ötekini dönmelikle, soyu sopu belirsiz olmakla, gizli Ermeni/Yahudi/Müslüman olmakla suçlamak, evrensel bir ırkçılık halidir. “Al sana sayın kendinin ne olduğu belli olmayan aydın” dedikten sonra, “senden şüphe duyuyorum senin temelinde varmı ermenilik” diye sorma gereği duyuyor S.N..(Bu ve sonraki bütün alıntıların imlasını düzeltmeden aktardım. Ayrıca adı bende saklı bu kişileri elaleme rezil etmemek için, yüzlerine bant çeker gibi sadece isim ve soyadlarının ilk harfini kullandım.) Mesajın yollandığı kişi, yani ben Sünni Türk ismi taşımasam, adım Agop veya Moşe olsa iş kolay olacak. Ama iş biraz daha çetrefilli.

Bir ırkçı için, onun tasarladığı saf ırka, saf millete ait olduğu şüphesinin güçlü olduğu birisine karşı, hemen bir soy sop araştırması yapılması gerekir. Bu nedenle M.A.S., yolladığı kısa mesajda bunu sorma ihtiyacı duyuyor: “Hiç KİM olduğunuzu sorguladınız mı?” Belli ki o bunu uzun uzun sorgulamış. Ayrıca ben sorgularsam ne çıkacağından o ve duygudaşları son derece emin. 
Irkçılar soy sop yarışına girince, bunun nerede duracağı belli değildir. Irkçılar arasında bile “kim safkandır?” telaşı başlar. Kendisinin safkanlığından emin, “sade ve iddiasız türkmen Abdal’ı” Hasan Celal Güzel, bir cümle içine birbirine taban tabana zıt iki fikri sokmayı bu telaş nedeniyle beceriyor: “Bir kısım sapı silik aydın bozuntusunun soykırım iftirasıyla uğraşırken, CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman’ın, Cumhurbaşkanı’na açıkça ırkçı saldırıda bulunmasını anlamak mümkün değildir”. Bir yanda sapının silikliği konusunda emin olunan bir kısım aydın bozuntusu vardır ve bunu böyle söylemek ırkçılık değildir, ama ırkçı Canan Arıtman’ın Cumhurbaşkanı’nın da sapının silik olabileceği imasında bulunmasını “anlamak mümkün değildir”. İnanır mısınız, bir cümlede bu kadar tutarsızlığı yanyana getirebilen şahıs milli eğitim bakanlığı bile yapmıştır. Irkçılığın bu ülkeye nasıl nüfuz ettiğini anlamak için önemli bir ipucudur bu. Hakkı Devrim’in tabiriyle bir saygı ve görgü fukarası olan bir kişinin, -buna bir de zeka fukaralığını ilave etmek gerekiyor- eğitimimize yapabileceği katkı, midesi gaz yapmış imamın yaptıklarının onun arkasında saf tutan cemaatte yaratacağı etkiye benzeyecektir. O.A.’nın işte bu cemaatte yer aldığına şüphe yok: “Pezevenkler, şerefsiz dönme ve devşirmeler, orospu çocukları; Ermenistan’dan özür diliyorlarmış!!!???? Oşt köpekler! Karılarınızı da alın ve Ermenistana gidin!! Özür yetmez .... Becerttirin sülalenizi...” İmamın gazının fazla kaçtığını teslim etmeliyiz. 

Irkçılığın ikinci hali, nefret nesnesini satılmış ilan eder. İman ettiği doğruya aykırı bir görüş söyleyenin soyu sopu ile ilgili bir şüphe dile getirmediği zaman, bu kişinin ancak bir menfaat karşılığı hainlik yapacağına inanır.M.T. bundan çok emindir: “Siz aydın geçinen karanlık ve terbiyesiz bir insansınız. Ermenilerle olan ilişkilerini kamuoyuna açıkla.” 

Yolladığı mesajda isminin yanına Prof. Dr. diye ilave etmeyi ihmal etmeyen İ.A, “Özür dileyen aydınlar hangi kuruluştan kaç para aldılar?” başlığı atmış. Bu mesaja, Y. D. imzasını kullanan bir şahsın, bazı derneklerin AB’den aldıkları proje desteği olduğunu tahmin ettiğim miktarları farklı imzacıların ismi altında tekrarlamasından oluşan metnini “bilimsel kanıt” olarak ilave etmiş. HYD’nin dernek olarak AB’den almış olabileceği aynı meblağın (107.414 avro) birçok kez tekrarlanmasına dayanan komik bir metin olduğunu Prof. Dr. sıfatını kalkan gibi kullanan şahıs demek ki okuyunca anlayamıyor. Irkçılık işte bu ellerde üretiliyor. 

Soy sop gibi, bu konuda da kendini savunmak, ırkçıya haklılık teslim etmektir. Ama ırkçıların soy sop takıntısının bastırılmış kökenleri gibi, bu menfaat saplantılarını da sorgulayabiliriz. Başka ülkelerde ve çoğunlukla bu tür ırkçı saplantıların arkasında, bu saplantıyı taşıyanın geçmişte veya bugün nasıl bir haksız menfaat üzerine oturduğu ortaya çıkar. Ama Türkiye’de yakın tarihte kimsenin malına, parasına ve toprağına zorla el konmadığı için, böyle bir ilişki aramak nafiledir! 

Irkçılığın üçüncü hali yok etmek üzerine kuruludur. E.K.’ya sözde ve özde kavramlarını kimin öğrettiğini biliyoruz: “yazıklar olsun sözde aydınlık özde karanlık ülkesini bazı emirlere gre satan vatansız sana sen ne Türk olabilirsin nede kurtuluş savaşında şehit olan atalarımız torunu ama biz daha ölmedik ermeni yalakası.” 

D. E. için ise iş daha karışıktır. Çünkü bu satılmışlar fırıldak gibi dönmektedir: “Gun gelir ermeni olursunuz, gun gelir Turk bayrakli vatandasi linc etmeye kalkarsiniz. Gun gelir ozgurluk demokrasi diye terorist propagandasi yaparsiniz, gun gelir vatani karalayip Nobel alirsiniz. Ama oyle bir gun gelirki, hesabiniz gorulur vede sualiniz sorulur bundan hic supheniz olmasın SATILMIS KAHPELER!!!”

D.E. imzasını kullanan kişinin yansıttığı zihniyetin devletin en üst katlarına kadar temsil edilmediğini, üniversitelerimizde Prof. Dr. sıfatlı bazı şahıslar tarafından paylaşılmadığını, basın dünyasında bunun karbon kopyalarının olmadığını söyleyebilir miyiz? 

Irkçılığın bu üçüncü hali zaman zaman sözden eyleme de geçer. Artık insanî duygunun bütünüyle yitirildiği, insanın hayvanî bir öldürme refleksine teslim olduğu aşamaya gelinmiştir. Bu aşamaya kim, nasıl gelir? Psikolojinin çeşitli dalları nicedir bunu anlamaya çalışıyor. Ötekinden nefret etmekle yetinmeyen, ona hayat hakkı tanımayan, ırkçılığın diğer iki halinde olduğu gibi ötekine gene de bir şeyler anlatmaya çalışmayan, sadece yok etme tehdidiyle ve belki bir adım sonra öldürme eylemiyle haz duyan bir ruh halidir bu. 

Türkiye toplumunda bu ırkçılık halleri fütursuzca sergileniyor. Ama bu toplumda adı açıkça konmamış ırkçılık hallerine karşı, Zaman gazetesinde Senai Demirci’nin 21 Aralık’ta yayımlanan “ben de özür diliyorum” başlıklı yazısında dile getirdiği hakiki insan sesi de yankılanıyor. İçimizi ısıtıyor.

28 Aralık 2008 Pazar

279/700 ve "aç" gözümüz üzerine

Gazze'deki İsrail saldırıları ikinci gününe girdi. 6 aylık barış antlaşmasının sona ermesini beklemeden taraflar kana susamışlar; aç geçen 6 ayın acısını çıkartmakta (alışmış kudurmuştan beterdir hesabı) birbirlerinden hevesliler, maaşallah.  İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, "şimdi savaş vakti" diyerek tüm dünyaya kan müjdesi vermiş. İnsan kanı. Son durumda 279 ölü, 700'den fazla yaralı var. Bunlar resmi rakamlar. Resmi olmayanları her zaman için daha gerçektir. Ancak onları hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. 

Önceki savaşlarda olduğu gibi bunu da televizyonlardan canlı izlemekteyiz. Yanlış bilmiyorsam, canlı canlı savaş yayını ilk defa 1. Körfez Savaşı'nda ortaya çıkmıştı. O vakitten bu yana (1990-2008) prime-time dizisi tadındaki bomba şölenlerini ilgiyle izliyoruz. Yakın zamanda yaşadığımız "Irak'a demokrasi götürmece" maskesi altındaki Irak işgalini hepimiz biliyoruz. Şimdi de İsrail uçaklarına karşı, Hamas füzeleri. Kanlar içinde yerde yatan siviller. Az sonra öleceğini hisseden yaralı bir Filistinli kelime-i şehadet getiriyor. Kameralar kayıtta (gazeteciliğin, savaş muhabirliğinin, savaş fotoğrafçılığının en büyük ikilemidir bu. Yardım etmek mi, işini yapmak mı?). Habertürk'ten bu trajediyi izliyorum. Görüntüler yeterince trajik değilmiş gibi, altına da keman işlemeli bir müzik vermişler. Ölen bir adamın en mahrem son anları, müzik eşliğinde bir reyting hapına dönüştürülmüş.

Şimdi bu iş neden böyle oldu? Nereden buraya geldik? Önceleri, bombalı bir saldırıyı canlı izlemek fikri bile bizi çarparken, şimdi bu türden "ilkel" ölüm görüntülerine karşı gözümüz bağışık, gözümüz aç, gözümüz doymak bilmiyor (insatiable). Şimdilerde, ölen bir adamın son saniyelerini izle(yebil)mek bile bizi şaşırtmıyor. Bam telimize dokunulması için müziğin sinsi işbirliği gerekli. Tıpkı uyuşturucu gibi, şiddetin dozu her seferinde 2 ölçek artırılmalı. Yoksa tüm o ölümler, tüm trajediler zamanla eskiyor, sıradanlaşıyor. Yeni trajediler istiyor sürüngen bünyelerimiz. Biz izleyicilerin gözlerini doyurmak için şiddetin dozu artırılırken, yaşanılan trajedilere karşı tepkisizliğimiz de aynı oranda yükseliyor.   

Bu görüntüler Türkiye'de televizyondan verilirken, "Batı" dediğimiz memleketlerde yayınlanmamış. Bir taraftan "göstermiyoruz" diye övünülen bu anların, muhtemelen aynı memleketlere mensup Reuters muhabirleri tarafından çekilip diğer ülkelerde yayınlanmak üzere satılması bile yeterince ağır ve ikiyüzlü değil mi?  

Filistinli adamın trajedisi Tool'un Vicarious şarkısını aklıma düşürdü. Bugün bol bol dinledim ve bir kez daha kendilerine hayran kaldım. Buradan saygılarımı sunuyorum. Önce klibi (videoyu izleyemiyorsanız, DNS ayarlarınızı 4.2.2.4 olarak değiştiriniz), sonra da şarkı sözlerini aşağıda yayınlıyorum. Çevirmek zahmetine ise katlanmıyorum. Anlayan anlasın, anlamayan kusuruma bakmasın.

Gözümüz doysun diye daha çok trajedi, daha çok ölüm, daha çok, daha çok, daha...     



Eye on the the TV 
'Cause tragedy thrills me 
Whatever flavor it happens to be, like... 
"Killed by the husband" 
"Drowned by the ocean" 
"Shot by his own son" 
"She used a poison 
in his tea...kissed him goodbye" 
That's my kind of story 
It's no fun 'til someone dies 

Don't look at me like 
I am a monster 
Frown out your one face 
But with the other 
Stare like a junkie 
Into the TV 
Stare like a zombie 
While the mother holds her child 
Watches them die 
Hands to the sky crying, 
"Why, oh why?" 

Cause I need to watch things die... from a distance 
Vicariously I live while the whole world dies 
you all need it too, don't lie 

Why can't we just admit it? 
Why can't we just admit it? 
We won't give pause until the blood is flowing 
Neither the brave nor bold 
Will write as the story's told 
We won't give pause until the blood is flowing 

I need to watch things die... from a good safe distance 
Vicariously I live while the whole world dies 
You all feel the same, so... 

Why can't we just admit it? 

Blood like rain come down 
Drum on grave and ground 

Part vampire 
Part warrior 
Carnivore and Voyeur 
Stare at the transmittal 
Sing to the death rattle 

La, la, la, la, la, la-la-lie (x4) 

Credulous at best 
Your desire to believe in 
Angels in the hearts of men 
Pull your head on out your hippy haze
and give a listen 
Shouldn't have to say it all again 

The universe is hostile, so impersonal 
Devour to survive... so it is, so it's always been 

We all feed on tragedy 
It's like blood to a vampire
 


Vicariously I live while the whole world dies 
Much better you than I

22 Aralık 2008 Pazartesi

haftanın güzeli (VIII)

Canan Arıtman sebebiyle, haftanın güzelini yayınlamak için bir gün geç kaldım. Ermenilerden özür dilenmesi ile ilgili tartışmalar devam ediyor. Azınlıklar üzerine yaptığı araştırmalar ile tanınan siyaset bilimci Ayhan Aktar'ın bugün Taraf gazetesinde "Sayenizde, Sayın Büyükelçim" başlığıyla yayınladığı yazı şöyle: 

Ermeni meselesi üzerine bir yazımı şöyle tamamlamıştım: “Unutmayalım, dünyada milli marşı ‘Korkma!’ sözcüğü ile başlayan tek ulus biziz. Cesaretle ‘bizi biz yapan’ korkularımızın üzerine gitmemiz ve artık büyüdüğümüz konusunda herkesten önce kendimizi ikna etmemiz gerekiyor... Bunu gerçekleştirdiğimiz zaman, bu ülkede Ermeni kırımı dahil her şeyi soğukkanlılıkla tartışacak olgunluğa ulaşılacağını düşünüyorum.” 


Vicdanlarının sesini dinleyenlerin başlattığı “özür diliyorum” kampanyası hâlâ korkularımızın esiri olduğumuzu gözler önüne serdi. İmzalanan metinde ‘soykırım’ terimi yoktu. İmzalar sadece sahiplerini bağlıyor, devlete sorumluluk yüklemiyordu. Ama sonuç değişmedi, imza sahipleri kamuoyunda ‘hıyanet-i vataniyye’ ile yargılandı. Özür metninin bulunduğu internet sitesi, imzaların toplamı 13.500 civarında iken ‘derinlerden gelen’ bir salvo ile torpillendi. 2005 yılında düzenlenen ‘Ermeni Konferansı’nda benzer tepkiler ortaya çıkmış, ona da “soykırım konferansı” denilmişti. Aynı şekilde, imza kampanyası da “bazı satılmışlar soykırımı kabul ediyorlar” çığlıkları ile boğuldu. 

Ermeni meselesi açıldığında hep olduğu gibi, emekli büyükelçiler korosu TV ekranlarına arz-ı endâm ettiler ve tartışma programları birden Etiler, Emekli Sandığı Huzurevi’nin kantini gibi oldu. Büyükelçilerimiz, elemli suratlarla bizlere ‘hizâ ve istikâmet’ gösterdiler. Ayrıca ‘karşı bildiri’ hazırlayarak, özür girişiminin ASALA tarafından öldürülen diplomatların anısına “ihanet etmek” anlamına geldiğini hatırlattılar. 

Çoğu kariyerlerinin zirvesine 1973-1986 yılları arasında ulaşmış olan diplomatlarımızın, neden dellendiklerini anlamak zor değil. Sanki, Marlon Brando’nun oynadığı Baba filminin alaturka versiyonunu seyreder gibiyiz. Ama karşımızda Sicilyalı bir aile yerine, 65-85 yaş grubunda emekli büyükelçiler var. Bizlere arkadaşlarını kaybettikleri çatışmanın aslında bir ‘kan davası’ olduğunu hatırlatıyorlar. Efendim vicdan, acıların paylaşımı, özür de neymiş? TC vatandaşları olarak, bizler onların kan davasının takipçileri ve hatta tetikçileri olmalıydık! Türk-Ermeni ilişkilerinin yumuşaması ne demek? Onların kan davasının önceliği vardı, bizim özrümüz onların kan davasının önüne geçemezdi! 

Emekli büyükelçilerin görevde oldukları yıllarda Türkiye’nin resmî tezleri biçimlenmişti. 1973’te ilk diplomatımız Los Angeles’ta vurulduğunda çıkıp şunları söylemek mümkündü: “Evet, 1915’te korkunç şeyler oldu. Anadolu Ermenilerinin bir bölümü İttihat Terakki komitesinin yönlendirdiği Teşkilatı Mahsusa çeteleri tarafından katledildiler. Bütün bu olanlardan dolayı çok üzgünüz, özür dileriz! Ama biliyorsunuz, Türkiye Cumhuriyeti 1923’de kuruldu. Osmanlı döneminde yapılanlardan bizleri sorumlu tutamazsınız! Zaten Atatürk, Ermenilerin başına gelenler için TBMM’de “fazahat” (utanç verici iş) demişti. İttihatçılar, 1919-1922 arasında Milli Mücadele’yi yönetenlere de karşıydılar. Atatürk’e karşı İzmir’de suikast tertip ettiler.” Ama, bunları söylemek için artık çok geç. Atı alan, Üsküdar’ı geçti! 

Yukarıdaki gibi insani bir yaklaşımı benimsemek yerine “Ermeniler isyan ettiler, biz de Doğu vilayetlerinde tehcir yaptık. Onlar yollarda soğuktan ve tifüsten öldüler. Katliam olmadı!” gibi tek fiskede çöken savunmalar yaptılar. Şimdi televizyona çıkan, karşı bildiri hazırlayan büyükelçilerin çoğu zamanın iktidarlarına sertlik ve uzlaşmazlık tavsiye etmişlerdir. Hiçbiri de çıkıp, “Yâhu, biz ne yapıyoruz? Hilafetini, Saltanatını, tekkesini, medresesini ve hatta alfabesini tarihe gömdüğümüz Osmanlı’nın katliamlarını neden savunuyoruz?” demediler. Veya bunu açıkça dile getirmediler. Bu nedenle tek bir diplomat bile istifa etmedi! Bush’un Irak politikasını “yanlış” bularak istifa eden Amerikalı diplomatlar kadar bile olamadılar. Maalesef, bizimkiler hem kendilerini, hem de bütün toplumu aldattılar. 

Şimdi de dönüp “bize soykırım lekesini süremezsiniz” diyorlar. Sayın Büyükelçim, eğer öyle bir şey oluyor ise sâyenizde olmuştur! 1970’lerden beri bu ülkedeki Ermeni politikasını biz değil, siz tespit ettiniz! Lobi şirketlerine milyonlarca dolar dağıttınız. Kongre’deki “soykırım” tasarılarını ABD’deki Yahudi lobisinin marifeti ile göğüslediniz. Türkiye’nin dış politikasını İsrail’e bağımlı hale getirdiniz. Peki, ne elde ettiniz? Hemen söyleyeyim: 19 ülkenin ulusal meclisi ve üç uluslararası örgüt –Avrupa Parlamentosu dahil!- Ermenilerin “soykırım”a uğradığını kabul etti. Yâni, sonuç tam bir hezimet! Sakın, “tezlerimizi pazarlayamadık” mazeretine sığınmayın, önce satmaya çalıştığınız mala bakın lütfen! 

Bu arada, Dışişleri Bakanlığı’nda görev yapan genç diplomatlara örnek olacak bir davranışla iki emekli büyükelçinin (Taraf yazarı Temel İskit, ve Ünal Ünsal) özür metnini imzaladıklarını hatırlatayım. Büyükelçi Volkan Vural imzalamadı ama televizyonda “devletin özür dilemesi ve Ermenilere pasaport vermesi” gerektiğini söyledi. Hepsine saygılarımı sunuyorum. 

Özür metnini imzalamış biri olarak, sözlerimi 1919’da İstanbul’da katliam suçu ile yargılanan Yozgat-Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in davasında şahitlik yapan, Müftü Abdullahzâde Mehmet Efendi’nin ifadesinden bir bölüm ile bitiriyorum: 

“Erkekler tutuklanıyor ve sürgüne gönderiliyordu, fakat nereye gönderilmekteydiler? Hiç kimse, bir şey bilmiyordu. Sonunda işittik ki; onları öldürüyorlardı. Erkeklerin ardından, kadınlar ve çocuklar da sürgüne gönderildi ve katledildi. Dine karşı bu ağır suçlardan dolayı fazlasıyla üzülmüştüm. Kemal Bey bu durumu fark etti ve bir gün; ‘Müftü Efendi, neden bu kadar üzgünsünüz, siz hükümetten daha mı merhametlisiniz?’ Ben de, ‘Hayır, üzgün değilim, ancak Allah’ın gazâbından korkarım’ diye cevapladım!” (Alemdar, 19 Şubat 1919). 

Boğazlıyan Müftüsü, Abdullahzâde Mehmet Efendi merhumun hâtırası önünde saygı ile eğiliyorum!

21 Aralık 2008 Pazar

Canan Arıtman ve Türkiye'de Ermeni olmak

Aydınların başlattığı özür kampanyasının yankıları (haliyle) devam ediyor. Bu "aykırı" girişimin lanetleneceğini, uçlara itileceğini tahmin etmiştim. Dışişleri önce girişime negatif anlamda tepki göstermedi. Pozitif bir şey de söylemedi, tabi ki. Başbakan kampanyayı desteklemedi ve sert bir dille eleştirdi. Genelkurmay durumdan vazife çıkarıp, girişimi kınadı. Eski büyükelçiler, 70'lerdeki ASALA cinayetlerini dayanak göstererek karşı kampanya başlattı. Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı olduğundan beri takındığı tarafsız tutuma sadık kalarak ifade özgürlüğünü savundu ve devlet şapkası taşıyanlar arasında farklı bir yerde durmayı tercih etti. Bunlar olurken, CHP'nin de resmi söyleme yakın bir tavır alacağını öngörmek zor değildi. Lakin, bir kadının çıkıp, diş gıcırdatarak işi aile şeceresi çıkarmaya götürmesi herkese fazla geldi (CHP kınama cezası vermiş, ama TV'ye izinsiz çıktığından ötürü, saçmalamasından ötürü değil). 

"Abdullah Gül'ün annesinin kökeni araştırılsın." Bu sözler, kendini "modern" ilan eden, asla başörtüsü takmamakla gurur duyan bir kadına ait. Üstelik de milletvekili. Canan Arıtman'ın modern olduğuna katılıyorum. Hatırlayalım, Hitler de modern bir figürdü. 2. Dünya Savaşı'yla birlikte modernizm çöküp, yerini post-modernizme bırakmıştı üstelik. "Böyle modernizm olmaz olsun" dedi dünya, taaa 60 yıl önce. Bizdeki modernizm ise sürüyor. İlgiyle izliyoruz. 

Her ne kadar bu "Cumhuriyet kadını"mız çok haketse de, artık kimseye "faşist" diyerek bir yere varılamıyor. Zira, o sözcük çok sıradanlaştı. O kadar çok olur olmaz kullanıldı ki, ağırlığını yitirdi. Artık, kimse üstüne alınmıyor. Durumu anlatmak için, Ermeni bir serbest meslek sahibinin söylediği "Nasyonal Sosyalist" tanımlamasını kullanmak bana daha cazip geldi. Şöyle devam ediyor Garo Taylan, "...nasyonel sosyalizm yapıyorlar, bu da onun bir tezahürü diye düşünüyorum. Açık şekilde ırkçılık. Şaşırmadım ama iğrendim." Gazetede adının yer almasını uygun bulmayan (neden acaba? Kendisine dava açmak üzere hazır ve nazır bekleyen çalışkan savcılar iyi bir sebep olabilir mi?) Ermeni doktor eklemiş: "...Türk veya Kürt olduğunu söyleyen birçok ailede Ermeni var ve hepsi kadındır, çok normal. Bu yüzden sözlerle Ermenileri aşağılarken, aslında bir şekilde kendi şiddetle reddettikleri şeyleri de onaylamış oluyor(lar). Irkçıların söyleyeceği budur. Geçmişi reddeder, sadece kendi toplumunun iyi işler yaptığını düşünür. Nazi toplumunda Yahudilerin aranması gibi, Ermenileri toplum da böyle araştırıyorsa zaten korkunç bir şey. Böyle bir sorgulamanın Nazilerden ne farkı var?"

Radikal'in Canan Arıtman meselesini Ermenilere sorması beni sevindirdi. Çok yerinde bir tespit. "Kökeni araştırılsın" diyerek bir insanın Ermeni kökenli olmakla suçlanması, düşünebiliyor musunuz o ırka mensup kişilerin nasıl da canını sıkmıştır. Üstelik de bu ırkçı suçlamanın (Ermeni olmak bir suçlama ülkemizde) bir milletvekili tarafından (hem de modern Cumhuriyet hamfendisi kendisi; ama işte başın açık ya da kapalı olması Şile bezi ile olmuyor) yapılması, toplumumuzun en üst seviyesinden (mi acaba?) kabul görmesi kimseye inanılmaz gelmiyor. Kimse "tüm bu hengamede Ermeniler kendini nasıl hissediyordur" diye sormuyor kendine. Kimse "yahu şu sevdiğimiz çocuk, NTV spikeri Loran Vayloyan alınır mı acaba" ya da "Alin Taşciyan üzülür mü", olmadı "Hayko Cepkin bize kızar mı" diye sormuyor. Siyaset icabı bir saçmalık da olsa, Hayko Cepkin'in dediği gibi bir gaf da olsa,-

(kiiii, gaf istemeden söylenen bir sözdür, burada ise kemikleşmiş düşüncelerin barındığı kocaman bir kalınkafa söz konusu. Gaf asla değil, tezahür daha doğru. Nitekim, Arıtman sonrasında sözlerinin arkasında durdu. Üstelik Abdullah Gül'e ayakkabı fırlatmaktan haz duyacağını da beyan etti)

-Abdullah Gül bir Ermeni olduğu için suçlanırken, ne hissediyorlar bu insanlar? Mesela, matbaacı ve radyo programcısı olan Hayko Bağdat, "annesinin Ermeni olması ihtimali, Gül’ün suçlanma sebebiyse, gerçek Ermeni olan ben ne yapacağım? Benim cumhurbaşkanı olma ihtimalim var mı? İtfaiye amiri bile olma şansım kalıyor mu?" diye sormuş. Buna nasıl cevap vereceğiz? 

"Ermeni dölü" olmak ayıbı toplumda o kadar kanıksanmış ki, Ermeni olarak yaşamaya çalışmak, Ermeniler için onyıllardır zaten böyle bir şey. Bana öyle geliyor ki, onlar çoktan alışmış buna. Yaşamın kıyısından köşesinden dolanarak, Türkiye sokaklarında bir hayalet olmaya çalışarak yaşıyorlar. Bir taraftan da başarılı olup kendilerini kanıtlamak istiyorlar. Kendi etnik kökeninin bir küfür olarak kullanıldığı bir toplumun içine doğmak ve orayı severek, orada yaşamaya mecbur olmak böylesine manyakça bir şey olmalı işte. Bu duyguyu bir Bulgaristan göçmeni olarak nispeten anlıyorum. Küçükken babama mahalledeki Bulgar arkadaşları şöyle dermiş: "İyi çocuksun ama Türksün."  

Sinema eleştirmeni Alin Taşciyan, Ermenilerin nasıl dikenüstünde yaşadıklarını şöyle anlatmış: "...bu imza kampanyasından rahatsız oldum. Çünkü bu kampanyalar tartışmaları deşiyor. Ben ne kadar kendimi sıradan bir insan diye tanımlasam, herhangi bir kimliğe saplanıp kalmasam da damgalanan, ille de Ermeni diye sınıflanan, tehdit edilir bir konuma sokuyor." Avukat Selina Özuzun: "Arıtman farkında mı ki, bu ülkede böyle içgüdüsel olarak, fütursuzca sarf edilen sözler nedeniyle insanlar öldürülmektedir."

Yeni bir gelişme olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu öğleden sonra ailesinin soy ağacını beyan etti. Böyle saçma bir şey yapmaya hiç gerek yoktu. Kimse kimseye soyunu sopunu sıralamak mecburiyetinde değil. En iyisi, soyağacına girmeden hanımın ağzının payını vermekti. Böyle yaparak Abdullah Gül, "Ermeni" sözünün bir küfür olduğunu dolaylı yoldan olumlamış oldu. 

Not: Dış görünümüyle "Cumhuriyet kadınıyım ulan" cakaları satan malum insanın nasıl bir ideolojide olduğunu anlamak için düşünce röntgeninin icadını beklemeyen CHP'ye ve AKP'ye oy vermiş bir grup İzmirli, AKP'li Vecdi Gönül ve CHP'li Canan Arıtman'a oy verdikleri için, ozurdiliyorum.wordpress.com adresinde halktan özür diliyor. Bir göz atmanızı tavsiye ederim. 

20 Aralık 2008 Cumartesi

baloncu vs. swordsman, round 1, fight!

Türk siyasetinin en renkli ve en sevimsiz, basına şov yapmayı pek seven kişiliklerinden Melih Gökçek, bürokrasi kanalizasyonlarının efendisi Kemal Kılıçdaroğlu ile televizyonda kapıştı. Hakem de her zamanki gibi "Sensey" Uğur Dündar'dı. Yaz aylarında ilk canlı yayın nakavtını gerçekleştiren Kılıçdaroğlu, tecrübesiz Gökçek önünde favoriydi. En azından benim için. Zira, bu adam bana daha ilk maçta, ifadesiz suratının arkasında keskin bir zeka barındırdığı izlenimini vermişti. Şapkadan tavşan çıkarır gibi ordan burdan resmi belge çıkarması, karakterin en belirgin özelliği. "Finish him" temalı ekranda, "fatality" yapmak gibi. Nitekim, kişioğlu o belgeyi sağ eliyle tutup kameraya gösterdiği vakit ("patron bu, buna konuş" der gibi), - belgede bir katakulli yoksa tabi- karşısında kim olursa olsun içinden dua etmek dışında yapabileceği fazla bir şey yok.  

Melih Gökçek'in bu noktaya çok dikkat etmesi gerekirdi. Tırım tırım yok İzmir Belediyesi, yok Çankaya Belediyesi belgesi arayacağına, dişli rakibinin eski maç kasetlerini izlemesi kendisi için daha hayırlı olurdu. Böylece kameralar önünde balon patlatmadan evvel, aklını başına toplayıp düellodan vazgeçmeyi düşünürdü belki. Melih Gökçek bunu yapmak yerine, ezeli rakibi Emin Çölaşan karşısında benimsediği üslubu takınırım ve balonları patır patır patlatırım zannetti. Emin Çölaşan da kafa dengiydi nasıl olsa. Belden aşağı vuruşup bir şekilde ikisi de idare ediyordu. Ta ki, iş kahve muhabbeti düzeyine inene kadar. O kıvama geldikten sonra da, kim karşısındakini daha çok gıcık ederse o kazanıyordu. Gıcık etme konusunda yüksek lisans yapmış Melih de, çoğu zaman kazanıyordu. Lakin, o günler çoook gerilerde kalmıştı. Devir belge gösterme devriydi. Hem de en âlâsından.

Tartışmayı baştan sona izleyemediğimi belirteyim. Sadece belli bölümleri, orda burda yakalama şansına eriştik; yemek yediğimiz, çay içtiğimiz mekanlarda. O bölümlerde de sürekli Melih Gökçek konuşuyordu. Gaz sayacı hariç her şeyden konuştu. Bir kısmı CHP Çankaya Belediye Başkanı'nın bir rüşvet vakasında belediye meclisindekilere "yamyam" derken dinlemeye takılması (sahi, o iş n'oldu?) gibi önceden bildiğimiz şeylerdi. İzmir Belediyesi hakkındaki yolsuzlukları ise ilk kez duyduk. Anlaşılan, Melih Gökçek sadece kendine karşı yöneltilen iddiaları cevaplamakla yetinmeyip, AKP'nin yükünü sırtına almak suretiyle balonları çoğaltıp, CHP'nin kalelerini düşürme misyonunu da üstlenmişti. Bunlarla uğraşıp, kendisine karşı öne sürülen iddiaları yanıtsız bıraktığı için de pek inandırıcı olamadı. Gitgide sinirlendi. Kılıçdaroğlu'nu konuşturmadı. İşi çirkefliğe vurdu. Baktı ki olmuyor, Uğur Dündar'a "taraf tutuyorsun" bile dedi. Yemek yediğimiz salondaki müşterilerden birinin tepkisi: "Abooo, cıngan lan bu." 

Tartışmadan 2 gün sonra bugün, Melih Gökçek yeni balonlarıyla yine basının karşısına çıktı. Balonlar daha da çoğalmışlardı. Tarafsız biri tarafından yönetilecek yeni bir düello isteniyordu. Çünkü, Uğur Dündar canlı yayında yüzüne karşı "bir daha Melih Gökçek'in olduğu hiç bir oturumu yönetmeyeceğim" demişti. Melih Gökçek böylece kendi kendini mağlup etmiyor mu? Yenilen pehlivan güreşe doymaz hesabı. AKP Ankara'ya başka aday gösterirse hiç şaşırmam. Zaten Melih Gökçek, geçen seneki susuzluk olayından sabıkalı.  

Ülkemiz siyasetinde parti liderlerinin, her Salı grup toplantılarında birbirlerinin arkasından atıp tutmak dışında, mecliste dahi karşılıklı tartışmaya girecek cesaretleri yokken, bu açık oturumları (her ne kadar bazılarına saçma görünse de) faydalı buluyorum. Böylece, arkadan konuşmada ve kıvırmada (bkz. son olarak Başbakan mecliste geometri dersi verdi: "Teğet geçmede de bir temas vardır") doğuştan mağrifetli bireylerden oluşan toplumumuzdaki bilgi kirliliği ve zihinsel tembellikten mütevellit eksik bilgiyle komplo kurmaca eğilimi son bulmuş olur. Tabi, bu münazaralar devam ederse. Benim gözümde namağlup ünvanını koruyan Kılıçdaroğlu'nun karşısına çıkanların halini gören yeni nesil siyasetçilerimiz, bu riske hiç girmemek yolunu tercih edeceklerdir. Böylece, "belgeyle siyaset yapma" politik tarihimizde hoş bir sadâ olarak kalacaktır. Ne yazık ki. 

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Yerel seçimlerde oy kullanılmamasından yanayım. Çünkü, bir insan neden o kadar para harcayıp belediye başkanı olmaya çalışır, aklım almıyor. "Götürmek" dışında başka bir sebep gören varsa söylesin. Ama lütfen "vatandaşa hizmet" (dikkat edilirse bunu söyleyenlerin tavırlarındaki "siz vatandaş, ben süper-vatandaşım ulan" havaları kolayca fark edilebilir) demesin. Yemezler. O parti, bu parti fark etmez. Türkiye'de, belediye hizmetlerinden rant sağlamak geleneği partilerüstü bir mutabakatla yerleşiktir. Bunu kırmaya da (%47 olsun, isterse %97 olsun) hiç kimse yeltenmemektedir.      

Not: Bu satırlardan o partiyi tutuyorum, şu partiye karşıyım çıkmasın. Bu konuyla ilgili yalnızca Melih Gökçek'i sevmediğimi, Kılıçdaroğlu'na ise sempati duyduğumu söyleyebilirim. Ama bunun haricinde - beni tanıyanlar bilir- çok apolitik bir insanımdır. O kadar apolitiğim ki, sonunda politik bir tavır oldu bu.

18 Aralık 2008 Perşembe

dünyanın en ünlü ayakkabıları

Çok meşgul olmama rağmen (en azından kafam meşgul diyelim), haftanın en bomba olayını kaçırmak olmazdı. Iraklı gazetecinin terliksi ayakkabıyla (zira Araplar, bizdeki gibi topukla ayakkabı ökçesi ezmeyi pek severler) canlı hedef vurmaca antrenmanına, Cunyır Bush'un gösterdiği insanüstü (insanaltı da olabilir, kendisini oldum olası maymuna benzetirim- harbiden, bunun izlediği siyasetle filan  alakası yok, samimi izlenimim) refleksler, onu en zinde ABD Başkanı olarak tarihe geçirecektir (Gerçi kendisi bu zinde duruşunu, yaptığı uzun tatillere (9 aylık) ve avlanmaca merakına borçlu olduğunu Michael Moore'un ünlü belgeselinde göstermiştir. O da ayrı mevzu. Şiddetle izlemenizi tavsiye ederim- son filmi Sicko'yu daha da şiddetle izleyin.)

Yaptığı eylem Iraklı gazeteciyi halk kahramanı yapmakla kalmadı; kendisini bir dünya pop starı (Andy Warhola) yapmak üzere. Bir yandan Türk ayakkabı üreticileri, "fırlatılan ayakkabı bizim model hanııııııııım" yarışına girmişken, haber doğruysa Muntazır El Zeydi, bir Suudi işadamının dünyanın en ünlü ayakkabılarına karşılık ödeyeceği 10 milyon dolar ile dolar milyoneri bile olabilir. Tabi hapisten çıkabilirse.

Kardeşinin iddiasına göre, kraldan çok kralcı izbandut korumalar ve polisler, yaptıkları yerinde müdahalelerle(!) eylemcinin bir kolununun ve kaburgalarının kırılmasına sebebiyet vermişler. El Zeydi'nin ekip arkadaşı, haber kanalının kameramanı da dayaktan nasibini almış. Efendi çizgisinden feci kayarak eylemci olmaya karar veren (dikkat: odasında Che Guevara posteri asılıymış; bunu da manasız sorularla yoran, özel hayata illa ki inen, lüzumsuz bilgiler ansiklopedisi basından öğreniyoruz) Iraklı gazetecinin hakkında istenilen hapis cezası, suçlanacağı maddede kararsız kalındığından, yüksek bir standart sapma göstermekte. En az 2 yıl olmak üzere, "devlet adamını öldürmeye teşebbüs" suçundan (terlikle suikast mi olur a.q.- daha ben ne d'iyim?! Kusura bakmayın ilk kez ağzımı bozuyorum; son olur umarım) 15 yıla kadar(!) ceza alması muhtemelmiş. Ben demiştim (10 Aralık'ta), bazı ülkelerden insan haklarında ilerideyiz diye.

Olayın kendisi -El Zeydi'nin şu sıralar gördüğü trajik muameleyi saymazsak- oldukça komik. "Bu Irak halkından sana veda öpücüğü, köpek!" dışavurumsal çığlığıyla (outburst)  kendisine sallanan ayakkabıyı fark eden kökten evrim karşıtı Cumhuriyetçi Bush (kendisi hiç aynaya bakıyor mu acaba? Ya da, uykudan uyanınca çapaklarının kurumasını bekleyip eliyle mi temizliyor? ), hayvansal güdülerimizden faydalanarak kürsünün altına eğiliyor ve kurtuluyor. Ortak basın toplantısı yapmak üzere yanında bulunan Maliki ilk atışta şaşkın. El Zeydi ikinci ve son hakkını kullanıyor ve şaşkınlıktan azıcık sıyrılan Maliki, eliyle ayakkabının son tekinin de Cunyır'a gelmesini engellemek için elini kaldırıyor. Iskaladı mı? Hayır. Sözde Türk malı pabuç, arkada uslu uslu duran Amerikan bayrağını çok net vuruyor. İronik bir tam isabet.

Amaaaaa, bu ironiler bitmez. Sadece 5 yıl önce Amerikan işgalini sevinçle karşılayan (Saddam'a duyulan haklı bir hınç da vardı tabi- Bunun için bkz: Bahman Ghobadi'nin "Marooned in Iraq" filmi) Irak halkı, 2003'te Saddam'a yaptığını şu an, kendini demokrasi süper kahramanı sanan işgüzar Bush'a yapıyor ("We will bring about democracy to Iraq"). 

Bush'un pabucu kafaya yedikten (yemiş sayalım) sonraki havayı yumuşatma esprisi ise, fazla Amerikandı: "What if a guy throws a shoe on me??"(dikkat: yine her zamanki cehaletiyle bunun o diyarlarda yaygın bir hakaret olduğunu hala anlamamış). Devam: " I can say it was size 10..." Sessizlik... Ama eminim ki bu toplantı Washington'da yapılsaydı, salak Amerikalılar için için "vay anasını çok cool adam, Başbakan dediğin böyle olur" diye düşünerek kahkahayı basarlardı. Ne diyecekti ki? Ben olsam böyle bir durumda n'apardım diye düşündüm, aklıma yatan bir şey bulamadım. Bush gibi işi pişkinliğe vurmayacağım kesin ama. İnsanın azıcık suratı asılır. Bu kadarı da kurşungeçirmez arsızlık doğrusu.

Bu, espriye gülmeme hadisesi de manidar. Salondaki Iraklılar, bu türden eylemlere alışık olmadığından olsa gerek, olayı çok tatsız ve üzerine gülünmesi imkansız bir hadise olarak algıladılar.  Dikkat ederseniz, Bush hariç herkes şaşkın. Niye? Çünkü Bush hükümeti alışık. Hatırlayınız, piyanist Condolezza (ismi doğru yazamadım, biliyorum) Rice'ı da eli kınalı bir Amerikan eylemcisi, "ellerinde kan var, katil" diyerek okkalı protesto etmişti. O eylemcinin başına, Iraklı olmadığından ötürü El Zeydi kadar kötü şeyler gelmediğini sanıyorum.

Konunun tartışıldığı "Sıradan Vatandaş" programına avukat bir izleyici e-mail göndermiş. Amerika'daki hukuk ilkelerinde, birey sınıflandırmasından bahsediyor: "Kamu oyuna mal olmuş figür" ve "sıradan vatandaş". Şimdiii, zurnanın zırt dediği yer: "Kamu oyuna mal olmuş figür olmayı seçen bireyler, taşıdıkları önem ve sorumluluktan ötürü, halk önünde alenen eleştirilme riskini almışlardır" mealinde bir hukuk normu varmış ABD'de. Nefis bir yorum, kanımca.

Avukat izleyici eklemiş: "Eylem ABD'de yapılmış olsaydı, eylemi yapan kişi, korumalar tarafından dışarı çıkarıldıktan sonra serbest bırakılırdı."   

14 Aralık 2008 Pazar

haftanın güzeli (VII)

Geçen hafta bir grup aydın (bu kelime de çok itici ve ayrımcı; "ben aydınlandım, siz karanlıktasınız" diye böbürleniyormuş gibi geliyor bu laf bana; ama n'apalım moda) ve akademisyenin başlattığı "Ermeni'lerden özür diliyorum" kampanyası (çok olmasa da) konuşuldu. Girişim, pek ciddiye alınmadı; özellikle köşe yazarları konuya mesafeli yaklaştılar. Çoğu hiç değinmezken, Murat Belge, Ayşe Hür gibi isimler "özür dilemek" gibi detaylara takıldılar. "Büyük felaket" meselesini zaten hiç tasvip etmedikleri gibi, her fırsatta da tepkilerini dile getirdiklerinden ötürü özür dileme sorumluğu taşımadıklarını, metnin değiştirilmesinin daha doğru olacağını dillendirdiler. Ahmet İnsel, Fuat Keyman ve Baskın Oran (dikkat: Radikal İki ekibi) gibi profesörler zaten bu bildirinin (hareketin) öncüleri. Kimi yazarlar ise, sırf yaşananları vicdanları kaldırmadığından, özür dilemeyi de bir borç bildiler. Yasemin Çongar tam böyle yaptı.

Şahsım adına "Ermeni Tehciri" konusundaki bilgimin oldukça sınırlı olduğunu itiraf etmeliyim. Bu bilgi yoksunluğunda, kanaatimce geçmişin araştırılmasından (deşilmesinden) oldum olası rahatsızlık duymuş olan resmi ideoloji ve buna bağlı olarak geliştirilip (biz) gençlere sunulan eğitim sistemi, baskıcı ve anti-demokratik tartışma ortamı (medya) baş sorumlulardır. İkinci olarak bu bilgisizlikte, tabi ki pek de hoş bir konu olmayan bu davayı kişisel ilgi alanımız içerisine dahil etmeyip yazılı kaynaklardan araştırmayan bizler suçluyuz. Şöyle ya da böyle düşünmeye meyilli olalım, fark etmez. Biz, aydın olmayan sıradan vatandaşlar, bu konu hakkında hiç bir şey bilmiyoruz. Öncelikle bunu kabul edelim.

Aşağıda yer vereceğim bildirinin de, toplumda bir şok etkisi yaratarak (hep reddetmemiz gereken bir konu hakkında özür dileniyor çünkü) 1915 Ermeni Tehciri'nin tartışılmasına zemin hazırlamak üzere hazırlandığı kanaatindeyim. Türk-Ermeni ilişkilerinin ısındığı şu günlerde, 1915 hadiselerini gündeme oturtmak ve insanların konuya ilgisini çekerek Türkiye Ermenileri hakkında bildiklerini bir daha gözden geçirmelerini sağlamak için. Okuma meraksızı halkımızın çok da aldıracağını sanmıyorum. Onlar yine kahvelerde "eyyy kafirrr" naraları atacaklardır. Muhtemelen, çoğunun bu bildiriden haberi dahi olmamıştır, olmayacaktır da. Çünkü mesele, "onlar da bizi öldürdü kardeşim" diyerek rahatça geçiştirilebilecek kıvamdadır.

Amerika'da bulunduğum sırada bana Armenian Genocide konusunu sorduklarında ben de tam böyle yapmıştım. Önce biraz şaşırmış; sonra "onlar da bizi öldürdü, Fransızlarla işbirliği yaptılar kardeşim" demiştim. Her genocide kelimesi geçtiğinde önüne so-called (sözde) takısını bile kitabına uydurup ekleyerek çizdiğim çok bilmiş, iyi İngilizce konuşan, barbar olmayan Türk portresiyle, devlet tezini bilmeden iyi savunmuş, Türk milletinin yüzünü kara çıkarmamıştım. Oysa tek bildiğim, lisede çok sevdiğim ve çok güvendiğim "Deli İbo" lakaplı dünya tatlısı Tarih hocamızın bir keresinde derste sorulan soru üzerine "onlar da bizi öldürdüler" demesiydi. Lakin, yıllar sonra bile konu hakkındaki bilgimin o zamanki düzeyden yalnızca azıcık yukarı gitmesine karşın, okuduğum dolaylı yorumlardan ve diğer azınlıklara karşı Cumhuriyet döneminde yer yer gerçekleştirilen benzer sopayla karga kovalamaca düzenbazlıklarından edindiğim intibayla, 1915 yılında Ermenilere karşı bir imha planının hazırlanmış (ve uygulanmış) olmasının yüksek olasılık olduğunu düşündüğümü söylemeden geçemeyeceğim.

Önce aydın bildirisi (önümüzdeki günlerde internetten imzaya açılacak). Sonra Yasemin Çongar'ın taşıdığı ağır vicdanının eseri duygusal yazısı.

Bildiri:

'Ermeniler'den özür diliyorum'
1915’te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı ‘büyük felaket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkar edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.

Yasemin Çongar'ın yazısı...

Özür diliyorum, çünkü...
Her birinin yaşı o zulüm yıllarını hatırlamaya müsait dev ağaçlarla dolu bir ormanın içinden geçilerek gidilir kampa. Başları göğe eren, gri gövdeleri dimdik, uzun dalları her mevsimi ayrı renkte yaşayan ağaçlardır bunlar. Kampa adını veren de onlardır. Buchenwald “kayın ormanı” demektir.

Galiba ilk kez, o kampta yaşamıştım bu duyguyu. Yirmi üç yaşındaydım. Berlin Duvarı yıkılalı kısa bir süre olmuştu; bir grup gazeteciyle birlikte Doğu Almanya’yı dolaşıyordum. Weimar’dan Buchenwald’a gittik; Nazilerin 1937’den 1945’e çeyrek milyon insanı kapattığı, 56 bin insanı öldürdüğü kampı dolaştık.

Mihmandarımız, Doğu’ya hayatında ilk kez bizimle geçen bir Batı Alman’dı; yirmi üç yaşındaydı; adı Klaus... Gruptan uzaklaşıp tek başıma gezdim kampı; ağlıyordum. Sonra Klaus geldi buldu beni; ağlıyordu.

“Ailemde bilebildiğim kadarıyla hiç Nazi yok,” dedi, “ama suçlu hissediyorum kendimi.”

“Ailemde bilebildiğim kadarıyla hiç Alman yok,” dedim, “ama suçlu hissediyorum kendimi.”

Buchenwald sadece öfke ve acı vermedi bana, utandırdı da. Mazlumun acısı kadar zalimin suçunu da içimde taşıdığımı, galiba ilk kez o kampta hissettim; insanın insana zulmünden ötürü bağışlanmak istedim. Sessiz bir özür içimde büyürken okudum o sözü; “jedem das seine.”

Almanların sık kullandığı bir deyişti, biliyordum. 1950 ve 60’ların büyük bölümünü Almanya’da geçiren annem de sıkça söyler, bazen daha iyi anlayayım diye, “her koyun kendi bacağından asılır” diye eklerdi.

Buchenwald’ın kapısında yazılıydı. “Jedem das seine.” Herkes hak ettiğini bulur ya da herkes kendi ettiğinden sorumludur. Prusya Kralı Büyük Frederick’ten miras “liberal” bir şiardı bu; bir “hakkaniyet” ifadesiydi. “Ben yapmadım” diyebilen insanı yapılanın yükünden azat eden bu sözün içinde saklı haksızlığı düşündüm kamptan çıkarken.
* * *
“1915’te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı Büyük Felaket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.” Ahmet İnsel, Ali Bayramoğlu, Cengiz Aktar ve Baskın Oran’ın öncülüğünde hazırlanan bu metnin altına imza atıyorum.
* * *
Biliyorum ki vicdanı, Osmanlı Ermenilerine yapılan zulmü reddeden birçok kişi imza atacak bu metne. Ama birçoğu da imza atmayacak ya da “imza atarım ama...” diyecek... Kimileri “şerh” düşecek Sabah’tan Emre Aköz’ün yaptığı gibi; “Eylem olarak zaten yapmadığım, fikren katılmadığım, bir nebze dahi olsa yararlanmadığım, gerçekleri az çok öğrendiğim günden beri rahatsızlık duyduğum bir konuda neden özür diliyorum” diye soracak. Başkaları, Taraf’tan Ayşe Hür’ün yaptığını yapıp “aklı” ile sorgulayacak bu metni; “Ben bu tür olaylara, Türk milletinin bir ferdi olarak değil, bir bilim insanı, bir tarihçi olarak yaklaşırım. Bence bu olaylar o dönemde kabaran Türk milliyetçiliğinin hatasıdır. Şahsen kendimi bununla özdeşleştirmiyorum ve kişisel olarak özür dileme gereği duymuyorum” diyecek.

Diğerleri, Bilgi Üniversitesi’nden Ferhat Kentel gibi, bir yandan girişime sahip çıkarken bir yandan da “Bu metin tamamen benim ruh halime uyuyor. İmzalamayı düşünüyorum. Ama özür dilemekte çok emin değilim. Ben vurguyu, ‘acıyı çok fazla hissediyorum’ cümlesine yapmak istiyorum. O acıyı paylaşmak istiyorum” diye açıklayacak çekincesini. Aköz, Hür ve Kentel gibi daha nice ahlaklı, duyarlı, sorumlu insan “özür dilemek” konusunda itiraz ya da tereddüt sahibi olacaklar; biliyorum. Hepsine saygım var. Ama içimde ne zamandır büyüyen sessiz bir özür de var.
* * *
Ben 1915’te yaşananlar için Ermeni kardeşlerimden özür diliyorum.

Çünkü fiilen yapmasam da, fikren katılmasam da ve bu meseleye illa ki “Türk milletinin bir ferdi” olarak bakmasam da, mazlumun acısı kadar zalimin suçunu da içimde hissediyorum.

Çünkü Ermeni soykırımından “bir nebze dahi yararlanmadığımdan” emin olamıyorum.

Çünkü Ermenilerin terk etmek zorunda bırakıldığı maldan, mülkten, topraktan üzerime hak geçmediğini zannetmek yetmiyor bana; “ya geçtiyse” ile “geçmemiş olması mümkün mü” arasında bocalıyorum.

Çünkü ailemde, bilebildiğim kadarıyla, hiç İttihatçı paşa olmaması rahatlatmıyor beni; “büyükbabam Selanik’te İttihatçılarla çalışmadı mı; en iyi arkadaşlarım arasında İttihatçı paşaların torunları yok mu; hem olsa ne fark eder olmasa ne fark eder; İttihatçı zihniyetteki bu devleti şu veya bu şekilde ayakta tutan toplumun bir ferdi değil miyim ben” diye soruyorum kendime.

Çünkü “gerçekleri az çok öğrendiğim günden beri rahatsızlık duyduğum” bu meselenin üzerine gitmek konusunda her zaman yeterince duyarlı, kararlı ve cesur olduğumdan emin değilim.

Çünkü tarihe, sadece mesleğimin ve sınırlı aklımın, bilgimin, birikimimin içinden bakamıyorum.

Çünkü Ermenilere yapılan zulüm her şeyden önce boğazımda bir düğüm benim.

Çünkü “jedem das seine” fikri bu düğümden kurtarmıyor beni.

Çünkü zalimle özdeşleşmemem, mazlumun acısını paylaşmam yetmiyor bana; zulmü her iki çehresiyle içimde taşıdığım için bağışlanmak istiyorum.

13 Aralık 2008 Cumartesi

süper lig karması

Her ne kadar Avrupa'nın önde gelen liglerindeki kadar heyecan uyandırmayacaksa da, (uzun zaman önce) Süper Lig'imizin bir karmasını yapmaya karar verdim. Ligimiz, yalnızca 3 büyüklerin sansasyonel transferlerinin konuşulduğu bir lig olmamalı. Anadolu klüplerinde (bu tabiri hiç sevmiyorum; Anadolu-İstanbul ayrımının dilimizde her daim kullanılması bile futbolcuların kendilerine olan güvenini zedeliyor; kimse oynadığı "Asya" klübünde başarılı olacağına inanamayıp, herkes eninde sonunda kapağı İstanbul'a atmaya çalışıyor) de oynayan nice yetenekli sporcu var.

Üstelik, bu en iyiler yazısı, bu sezon göze çarpan oyuncuları paylaşmak anlamında da faydalı olur. Uzun zamandır futbol adına da bir şey yazmadım. Biraz rahatlamaya ihtiyaç var. Çünkü Türkiye ve siyaset gündemi hakkında bir şeyler yazmak aslında çok can sıkıcı, çok asab bozucu bir şey (hiç iyi bir şey olmuyor çünkü. Bkz: en son bayramda ölenlerin sayısı 140 civarındaydı. Bombalı saldırı gibi, değil mi?). Çok çok gerekli olsa da. Türkiye hakkında yazı yazmak daha çok küfür edip rahatlamaya benzerken, ilk tutkum futbol hakkında yazmak benim için daha çok eğlencelik, çıtır çerez bir şey.

Mustafa Denizli'ye inat takımıma 4-4-2 oynatacağım. Kanat oyuncularını ve ortadakileri iyi seçerseniz bence en iyi, en istikrarlı sistem. Orta sahayı çok yönlü oyunculardan kuracağımdan, kimse bana yok "Alex nerde, Lincoln nerde?" diye sormasın lütfen. En nadide spor kanallarımızın seçkin yorumcularının bile, bazı takımlarımızın iyi bir "10 numara"ya (tiksinç bir terim) sahip olmamasından hayıflandığı memleketimiz, yine yeni dünya futbolunun nallarını toplamakla meşgul. Artık öyle oyuncu yok kardeşim. Yok öyle artık, yaptığı iki kıvrak hareketten sonra (mümkünse bacak arası) rakipten yediği tekmeyle yerde bir saat kıvranmak zorunda bırakılan; tüm maç iki çalım atsın, bi asist yapsın ve mümkünse ikisini birden tek pozisyonda aradan çıkarsın diye ağzımız açık beklediğimiz topçular. Kalmadııı (kalmasın da zaten). Artık pabuç pahalı. Oyun, hızlı ve sert. Geçti o devirler.

Bir de yedek kulübesi olacak. Orada da, çok hak etseler de 11'e bir şekilde giremeyen (sakatlık vs.) sporcular uslu uslu ve sabırla oturacaklar.

#1- Senecky: Anakaraspor'un Slovak kalecisi muhteşem, olağanüstü diyebileceğimiz kurtarışlara imza atan bir kaleci asla değil. O, reflekslerinden öte futbolda, aklı ve dengeyi seven bir kaleci (bazı "dünyanın en panter kalecisiyim" halüsinasyonları gören, foto muhabirlere poz verme meraklısı pisilere duyrulur) görüntüsünde. Milli takımının da kalesini koruyan Stefan Senecky, istikrarlı performasıyla Ankaraspor'un az gol (11) yemesinde pay sahibi.

#2- Gökhan Gönül: Tartışmasız Türkiye'nin en iyi sağ kanat oyuncusu. Hücumdaki hızının, deliciliğinin yanında, savunmada da kademe almayı becerebilen bir oyuncu. Zaman zaman ileriye fazla çıkmasıyla eleştirilse de, yaptığı defans hataları (Dinamo Kiev'in attığı gol örneğin) daha çok Fenerbahçe'nin ileriye gitmeye mecali olmamasından ve bu durumda Gökhan'ın fazlaca sorumluluk almak istemesinden kaynaklanıyor.

#3- Roberto Carlos: Eski günlerinin %50'siyle oynayan Roberto, Turkcell Süper Lig'e fazlasıyla yetiyor. O bölgede Carlos'a alternatif bir isim aklımda var. O ismi de yedek klübesinde bulacaksınız. Hakan Balta da iyi bir oyuncu, ancak hem bu sezon sakatlıklarla boğuştu, hem de arkadan hemen hemen hiç hücumda bindirmeye gelmemesi nedeniyle benim çok tuttuğum bir oyuncu değil.

#4- Rigobert Song: Kaç yaşında olduğu tam olarak kestirilemeyen Song, 94 Dünya Kupası'nı görmüş bir isim. Kaç yaşında olursa olsun, gittiği takımların çehresini değiştiriyor. Trabzonspor, onun var olduğu defansla 11 gol yemiş. Vasat kaleci ikilisine rağmen. Topu oyuna sokmayı da nispeten becerebilen bir oyuncu.

#5- Fabio Bilica: Bu kontenjan için çok düşündüm. Aklıma Bir sürü isim geldi. Ancak, şimdiye kadarki performansların yanında, sırf kendi sevdiğim oyuncuları da göz önünde bulundurmak istediğimden Fabio'da karar kıldım. Medyanın bir türlü Romen mi Brezilyalı mı olduğuna karar veremediği Sivasspor'lu Bilica, izlediğim nadir maçlarda gerçekten harika bir oyuncu portresi çizdi. Yedek kulübesi kısmında bahsettiğim diğer tüm oyunculardan en önemli farkı, topla olan haşır neşir, sıkı fıkı ilişkisi. İddialıyım, Türkiye'de oyunu geriden kurabilen tek dikkate değer oyuncu. Bunun yanı sıra, jeneriklere girebilecek güzellikteki müdahalesiyle golü önlediği Trabzonspor maçında, FM'de (eski CM) iyi defans oyuncularının önemli kriterlerinden biri olan anticipation(Türkçesi sezgi olabilir)ının yüksek değerini kanıtlamıştır.

#8- Mehmet Topuz: Onun her takımda yeri var. Bazen iki 90 dakika oynayabilirmiş gibi geliyor bana. Türk Milli Takımı'na seçilmesine engel olan tek şey Fatih Terim'in keyfiyetidir. Tek sorunu, Gökhan Ünal'ın da ayrılmasıyla Kayserispor'da fazlasıyla öne çıkan bir oyuncu konumuna gelmesinden mütevellit savunmaya yardımını zaman zaman esirgemesidir. Şahsen kendisini Fenerbahçe'de görmeyi çok isterim.

#6- Theo Weeks Lewis: Sürpriz bir isim. Ancak, kendisinden çok ümitliyim. 18 yaşındaki Liberyalı oyuncudan daha önce bir yazımda bahsetmiştim. Müthiş kuvveti ve çalışkanlığıyla küçük Theo, orta alanı Topuz ile birlikte feci kapatarak (shut down), rakiplere karşı kurşun geçirmez ve de süperiletken (pas trafiğinden ötürü) bir alaşım haline getirebilir.

#7- Gökhan Emreciksin: Garip soyadıyla yine bir Gökhan 11'imizdeki yerini alıyor. Orta sahanın sağ tarafında at pardon top koşturan futbolcu, kuvvetli şutlarıyla da gole çok yakın. Şu ana kadarki performansı kesinlikle büyüklerin takibindedir diye düşünüyorum.

#11- Harry Kewell: Ortanın solu Moskova'nın yolu tartışmasız Harry Kewell'ın. Bu yaz geldiğinde, "müzmin sakattır, oynayamaz" demiştim. Yanılmışım. Oyuna yaptığı katkılar yetmiyormuş gibi, "leblebi gibi gol atıyor" (Rıdvan'ın tabiri). Sol açık oynamayı çizgide git-gel zanneden Uğur Boral'ın Kewell'dan öğrenecek çok şeyi var.

#9- Mehmet Yıldız: Şu an gol kralı durumundaki Mehmet Yıldız, 3 gol bile atsaydı muhtemelen 11'ime girmeyi başarırdı. Çünkü futbol takım oyunu. Önemli olan lezzetli bir karışım yaratmak. Mücadeleci oyunuyla buralara gelebilmiş Mehmet Yıldız, sadece bildiği şeyi yapıp mücadele etse yeterli. Onun kazandığı topları, yanında oynayan partneri (yine gıcık bir kelime, seks yapacaklar sanki) ve arkadan gelenler gol yapacaktır nasılsa.

#10- Milan Baros: İtiraf etmeliyim, Baros'u düne kadar ilk 18'e almayı bile düşünmüyordum. Ancak, dün oynanan Gençlerbirliği maçında gözüme girdi. Ceza alanı çevresinde yaptığı sık ve kısa koşular, rakip savunmanın dengesini bozuyor. Baros'u adam adama markajla tutmak (çift forvet oynarsa tabi ki) çok zor. Oraya buraya gidiyor. Gezmeyi seviyor. Bu da, savunma oyuncularını çok yoruyor. Farklı özelliklere sahip Mehmet Yıldız ile takımımda süper bir ikili oluştururlar.

İşte süper bir kadro. Maliyeti de o kadar yüksek değil. Bir Güiza kadar ya var, ya yok.

Yedeklerim:

#12- Süleymanou: Kayserispor sadece 7 gol yedi. Denizlispor'da geçirdiği sezonlardan bir dolu sakarlıklarını hatırlasak da Süleymanou'nun bu sezon Kayserispor'un defansıyla uyumlu ve dengeli oynadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

#13- Zapotocny: Daha dengeli bir takımda Zapotocny (28) kesinlikle çok daha verimli oynar. Beşiktaş'ın yediği goller yanıltmasın. O zamanlar şu ankinden çok farklı bir sistemde oynadığından dolayı, Ertuğrul gidene kadar (ve Metalist maçını saymazsak) hep takımın en iyisiydi. Tek sıkıntısı hızlı forvetlere karşı sorun yaşaması. Ama hangisi yaşamıyor ki? Bu bölge için düşündüğüm diğer oyuncular Servet, Edu, Sivok, Eren Güngör, Ali Turan ve Radoslav Batak idi.

#14- Çağlar Birinci: Sol arkada sezon başında iyi bir çıkış yakalayarak Milli Takım'a kadar yükselmişti. Yalnızca iki maçta izleyebildiğim kadarıyla, sol tarafta gelecek vaat eden (biz ne vaatler gördük; bilmiyorum, mesela kademeye girebiliyor mu? Emin değilim) bir oyuncu olmasıyla birlikte sol ayağını da çok iyi kullanıyor.

#15- Mehmet Topal: Bu yıl bir çok GS'li gibi sakatlıklarla boğuştu (Galatasaray teknik ekibini gözden geçirsin!) ama belki de 11'de yer bulamamasının tek nedeni buydu. Theo Weeks'in bölgesinin gerçek sahibi. Diğer aday Murat Ceylan olabilir. Onu da yeterince izleyemedim.

#16- Özer Hurmacı: Ele avuca sığmayan Özer, çok teknik bir oyuncu. Yaptığı asistlerle Ankaraspor'un başarısında önemli pay sahibi (Ankaraspor'un orta alanı şu an Türkiye'nin en iyisi zaten). Fizik özellikleri sebebiyle defansa da önemli yardımları dokunuyor. Biraz asabi, hatta kafasız ve şımarık, ama Fenerbahçe'de görmek istediğim oyunculardan.

#17- Arda Turan: Avrupa Şampiyonası'nın yıldızı Arda, geçirdiği rahatsızlıktan mıdır bilinmez sahada ağırdan alıyor. Tam performansını sergile(ye)mediğini düşünüyorum. Biraz da şımarıklık var tabi. Özellikle hakemlere karşı. Ancak, çok yetenekli bir oyuncu olduğuna şüphe yok. Yine de, Avrupa'da oynamak istiyorsa fizik kondisyonunu artırmalı. Hem de oldukça.

#18- Semih Şentürk: Semih sağlıklı bir sezon geçiriyor olsaydı, banko 11'imdeydi. Ancak, peş peşe sakatlandı ve bu sakatlıklar Fenerbahçe'yi çok kötü etkiledi. Burası için düşündüğüm diğer bir isim Holosko. O da kesinlikle en iyiler arasında olmayı hak ediyor. Mustafa Denizli ile problemler yaşasa da, Süper Lig'in en iyi forvetlerinden olduğuna şüphe yok.

12 Aralık 2008 Cuma

dem

Ahu Antmen isimli Radikal yazarı bir hanımefendi vardır. Bilen bilir. Sanat üzerine derinlikli yazılar yazar, İstanbul'un kıyıda köşede kalmış, ıssız sergilerinde dolanır. Gördüklerini, duyduklarını meraklısına aktarır. Konunun uzmanı olmamakla birlikte, sanat üzerine harika yazılar yazabildiğini söylemeliyim. Yazılarının seçkinliği, karmaşık bir dil ile üstün sanat zevkini, kültürünü gösterme merakından çok öte, bu sanatsal deneyimlerde hissettiklerini samimiyetle yansıtmasından ileri gelmektedir. Benim için. Gebze'de öldürülen İtalyan sanatçı Pippa Bacca ile ilgili yazdıklarını hatırlıyorum mesela. 16 Nisan 2008 tarihli yazısından: "Bacca, göze almış olsa da kuşkusuz hiç ummadığı bir sonla, günümüz sanatının en trajik performansını gerçekleştirdi, kendi ölümünü sergilemiş oldu." Dehşet, ama doğru! Bu kadıncağız öleceğini bile bile, sanat ve barış umudu için (en azından üzerinde konuşulması için) kendini sunmuş olabilir mi? Böyle olmalı.

İşte, o Ahu Antmen 26 Kasım'da bir fotoğraf sanatçısı hakkında yazdı. Adı Michael Kenna. Fotoğraflarına, ilk defa birkaç yıl önce Ara Güler'in çıkardığı İZ dergisinde rastlamıştım. Dergiyi, BÜFOK'tan arkadaşlarla almış, inceliyorduk. Sohbet ediyorduk. O vakitten sonra da, adını unuttum. Ama fotoğraflarından bir tanesi aklımda çok yer etti. İlk sanatsal heyecanım fotoğraf adına bir şeyler söylemek de, Ahu Antmen'in de yardımıyla bugüne nasipmiş.

Michael Kenna'nın adını unuttuğumu, fotoğraflarını tekrar görmek istediğimde fark ettim. Dergiyi BÜFOK'ta aradım, bulamadım. Fazla üzerine düşmedim. Nasıl olsa yine karşıma çıkar dedim. Tam da böyle oldu. Bir de baktım ki, işte tam da o aklımda en net kalan Michael Kenna fotoğrafıyla beraber Ahu Hanım köşesinden bildiriyor. "Issız doğanın şairinden fotoğraflar" başlığıyla, yine farklı bir mekanda, gözden ve şehrin karmaşasından ırak bir sergi müjdeliyor. Zira, ünlüdür onun galeri gurmeciliği. Bir keresinde Galeri Giz diye bir yer tanıtmıştı. Levent'in göbeğinde böyle bir yer mi varmış diyerek, öğle tatilinde yemekten sonra gitmiştim. Gerçekten de gökdelenlerin, şaşâlı iş ve alışveriş merkezlerinin ortasında, çok da ufak sayılmayacak kadar büyük ama mütevazı bir galeri çıktı karşıma.

"...(tüm fotoğraflar), serginin başlığındaki gibi, sessiz birer izlenim doğaya dair; ayrıca hepsi, doğaya ‘dil’ olmak diye bir şey mümkünse, o kadar doğaya yakın: Kenna’nın çoğu fotoğrafı geceleri ya da sabahın erken saatlerinde çekilmiş, saatlerle ölçülen pozlama süreleri sonucunda oluşmuş. Kısacası, ‘Güzel bir manzara gördüm aman kaçırmayım’ değil Kenna’nın uğraşısı; belli ki doğanın herhangi bir anını değil, deyim yerindeyse ‘demini’ yakalamak peşinde bir fotoğrafçı." Son cümledeki "dem" kelimesi, Kenna'nın uğraşısını özetliyor. Üzerinde düşündüm de, ne de güzel bir kelime. Dem.

Fotoğrafı açığa çıkarmak da, aynen çay demlemek gibidir. Ağır ağır işlersiniz. Fotoğrafı çektikten sonra, karanlık odaya girersiniz. Işıkları kapatırsınız. Karanlık. Kara delik gibi. Uzayda çok küçük (ders kitaplarımızın favori tabiriyle toplu iğne ucu kadar) bir nokta. O noktanın dışında sonsuz bir evren var ama o noktanın içinde gözleriniz çalışmadığından sizin payınıza sadece silme karanlık, hiçlik düşer. Biraz durup gözlerinizin karanlığa alışmasını beklersiniz. Filminizi, film rulosundan karanlıkta çıkarıp, karanlıkta makaraya sararsınız. Makarayı (hala karanlıktasınız) ışık geçirmeyen bir hazneye koyarsınız. Tüm bunlar, benim gibi sakar biri için bile çok zevklidir. Hatta, tüm fotoğrafçılık sanatında, insan bünyesine aşırı gelen güzel mankenlerle çalışmak dahil, karanlıkta debelenmekten daha zevkli bir şey daha olduğunu sanmıyorum. Meditasyon gibi. Karanlık odada yapılan diğer işlemler (geliştirme, stop banyoları vs.), asla karanlıkta makara sarmak kadar zevkli değildir.

Ahu Antmen'in bahsettiği "dem" ise daha farklı. O, sadece karanlık odada çalışmaktan değil (Michael Kenna karanlık üstadı olabilir, o başka), fotoğrafın çekilmesi anındaki bir "dem"lemeyi de kastediyor. Saatler süren bir işçilik. Pozlama süresi denilen şey, (bilmeyenler için söylüyorum) bizim 'çıt' sesiyle bildiğimiz, fotoğraf çektirirken duyduğumuz, genelde göz açıp kapama süresi kadar olan süredir. Bazen o 'çıt' sesine bir flaş da eşlik eder. İşte odur. Michael Kenna'nın fotoğraflarında bu süre, saatleri aşmaktadır. Saatlerce deklanşöre basmak gibi. Bu da, gökte yüzermiş gibi duran bulutları, kayaların üzerinde sis gibi duran dalgaları açıklar.

Michael Kenna, fotoğraflarını zaman suyuyla demliyor. Rengi, ahengi yerinde. Ama bir hışımda içmeye kalkarsak ağzımızı yakar. Bu bizim bildiğimiz ürünler gibi değil. Hemen tüketemiyoruz. Bir süre sonra, tekrar görmek, tekrar içmek ihtiyacı hissediyoruz. O vakit bir de bakıyoruz ki, bardağımız yeni baştan doldurulmuş.

Michael Kenna'nın 'Sessiz İzlenimler' sergisi 22 Aralık'a kadar Galeri Elipsis'teymiş. Ben de daha gitmedim. Gelecek var mı? Açık davet.

11 Aralık 2008 Perşembe

insan haklarına 0 tolerans

"Türkiye, hak ve özgürlüklerin korunup geliştirilmesine yönelik uluslararası çalışmalarda her zaman öncü ülkeler arasında yer almayı amaç edinmiştir. Türkiye, yaptığı reformlarla insan haklarına saygı bakımından yüksek standartlara sahip bir ülke haline gelmiş bulunmaktadır. Söz konusu yüksek standartların uygulanmasının kusursuz ve kapsayıcı hale getirilmesi yönünde Türk toplumunda ortak bir bilincin gelişmiş olması memnuniyet vericidir.”

Biliyorum, inandırıcı gelmedi. Peki, içerisindeki Türk ve Türkiye sözcüklerini çıkartsaydınız yerine ne koyardınız? Ben İskandinav ülkelerinden birini seçip gözüm kapalı yerleştirirdim. Bunları gazeteden okurken Danimarka, İsveç, İsviçre gibi ülkelerden bahsediliyor zannettim. Sonra baktım ki Abdullah Gül, İnsan Hakları Beyannamesi'nin 60. yılı şerefine konuşmuş (10 Aralık).

Kendisi mesela "Türkiye, yaptığı reformlarla insan haklarına saygı bakımından yüksek standartlara sahip bir ülke haline gelmiş bulunmaktadır" cümlesine inanıyor mu acaba? Bence inanmıyordur. Sadece temenni ediyordur (belki de statükocu polis-devlet ideolojisiyle temenni bile etmiyordur; bilinmez). Ama asıl kritik soru şu: Standart dediğin, hangi standartlar? Guantanamo standartlarından ilerideyiz mesela. Her ne kadar ayağı kayan polisler keskin nişancı olup hedefi (insan) tam 12'den vursa da. Ya da dil, din, ırk ayrımı yapmayan yüce Türkiyemizin polisleri, Nijeryalı bir mültecinin nispeten sağlıklı bedenini karakola alıp, yine bir kaza kurşunuyla(!) dışarıya cansız olarak çıkarsa da.
(not: akla şu geliyor: Madem bu polisler bu kadar sakar, biz bunlara nasıl güvenip canımızı emanet edeceğiz? Bırakın bıyıklarıyla malum partiye sempatisini ilan eden Emniyet Müdürünün önerdiği gibi kimlik sormayı- bize kimlik sormayı özendireceğine, polislerine kimlik göstermeyi özendirse nasıl olur?-, ben mesela bu şahıslara adres bile sormam. bkz: En son, kendilerini, kendi teşkilatlarının hazırladıkları 1 Mayıs raporuyla nasıl da akladılar. Kontrolsüz güç uygulanmamışmış. Hastaneye ben mi gaz bombası attım? Ya da gasteci çocukların kolunu ben mi kırdım?)
Veyahut, Ankara'da polisten kaçan 17 yaşındaki hırsızlık sabıkalısı Soner Çakal'ın (ben eminim polisler onun ölü bedenini ele geçirdiklerinde "vay Çakal vay" diye espri bile yapmışlardır ve gülüşmüşlerdir de kendi aralarında) öldürülmesi meselesinde, "Kurtlar Vadisi Pusu" hayranı polis şefi "kafasına sıkın" diyerekten Soner'in 17 yıllık yaşamına son verme hakkını kendinde görse de. İşkence yok. Çünkü kısa yoldan ölüm var. İnsaflıyız, süründürmüyoruz. Umutluyuz nitekim. İnsan hakları gelişiyor. Hamdolsun!

Ama (her şeyde olduğu gibi) iyimserlik ile aptallık arasında da ince bir çizgi vardır. Bam teli. "Biz çok gördük, o çizgilerden bir şey olmaz" diyebilirsiniz. Ama, inanıyorum ki (aptalım galiba) bu "münferit" olaylar bizlerde bir birikmişlik yaratıyordur. Ve bu olaylar karşısında yüksek Türk büyüklerinin ve de bakanlarının (flashback: Engin Çeber'e kuru özür, no tazminat, nothing) aldıkları tavırları, biz hiç istemesek de, uyuz bünyemiz bir yerlere yazıyordur. Gerektiğinde aleyhlerinde delil olarak kullanmak üzere.

Komşu'daki gibi bir anarşi ortamını tabi ki asla istemiyorum. Anarchia. Kulağa hoş geliyor. Lakin, ne yalan söyleyeyim, onlarca yıldır ilk kez bir polis kurşunuyla ölen birisine (bizde her ay en az 1 kişi) gösterilen bu haklı tepkiyi de kıskanmıyor değilim. Vatandaşın, devlete karşı sindirilmiş olmadığı, süt dökmüş sevimli pisilerin devlet adına güç kullananlar olduğu bir yerde yaşamak isterdim. Vatandaşın devletten değil, devletin vatandaşlarından korktuğu. Her mühim günün fırsat bilinip çenelerin düştüğü; okul bayrak törenlerinin, müsamerelerin sadece çocuklara değil, yetişkinlere de (Abdullah Gül örneğinde olduğu gibi) medya denen yeni tür, yüksek radyasyonlu dalga boylarıyla uygulandığı bir memlekette yaşamaktan sıkıldım artık. Önemli işlerin, zayıf diğmaların muğlak hafızaları fırsat bilinerek iki çift lafla geçiştirilmesinden, Perihan Mağden'in dediği gibi "aynı demokrasi okulunda, gerizekalılarla 3. sınıfta okumaktan" ben bile sıkıldım.

Günü fırsat bilip, 30 maddelik (kısacık) İnsan Hakları Beyannamesi'ni okudum. İlgimi çeken maddeleri kırmızı ile işaretleyerek kendi ülkemle, kendi çapımda ilişkilendirdim (mavi italik yorumlar bana aittir). Buyrun işte tüm metin:

Madde 1- Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.
Madde 2- Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca, ister bağımsız olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslararası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir.
Madde 3 -Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır.
Madde 4- Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz, kölelik ve köle ticareti her türlü biçimde yasaktır.
Madde 5- Hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı veya onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez. (Yorumsuz)
Madde 6- Herkesin, her nerede olursa olsun, hukuksal kişiliğinin tanınması hakkı vardır.
Madde 7- Herkes yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasanın korunmasından eşit olarak yararlanma hakkına sahiptir. Herkesin bu Bildirgeye aykırı her türlü ayrım gözetici işleme karşı ve böyle işlemler için yapılacak her türlü kışkırtmaya karşı eşit korunma hakkı vardır. (Kürt çocuklarına 23 yıl isteniyor; vicdani retçilerin davaları 1 gün önceden bildirilerek hazırlık yapmaları engelleniyor)
Madde 8- Herkesin anayasa yada yasayla tanınmış temel haklarını çiğneyen eylemlere karşı yetkili ulusal mahkemeler eliyle etkin bir yargı yoluna başvurma hakkı vardır.
Madde 9- Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün edilemez. (Emin misiniz?)
Madde 10- Herkesin, hak ve yükümlülükleri belirlenirken ve kendisine bir suç yüklenirken, tam bir şekilde davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından hakça ve açık olarak görülmesini istemeye hakkı vardır.
Madde 11- 1. Kendisine bir suç yüklenen herkes, savunması için gerekli olan tüm güvencelerin tanındığı açık bir yargılama sonunda, yasaya göre suçlu olduğu saptanmadıkça, suçsuz sayılır.
2. Hiç kimse işlendiği sırada ulusal yada uluslararası hukuka göre bir suç oluşturmayan herhangi bir eylem veya ihmalden dolayı suçlu sayılamaz. Kimseye suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.
Madde 12- Kimsenin özel yaşamına, ailesine konutuna ya da haberleşmesine keyfi olarak karışılamaz, şeref ve adına saldırılamaz. (bkz: Telekulak skandalları. )
Herkesin bu gibi karışma ve saldırılara karşı yasa tarafından korunmaya hakkı vardır.
Madde 13 1. Herkesin bir devletin toprakları üzerinde serbestçe dolaşma ve oturma hakkı vardır. (Tayyip Erdoğan'ın İstanbul'a gelecek yurttaşlara vize uygulanması fikrini hatırlatıyor bana.)
2. Herkes , kendi ülkesi de dahil olmak üzere, herhangi bir ülkeden ayrılmak ve ülkesine yeniden dönmek hakkına sahiptir.
Madde 14 1. Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır.
2. Gerçekten siyasal nitelik taşımayan suçlardan veya Birleşmiş Milletlerin amaç ve ülkelerine aykırı eylemlerden doğan kovuşturma durumunda bu haktan yararlanılamaz.
Madde 15 1. Herkesin bir yurttaşlığa hakkı vardır.
2. Hiç kimse keyfi olarak yurttaşlığından veya yurttaşlığını değiştirme hakkından yoksun bırakılamaz. (12 Eylül Darbesi'nde binlerce insan yurttaşlıktan atılmıştır)
Madde 16 1. Yetişkin her erkeğin ve kadının, ırk, yurttaşlık veya din bakımlarından herhangi bir kısıtlamaya uğramaksızın evlenme ve aile kurmaya hakkı vardır.
2. Evlenme sözleşmesi, ancak evleneceklerin özgür ve tam iradeleriyle yapılır. (Meclisimizin evlenme yaşını düşürmek (14 galiba) gibi tasarıları varmış sanırım)
3. Aile, toplumun, doğal ve temel unsurudur, toplum ve devlet tarafından korunur.
Madde 17 1. Herkesin tek başına veya başkalarıyla ortaklaşa mülkiyet hakkı vardır.
2. Hiç kimse keyfi olarak mülkiyetinden yoksun bırakılamaz. (not: bu madde gayrimüslim mallarına uygulanmaz; bir şekilde defedilen azınlıkların mallarına el konulabilir; üstelik helaldir de)
Madde 18- Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır. ( var mı askerliği vicdanen reddetme hakkı? Mesela yani. Sesli düşünüyorum)
Bu hak, din veya topluca, açık olarak ya da özel biçimde öğrenim, uygulama, ibadet ve dinsel törenlerle açığa vurma özgürlüğünü içerir.
Madde 19- Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırmak, elde etmek ve yaymak hakkını gerekli kılar. (bu harbiden çok komik; yok öyle bir şey. Doğrusu, "herkes aklını başına toplayıp, adam gibi düşündükten sonra 'akıllı' olmak suretiyle, hür iradesiyle fikirlerinden dolayı beyaz bereliler tarafından öldürülmeme hakkını kazanabilir" olacaktı.)
Madde 20 1. Herkesin silahsız ve saldırısız toplanma, dernek kurma ve derneğe katılma özgürlüğü vardır. (eşcinsel dernekleri hariç)
2. Hiç kimse bir derneğe girmeye zorlanamaz.
Madde 21 1. Herkes, doğrudan veya serbestçe seçilmiş temsilciler aracılığı ile ülkesinin yönetimine katılma hakkına sahiptir.
2. Herkesin ülkesinin kamu hizmetlerinden eşit olarak yararlanma hakkı vardır.
3. Halkın iradesi hükümet otoritesinin temelidir. Bu irade, gizli veya serbestliği sağlayacak benzeri bir yöntemle genel ve eşit oy verme yoluyla yapılacak ve belirli aralıklarla tekrarlanacak dürüst seçimlerle belirlenir. (Bu da yanlış. Halkın iradesi diye bir şey yoktur. Neyin iyi, neyin kötü olduğunu devlet, halka rağmen belirler. Halk buna razı gelmezse ülkesini çok seven insanlardan kurulu örgütler, örnekse TSK, olmadı JİTEM, o da olmadı Kontrgerilla vs. devreye girerek alınan kararları halk adına uygular.)
Madde 22- Herkesin, toplumun bir üyesi olarak, sosyal güvenliğe hakkı vardır. Ulusal çabalarla ve uluslararası işbirliği yoluyla ve her devletin örgütlenmesine ve kaynaklarına göre, herkes onur ve kişiliğinin serbestçe gelişim için gerekli olan ekonomik, sosyal ve kültürel haklarının gerçekleştirilmesi hakkına sahiptir.
Madde 23 1. Herkesin çalışma, işini serbestçe seçme, adaletli ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır.
2. Herkesin, herhangi bir ayrım gözetmeksizin, eşit iş için eşit ücrete hakkı vardır. (kadınlar sayılmaz, onlar fasulye)
3. Herkesin kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır ve gerekirse her türlü sosyal koruma önlemleriyle desteklenmiş bir yaşam sağlayacak adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır.
4. Herkesin çıkarını korumak için sendika kurma veya sendikaya üye olma hakkı vardır. (belli bölgelerde kaymakamlar sendika tabelalarını indirme hakkına haizdir)
Madde 24- Herkesin dinlenmeye, eğlenmeye, özellikle çalışma süresinin makul ölçüde sınırlandırılmasına ve belirli dönemlerde ücretli izne çıkmaya hakkı vardır.
Madde 25 1. Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır. Herkes, işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi iradesi dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir. (e kömür yardımı işte. Bizim sosyal devletten anladığımız)
2. Anaların ve çocukların özel bakım ve yardım görme hakları vardır. Bütün çocuklar, evlilik içi veya evlilik dışı doğmuş olsunlar, aynı sosyal güvenceden yararlanırlar.
Madde 26 1. Herkes eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel eğitim aşamasında parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleksel eğitim herkese açıktır. Yüksek öğretim, yeteneklerine göre herkese tam bir eşitlikle açık olmalıdır. (Yok artık daha neler. Türbanlılar da mı?)
2. Eğitim insan kişiliğini tam geliştirmeye ve insan haklarıyla temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırklar ve dinsel topluluklar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışı koruma yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir.
3. Çocuklara verilecek eğitimin türünü seçmek, öncelikle ana ve babanın hakkıdır. (Aleviler din dersinden muafiyeti seçebiliyor mu?)
Madde 27 1. Herkes toplumun kültürel yaşamına serbestçe katılma, güzel sanatlardan yararlanma, bilimsel gelişmeye katılma ve bundan yararlanma hakkına sahiptir.
2. Herkesin yaratıcısı olduğu bilim, edebiyat ve sanat ürünlerinden doğan maddi ve manevi çıkarlarının korunmasına hakkı vardır. (korsan)
Madde 28- Herkesin bu Bildirgede öngörülen hak ve özgürlüklerin gerçekleşeceği bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır.
Madde 29 1. Herkesin, kişiliğinin serbestçe ve tam gelişmesine olanak veren topluma karşı ödevleri vardır.
2. Herkes haklarını kullanırken ve özgürlüklerinden yararlanırken, başkalarının hak ve özgürlüklerinin tanınması ve bunlara saygı gösterilmesinin sağlanması ve demokratik bir toplumda genel ahlak ve kamu düzeniyle genel refahın gereklerinin karşılanması amacıyla yalnız yasayla belirlenmiş sınırlamalara bağlı olur.
3. Bu hak ve özgürlükler hiçbir koşulda Birleşmiş Milletlerin amaç ve ilkelerine aykırı olarak kullanılamaz.
Madde 30- Bu bildirgenin hiçbir kuralı, herhangi bir devlet, topluluk veya kişiye, burada açıklanan hak ve özgürlüklerden herhangi birinin yok edilmesini amaçlayan bir girişimde veya eylemde bulunma hakkını verir biçimde yorumlanamaz.


7 Aralık 2008 Pazar

haftanın güzeli(VI)

Hafta boyu yazmaya pek fırsatım olmadı. Lakin, sebeplerim vardı. Aralık ayı verimsiz geçecek anlaşılan. Tatil üstüne tatil. Önce kurban bayramı, sonra Noel (şakacııı benii) ve son olarak yılbaşı. 

Bu hafta polise taş attıkları için onlarca yıl ceza alabilecek olan çocuklar çok konuşuldu. O yüzden, daha önce bununla ilgili yazan Murat Belge'nin 21 Kasım tarihli "Vicdan ile Yasa" isimli yazısını yayınlayarak herkese iyi bayramlar diliyorum.  

Son günlerde kafamı kurcalayan şeylerden biri, taş atma benzeri eylemlerinden ötürü 23 yıl ceza alan Kürt çocukları! 18 yaşının altında Kürt çocukları! Ama cezaları yaşlarının yanından gökdelen gibi yükseliyor. 

Tabii bir de, sözgelişi rahip öldüren Türk çocukları var. Türk çocuklarının son günlerde yapmadığı şey yok. Ama şans ve çeşitli güvenlik kuvvetleri yardımcı olursa ya hiçbir zarara uğratmadan atlatıyorlar ya da asgarinin asgarisiyle kurtarıyorlar –yeter ki, neyse yaptıkları, onu “Türk çocukları” olarak yapsınlar. 

“Çocuk”lar için, çocukları olmadık ağırlıkta cezalardan korumak için, bu yakınlarda yasa çıkmıştı. Belli ki yasa kimsenin umurunda değil. Zaten bizim burada “çocuk korumak” için yasa olmaz; yasa dediğin, “devlet korumak” içindir. 

Bu bağlamda da, devlet koruyanların bir kolu, öbür kola fısıldamıştır: “şunlara bir iyi giydir de, korksunlar; yoksa bu iş ‘intifada’ falan azıtıp gidiyor” demiştir örneğin. Öbür kol da bu söyleneni iki edecek değil. Şimdiye kadar neyi iki etti ki? Sonuç 23 yıl. 

Bunda aklınızı zorlayan bir şey yok mu? Bir çocuk, bugüne kadar yaşadığı kadar daha yaşayıp 23 yaşına gelecek ve kâğıt üstündeki cezasının ancak yarısına ulaşacak?.. Ama, son zamanlarda aklımızı zorlamayan bir şey var mı? Hele yargıdan geliyorsa? 

“Örgüte bilerek yardım etmek” vb... Öbür yandan, falanca yaşın altındaki biri “hukuken” yaptığını “bilerek” yapmadığı kabul edilen kişidir... Ama benim şu anda kaygım bu hukuk mülahazaları değil. “Ulusal hukuk/ uluslararası hukuk” normları falan da değil. 

“Hukuk” ile “vicdan” ve aynı zamanda “hukuk” ile “mantık” arasında aşılmaz duvarlar ya da geçilmez uçurumlar olmadığını varsayarak, “çocuk” kavramı ile “23 yıl” sayısını birarada düşünmenin zorluğunu işaret etmek istiyorum. Bu gitgide açılan makasın nerede duracağını sormak istiyorum. “Yargı bağımsızlığı” denilen şeyin Türkiye’deki anlamının “yargının hukuktan bağımsız” olmasına daha ne kadar göz yumulacağını merak ediyorum. 

Toplumun ahlâkı vardır, vicdanı vardır. Bunlar her zaman “yasal” da olmayabilir. Yetmişlerin patırtısı sırasında Ankara’da hava alanından kente gelirken taksi şoförüyle dertleşiyorduk. Oğlu Marksist gruplardanmış, ailece solcuymuşlar. Yakın akrabaları Ülkücü bir çocuk varmış, polis arıyormuş. Evlerinde saklamışlar. “Doğru mu yaptık, bilmem” diyor şoför. “Doğru,” dedim. “Akrabanı saklarsın –çok iğrenç bir yaratık olmadıkça. Devletten saklarsın, çünkü devlet kuvvetli, o zayıf.” Ve çünkü bu, halkın ortalama ahlâkıdır, ilkesidir. 

12 Mart sonrasında cihet-i askeriye talep etti; 159. madde değiştirildi, yani cezası artırıldı. Neydi mahiyeti? Kanun kaçağını saklamak! Bu toplumda, bizim gibi ağır aksak modernleşen bütün toplumlarda, toplumun büyük kısmı kanun kaçağıdır. Böyle toplumlar kendi normal yaşama tempolarında, ne suçtur, ne tam da suç değildir, suçsa ne ceza yeter, ne kadarı bilinen, kabul edilen ölçüleri aşar, bunların mizanını çıkarmıştır. Birdenbire “karşımıza Komünizm tehlikesi çıktı” diyerek bu mizanı bozmak iyi bir şey değildir. Toplumun iç dayanışma mekanizmalarını yıkarak yurttaşı “sayın muhbir vatandaş” yapmak iyi bir şey değildir. Toplumun bunca yıl, bunca yüzyıldır şekillendirdiği bir ahlâka yasa ile saldırmak iyi bir şey değildir. 

Ama bunlar yapıldı. Hiçbir şeyin ağırlığı “güvenlik”le ölçülemediği için, toplumun kendisiyle ilişki kurduğu bütün (mümkün olduğu kadar “bütün”) damarları, sinirleri vb. köreltilerek, bunların devletle kurulmasını sağlayacak mekanizmalar yaratıldı, desteklendi. Bunlara 1980’de başlandı; ama 2008 sonunda bunlar bitmedi. 

Ve diyorlar ki bize “bir çocuğa taş attı diye 23 yıl ceza verilmesini yadırgama!” “Olabilir, atmasaydı,” de ve geç, yoluna yürü. O zaman “gözde vatandaş”sın. “Vay nasıl olur?” diye sorun çıkarırsan, “sözde vatandaşsın”! 

Böyle böyle, “ahlâklı” bir toplum yaratıyorlar. Büyük ölçüde yarattılar zaten.

3 Aralık 2008 Çarşamba

türkiye'de bacak arasını koruyanlar, kosta rika'da ne koruyor?


Şu anda Habertürk kanalında Fatih Altaylı'nın Olaylar ve Gerçekler isimli "yorum" programını canlı izliyorum. Altaylı'nın karşısında da şeytanın avukatı rolünde çok başarısız Sevilay Yükselir isimli gazeteci kadın var. Fatih Altaylı, geçen hafta ismini vermediği kendi tabiriyle "entel dantel camiada giderek referans haline gelen orduyu eleştirme" oyununa katılan bir kadın aydına sinirlenerek, "o ordu biliyor musunuz asıl neyi koruyor? Sizin bacak aranızı" demişti. Şimdi de bu ifadelerine açıklık getiriyor. Sahte sahte köpürerekten...

O köpüredursun, ben de "ulan o zaman erkek olarak bizim neremizi koruyor acaba??" diye düşünürken, bir de baktım ki benden önce düşünen çıkmış. Akşam yazarı Mehveş Evin, Fatih Altaylı'ya "senin erkekliğini de, arkanı da o ordu koruyor" demiş. Bu cümlelerde muhtelif kelimeleri çıkarıp yerine azıcık argo koyun. Al sana seviye işte. Biz neyiz ki, köşecimiz düzgün olsun?

Kadına yönelik şiddetten bahsederken, fiziksel olmayanından bahsetmeyi unutmuşum. Neyse ki, Fatih Altaylı imdadıma yetişiyor. "Eeee, bize de Mehveş şöyle böyle dedi" diyebilirsiniz. Bunu kim ciddiye alır? Bir erkeğe böyle bir şey söylendiğinde gülüp geçilirken, diğer taraftan kadın bedenini aşağılayan imalar onur kırıcı olur. Çünkü, kadına yönelik "bacak arası" şiddetinin gerçek hayatta feci bir karşılığı vardır. Söz söz olmaktan çıkıp cinsel bir tehdide, hakarete dönüşür. En "saygın" düşünce mekanlarından olumlanaraktan. 

Hala Fatih Altaylı'nın seviyesi konusunda ikna olmadıysanız bir de şunu dinleyin (bu durumda okuyun): "Tokmak gibi girsin... kalın kafalara diye öyle yazdım." İşte düşünce özgürlüğünden Türkün anladığı. Mahkemeye versen, diyecek ki "ne var yani bu bir deyim." "Kafalarına girsini kastettim; başka bir tarafına girsini kastetmedim." Ama buna inanmak için, ya 5 yaşında çocuk ya da gerizekalı olmak lazım. Bu arada laf aramızda, şeytan-avukat-yorumcu-partner inandı sanki. 

İzliyorum, saçmalıyor. Saçmalıyor, izliyorum. Konu CHP'nin "çarşaf açılımı"na geliyor. Gasteci partner kadın soruyor: "CHP'nin çarşaf açılımının kamuoyunda oy için olduğu söyleniyor; ne diyorsunuz?" Cevap: (sinirli ve yüksek perdeden yine) "Elbette ki oy için olacak, ne için olacak? Böyle gerizekalıca, aptalca bir soru olur mu?!!" Kadın pısıyor haliylen. Gülerekten geçiştirmeye çalışıyor. Dikkat, az önce kendisine birinci elden gerizekalı dendi. Ben de Fatih Altaylı'ya ilk defa katılıyorum; ama kadın bu soruyu sorduğu için değil, bu adamla program yaptığı için. Bu kadın, bana kalırsa programdan önceki gece yatarken, "ya rabbim bu son olsun" diye dua ederken içinden hayıf hayıf hayıflanıyordur. Fatih Altaylı'ya ne sorsa, adam sinirleniyor- sinir küpü mübarek. Sinir, bizim buralarda geçerli mizaçtır ama. Sinirli olmayan zor ciddiye alınır (bkz: Başbakan). Daha doğrusu sinirleniyormuş gibi yapıyor. Oynuyorlar karşılıklı. Sevilay da sürekli "ortamı yatıştırayım" ayaklarında. Yapmayın kardeşim program filan madem. Çok lazımdınız sanki.

Biz orduyla uzun eşek oynayaduralım, beğenmediğimiz 3. dünya ülkelerinden Kosta Rika, orduyu lağvedişinin (saltanat ve hilafet kaldırılırken öğrendiğimiz kelime) 60. yılını kutlamış. Ülkenin başkenti San Jose'deki törende konuşan Meclis Başkanı Francisco Pacheco şöyle demiş: "Ordunun lağvı, tarih kitapları ve tozlu raflarda kalmamalı. Bu, kolektif bir hayat programı, değerler kılavuzuydu. Bu bilgece karar alınmasa, geçmişimiz çatışmalar tarihinden başka bir şey olmayacaktı. Bu sayede ülkemiz kan ve gözyaşından kurtuldu. Ordunun lağvı Kosta Rika için hayırlı olmuştur." 2 bin kişinin öldüğü iç savaştan sonra devlet başkanı olan "Don Pepe" lakaplı  Jose Figueres Ferrer, 1 Aralık 1948'deki sembolik törenle 'Cuartel Bellavista' duvarını yıkıp orduyu kaldırmış. Ordu bütçesi, eğitim ve sağlığa aktarılmış. Törende Genelkurmay Başkanı, ordu karargahı anahtarını Eğitim Bakanı’na teslim ettikten sonra karargâh okula dönüştürülmüş.

Askerliği içi kaldırmayan biri olarak, "bize de Don Pepe yok mu?" diyorum. 

2 Aralık 2008 Salı

vicdan, hemen şimdi!

Tacizler, tecavüzler mi arttı yoksa sadece zaten hep var olan saldırı haberleri mi arttı? Her ne kadar böyle bir konuda kesin bilgiye ulaşmak mümkün değilse de, bana kalırsa her ikisi de. Bu ikisi birbirinden besleniyor muhtemelen. Tecavüz haberlerini izleyen "insancıl", "misafirperver", "namuslu" toplumumuzun ürünü ruh hastaları, televizyondaki seleflerine özenip tecavüz fantazileri kurmaya devam ediyor. 

Her gün yeni bir saldırı, yeni bir vaka. Gün be gün artıyor. O kadar iğrenç ki, böyle haberleri dinleyemiyor, okuyamıyorum. Üzerine yazmak şu an bana büyük sıkıntı veriyor. Aynı mahallede oturduğunuz, her gün selam verdiğiniz birisi, dün akşam itibariyle azılı bir manyak olmaya karar vermiş olabilir. İlk fırsatta kız arkadaşınızın, kız kardeşinizin üzerine saldırmak için her daim yolunu gözlüyor olabilir.

İşte, geçen hafta da Hisarüstü'nde tam böyle olmuş. Akşam vakti evine giden bir kızın yolunu, karanlık bir sokakta yeni peyda bir sapık kesmiş. Bıçağını gösterip "soyun" demiş. Soyun! Nasıl yani "soyun"? Düşünmek bile ne kadar zor. Aklım almıyor. Bir erkek olarak utanıyorum. Mahçubum. Öpmeye kıyamadığımız sevgililerimize, kardeşlerimize bıçak çekiliyor! Soyun!

Lakin, tacizden, tecavüzden daha vahimi var. Daha vahim ne olabilir demeyin. Daha vahimi, bu tür (moda tabiriyle) "münferit" vakaları olumlayarak başka yöne çekip, kadınların sırtına yüklemeye devam eden, keskin cinsiyet ayrımcı toplumsal düşünce yapısının Türkiye coğrafyasında egemen olmasıdır. "Abi öyle bir giyiniyorlar ki, sapık olmamak mümkün değil!" İşteee, bir Hisarüstü berberinde bu konu konuşulurken, (hiç istemeden) kulak misafiri olduğum cümle ve buna benzer diğerleri. Maruz kaldığım radyasyon! Hisarüstü gençliğine mensup şahsiyet, kız öğrencilerin mini etek giymelerinden muzdarip "o hak etmiştir" demeye getirirken, berberler de salyalı ağızları açık dinliyorlar. Belki de, bıçaklı sapığa özeniyorlar için için. Koruyorlar, kolluyorlar. Pamuklara sarıp sarmalıyorlar.

İğrenç bir ortam ama gerçekliğin özeti de tam böyle. Ortamı iğrenç yapan mekan değil, içindekiler. Yurdumun her yerine serpilmiş bu iğrenç ortamlar, yığınla tacizi, tecavüzü sahiplenmeye devam ediyor. 

Mağdur kız (insan), polise gittiğinde (ki gitmiş) ne olmuştur diye düşündüm. Çok zor olmuştur, çok. Başına geleni zar zor anlatabildikten sonra, errrkekkk polislerin, berberdeki tiplerinkine benzer imalı bakışlarına maruz kalmış olabilir mesela. O zaman gidip gideceğine bin pişman olmuştur. Bundan bir şey çıkmayacağını, yanlış yaptığını anlamıştır. Ama umuyorum ki, böyle olmamıştır. Her gün bu olaylarla uğraşan yeni nesil polisler, vicdanlıdır umarım. 

Bugün Radikal'de yine akıl sınırlarını zorlayan bir tecavüz haberi vardı. Polis kılığına girmiş tipler, hınca hınç dolu bir restoranı basıp bir kadını saçlarından sürükleyerek kaçırmışlar ve 3 kişi tecavüz etmişler. Bu nasıl bir cesaret, nasıl bir hormondur yahu demeyin. Konu hormon filan değil. Ezik bünyelerin güç gösterisi. Erkek kimliğin, cinsel şiddet yoluyla tatmini. Kendini önemli hissetmeye çalışmanın en iğrenç yolu. Mensuplarını, doğal yollardan (iyi eğitim, eşit sosyal statü, ekonomik güç vs. üzerinden) önemli hissetiremeyen devlet ise, hiç masum değil.

Bir pompalı da benim alasım geliyor. Örümcek Adam gibi süper kahraman olasım geliyor. Yakaladığım yerde, aletlerini kesip kesip ellerine veresim geliyor. Ama işte o şekilde olmaz. Vicdan, hemen şimdi! Herkes için.  

1 Aralık 2008 Pazartesi

haftanın güzeli (V)

Bu haftanın güzeli daha geçen haftadan belliydi. Argoyu seven ama sürekli kendini frenlemek zorunda kalan profesörümüz Baskın Oran, 23 Kasım'da Radikal İki için "'Kemalistler' mi ilerici, Mazlumder'ci 'İslamcılar' mı?" başlıklı bir yazı kaleme aldı. Her Radikal İki yazısı gibi biraz uzundur. Ama, dikkatli okuyun. Bakalım çok fena argoyu yakalayabilecek misiniz. İşte karşınızda (1 gün gecikmeli de olsa) haftanın güzeli: 

İslamcıların içinden gelen Mazlumder’in 15-16 Kasım’daki “Dinî ve Etnik Ayrımcılık” sempozyumunda dinlediklerim kadar beni hayatta mutlu eden çok az şey dinledim. Eğer “Bu dinciler bizi Ortaçağ’a götürüyorlar”cı değil de “Dur bakalım, ne diyorlar”cı iseniz sizi de mutlu edebilir.

Bendenizin, Af Örgütü’nden Levent Korkut’un, ODTÜ’den Mesut Yeğen’in, Bilgi’den Arus Yumul’un, Malatya katliamı avukatı O. Kemal Cengiz’in, Tokat Gaziosmanpaşa’dan B. Berat Özipek’in bildirileri önemli değil. Hatta “Osmanlı’da Çingeneler Müslüman oldukları halde gayrimüslimlerin verdikleri cizyeyi öderlerdi” gibi bilgiler veren ve 1934’te Yahudilerin Trakya’dan İstanbul’a sürülmelerinden önce bölgede “incelemeler” yapan Trakya Umumi Müfettişi İ. Tali Öngören’in “Burada Yahudiler ekonomiye egemen olmuş. Bunları buradan alalım” diye gizli rapor yazdığını anlatan, Sabancı’dan Fikret Adanır’ınki de önemli değil. Genel olarak “İslamcı” terimiyle tanımladığımız insanlarınki önemli.

‘Ermenilerden ve Kürtlerden özür dilensin’
Abdülbasit Bildirici’nin sunduğu “Etnik Gruplara Yönelik Ayrımcılık” raporu Egeli bir Siyah’ın söylediklerini aktarıyor: “Bundan 15 yıl öncesinde simsiyah kızlarımızın tek aradıkları şey kocalarının beyaz olması. İçkici, kumarbaz, esrarkeş ne olursa olsun beyaz olması önemli. Bugün de topluma entegre olabilmek, konu komşusuyla iyi geçinmek için tercih ediyorlar beyaz biriyle evlenmeyi”. Çok önemli iki öneride bulunuyor: “Yaşanan tehcir, kıyım ve katliamlar nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti adına ve sonuçlarından bağımsız olarak Ermeni ulusundan özür dilenmelidir” ve “Yine sonuçlarından bağımsız olarak, bütün Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca inkar edilen Kürtlerden özür dilenmelidir”. 

Bundan sonrası bir gökkuşağı sanki. Çok çeşitli etnik ve dinsel grupları temsilen kürsüye çıkanların hem egemen söylemden hem de birbirlerinden çok farklı tanıklıkları başlıyor. 

Arap Alevisi bir din adamı: “Alevilerin Müslüman olmadıkları bir icattır. Benim mezhebim Ehli Sünnet değil, Ehli Beyt’dir. ‘Sünni-Hanefi tasallutundan kurtulmalıyız’”.

Yüzleşme Derneği’nden bir Alevi: “Tekke, zaviye vs.’yi kapatırken camiler kapatılmadı ama Alevi kurumlarını kapattılar”.

Mezoder Süryaniler Derneği temsilcisi: “Biz Avrupa’ya gitmedik; bizi siz kovdunuz. 1915 dedem, 6-7 Eylül babam. Azınlık olduğumu yedi yaşında anladım. Bir çocukla kavga ederken ‘Gâvurdur, vurun’ diye elli çocuk birden üstüme çullandı. Askerde herkes çavuş oldu, ben olamadım. Ticaret hayatımda Kapalıçarşı’da duydum: ‘Bir 6-7 Eylül daha olsa da şu gâvurların dükkanına el koysak’”. 

Bahailerin temsilcisi bir genç kızın ardından Türkiye Protestan Kiliseleri temsilcisi kürsüye çıkıyor: “Kilisemiz bir dükkandı. Önü cam. Sigorta şirketi 1 yıldan sonra poliçeyi kaç para verirsek verelim yenilemedi; o kadar çok kırıldı ki camımız...”

Bir astsubay konuşuyor: “1997’de Kırklareli’ndeyken eşlerin ve 12 yaşından küçük kızların sağlık karneleri toplatıldı. Başı açık fotoyla yeniden müracaat istendi. Ben başvurmadım; tedavimizi dışarıya yaptırıyordum. Emre itaatsizlikten mahkemeye verildim. Mecbur olmadığım için beraat ettim. 28 Şubat’tan sonra ordudan ihraç edildim”. 

Bizzat kendisi B. Britanya Çingenelerinden olan Adrian Marsh’ın “Türkiye Romanlarının Sorunları” bildirisinden sonra en ilginci geliyor: Nesip Yıldırım’ın okuduğu “İnanç Gruplarına Yönelik Ayrımcılık” raporu. “Müslümanların adil olması yükümlülüğü var. Biz kalabalığız diyemeyiz” diye başlıyor ve hemen ardından: “Herkes dinini tebliğ edebilmelidir” diye misyonerlere yapılan yasadışı baskı ve saldırılara karşı çıkıyor. Sonra ekliyor: “Gayrimüslimler ilahiyat fakülteleri kurabilmelidir”. Devam ediyor: “Fener’in ekümenikliği engellenemez”. Sonra, “Bütün gayrimüslim cemaatler tanınsın” diyor. “Kimliklerde din hanesi olmasın; isteyene belge verilir” diyor. Süryaniler evlerine dönebilsinler, diyor. Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalıdır, diyor. Vicdani Ret’in kabulünü istiyor. İdeolojik Devlet değil Hakem Devlet olsun, diyor. Bir Gerçekleri Araştırma Komisyonu kurulmasını istiyor. “Bir hakkın kötüye kullanılması o hakkın kullanılmasını engellememelidir” uyarısında bulunduktan sonra konuşmayı taçlandırıyor: “[Müslümanlar olarak] Ne zulme uğrayalım ne zulmedelim. Kendimiz için istediğimizi başkalarına da isteyelim”.

Kafalar tabii ki biraz karışık ama...
Tabii, gerek genel İslamcı söylemden gerekse devletçi söylemden bu kadar farklı (ve ileri) şeylerin söylenebildiği bir yerde kafa karışıklıkları da olacak. Nitekim, “Ayrımcı Önyargının Yeşerdiği Felsefi Zemin” adlı bildiriyi veren Yasin Aktay’ın “Allah ayrıntıları bilemez diyen İslami âlimler, filozoflar vardır” mealindeki ifadesi üzerine hemen itiraz geliyor: “Kimler bunlar? Bunlara İslam demek doğru değildir!”. Batı’da yüzyıllardır devam eden ‘libre arbitre’ (özgür irade) tartışmalarını hiç duymamış.

Dinî ayrımcılık raporunda, iki tarafın da kabul etmesi halinde çokhukukluluk savunuluyor. Resmîden önce dinî nikah yaptırmanın cezalandırılmaması isteniyor ve “Kadını korumak derseniz başka tedbirlerle korunabilir” deniyor. Çalışma saatleri içinde ibadet yapılabilmesi, dinsel sembollerin açıkça takılabilmesi öneriliyor. Müslümanlar ile Aleviler diye farklılaştırma yapılması konusunda çoğu dinleyici sessiz ama epey huzursuz.

Utandım ve kıvrandım
Bu mükemmel gökkuşağı içinde bir tek “Gökkuşağı” eksik! Eğer “Şunu bulmuş da şunu arıyor” biçimindeki meşhur (ve belden aşağı) tabirdeki kadar “müşkülpesent” iseniz, bir de ayrımcılığı cinsel açıdan ele alanları konuştursalardı diyebilirsiniz. Ama hangi ülkedeyiz yahu? Çok sınırlı sayıdaki insan hakları kuruluşları dışında buradaki çeşitlilik nerede sağlandı bugüne kadar? Elinizi vicdanınıza koyun; Yılmaz Ensaroğlu’nun başkan olduğu dönemden beri izlediğim, İslamcı kesimin içinden gelen Mazlumder’cilerin mi kafası daha açık ve ilerici, yoksa Silivri’de tutuklu emekli generallerin resimlerini taşıyarak gösteri yapan “Kemalistler”in mi? Onların yapacakları bir sempozyumu düşünebiliyor musunuz?

Onu bırakın, siz biliyor musunuz benimle konuşan çok sayıda başı örtülü genç kızdan Sıdıka’nın ne dediğini? “Başka bir terim bulmalıyız. ‘Gayrimüslim’ dediğimiz anda onları Müslimlere göre tanımlamış oluyoruz. Bu, onları aşağılamak ve ayrımcılıktır”. Dondum kaldım. 1982’den beri azınlıklar çalışıyorum, bu konuda Türkiye’de ilklerden biriyim, Sıdıka kardeşim o yıl daha doğmamıştı bile. Onun söylediği aklıma bugüne kadar hiç gelmedi. Utandım. Ve Sıdıka’yla iftihar ettim. Türkiye’ye güvenim tazelendi.