"Siz Yaşayanlar"ın başarısı, biçim ve anlatının özgün ahenginde saklı. Olmadık bir yerde karakterler kameraya dönüp kendi hikayelerini anlatırken, aslında kendileriyle değil izleyiciyle dalga geçiyorlar. Bu tür bir film kurgusuna alışık olmayan bünyemiz, başlarda karakterlerin kendileriyle dalga geçtiklerini zannediyor. Oysa ki durum tam tersi. Aslında aktörlerin ve aktrislerin ağızlarından dökülenler bütün insanlığın trajedisi, bizim ortak hikayemiz. Abuk subuk muhabbetler, yerli yersiz mızmızlanmalar, hatta koskoca adamların/kadınların sudan sebeplerden ötürü herkesin içinde ağlayıvermeleri. Çok umutsuzlar, hem de çok. Ama kahkaha atmak mümkün değil, yalnızca gülümsemek gelebiliyor içten.
Şöyle ki, kafasına tuhaf bir şey koymuş (muhtemelen fantezinin bir parçası), yatakta zıp zıp zıplayan şişman bir kadınla sevişen yaşlı adam kameraya dönüp dakikalarca emekli ikramiyesini dangalak bir fona yatırıp nasıl kazıklandığını anlatıp duruyor. İlk tepkiniz ne olur? Tabi ki gülersiniz; olmadı en kötü gülümsersiniz. Fakat sahne uzadıkça havada tuhaf birşeyler dönmeye başlıyor. Adam, bunun aslında o kadar da komik olmadığını anlatmak ister gibi ciddi ve inatçı bir ifadeyle konuşmaya, emekli ikramiyesini anlatmaya devam ediyor. Bir tepki bekliyorsunuz. Fakat daha çok "ne gülüyorsun be salak, sen sanki çok mu farklısın?!" diyecekmiş gibi gözünüzün içine bakıyor. Kameraya dosdoğru baktığından, "normal" bir filmden alışageldiğiniz üzere dikizlemek için kullandığınız gözünüz, bu sefer dikizleniyor. Ava giderken avlanıyor. Yakayı fena ele vermiş bir röntgenci gibi. Bir şeylerin yanlış gittiğini seziyorsunuz. Parodinin yönü değişiyor. Bıçağın ucu izleyiciye dönüyor. Parodi adamın değil, aslında senin!
Monologların olmadığı bölümlerde de insanlar kasten oldukça çaresiz ve zavallı gösterilmiş. Islanmamak için otobüs durağına tıkışan, yağmur dinene dek aval aval gökyüzüne bakan, asansörü kaçırmamak için var gücünü harcayan ama başaramayınca ne yapacağını kestiremeyen (asansör kaçırmaktan bahsediyoruz, neticede dünyanın sonu değil), binaya, sokağa, simetrik mimarinin içine, kusursuz labirentlere sıkışmış deney fareleri gibiler (gibiyiz). Sürekli ama sürekli sürü halinde gösterilen, kuralların dışında herhangi bir yol bulmaktan aciz, sıkıcı formalitelerin mahkumu (özellikle iş toplantısındaki el sıkışmalara dikkat) bir zavallılar toplumu. Daha çok sürü hayvanlarını andırıyorlar. Birbirlerini takip edip duran, oralarını buralarını birbirlerine sürten, tek başına hareket etmekten ürken hayvanlar onlar. İnsanlar.
"Siz Yaşayanlar", özellikle farklı kurgu tekniği ile göz kamaştırıyor. Yönetmen Roy Andersson tarafından 50 farklı skeçin bir araya getirilmesi ile oluşturulan film, birçok karakterin başına gelen absürd olayları daldan dala atlatmayı, seyirciyi filmden koparmadan göstermeyi başarıyor. Sahne geçişlerinin en büyük yardımcısı, hemen hemen hiç susmayan müzik. Üflemeli çalgılar, film boyunca arka planı işgal ederken- zaman zaman da skeçlerden biri gereği ön plana taşınırken-, böylesi bir yapımda sahneler arasındaki geçişin zorluklarını önemli ölçüde azaltıyor.
Biçim olarak bahsedilebilecek diğer bir özellik, mat renkleri tamamlayan çizimler. Yer yer ufukta çizilmiş dekorlar, karikatür hissini kuvvetlendiriyor. Gitarist Micke’ye abayı fena yakan genç kızın rüya sahnesinden özellikle bahsetmeli. Profesyonel olmayan oyuncuların (bir de Türk berber var) tercih edildiği filmde Micke’yi canlandıran Eric Bäckman (aslen Deathstars grubunun gitaristi), bir tren olduğu izlenimini veren ve kafasına göre hareket eden gelin odasının penceresinden onları hiç tanımayan fakat genç çifti tebrik etmeye gelen onlarca kişiye solo çalıyor. Oldukça güzel bir sahne.
Cannes’da gösterildiğinde ayakta alkışlanan, katıldığı birçok festivalden ödülle dönen “Du Levande”, biçimsel olarak yaratıcı ve özgün bir film. Bu özgün tavır, diğer Roy Andersson filmlerini de merak etmeme sebep oldu. Şu yaşa kadar gelip de bir Roy Andersson filmi izlememiş olmanın mahçubiyetini taşıyor olsam da, “Du Levande”nin keyfi ağır basıyor.