10 Kasım 2008 Pazartesi

"Hani Tarkovski gibi filmler yapacaktık?"


Büyük sanatçılar hakkında yazmak tehlikelidir. Her genç kızın başına gelebileceği gibi, klişelere kolayca düşülebilir. Birkaç sanatsal kişisel deneyimi, biraz araştırmayla pekiştirip ortaya pekala bir şeyler çıkartılabilir. Mozart'ın "Ağıt" ını dinledikten sonra, müziğin verdiği coşkuyla dahi müzisyene selam gönderme ihtiyacı çok insancıldır. Fakat bu metin, ne ölçüde yeni bir şey söyleyebilir? Ne kadar özgündür? Ortada yaşanmış, üstüne üstlük adanmış koca bir hayat vardır. Heyhat! Biz, böyle bir hayatın ancak bize teğet geçen kısmı kadarını bilebiliriz. Yine de sanat hepimiz içinse eğer, hiçbir şey söylemeden geçmek olmaz. Bu çerçeveden bakınca, Tarkovski filmlerinden bana geçen duygulardan yola çıkmak en doğrusu. Ahkam kesmekten şiddetle kaçınıyorum.

Kendinden sonra gelen kuşağı, bu kadar deriiin etkilemiş başka bir sinemacı daha bulmak zordur. Dönüş ve Sürgün (çok etkileyici) filmleriyle tanıdığımız bol ödüllü Andrey Zvyagintsev, adaşı Tarkovski'nin günümüz temsilcisi olarak anılır. Rus yönetmenin büyük mirası, kendi coğrafyasıyla da sınırlı kalmamış, "güzel ve yalnız ülke"ye de uğramıştır. Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes'dan jüri özel ödülü ile dönen Uzak filminin kahramanı Mahmut, kendisi gibi sanat/sepet işleriyle uğraşan bir arkadaşına sitem eder: "Hani Tarkovski gibi filmler yapacaktık?"

Şair babadan aldığı genlerle sanat hayatına 1-0 önde başlayan Tarkovski, kendisine dayatılan sinema kanunlarını (Eisenstein yasaları) reddederek kendi sanatçı rahatsızlıklarını, huzursuzluklarını ifade edecek daha özgün yollar aramıştır. Sinemanın, zamanı anlamak ve hissettirmek için müthiş bir icat olduğunu keşfeden sanatçı, sürekli olarak film şeridine zaman mefhumunu sokmak peşinde koşmuştur.

İlk filmlerini saymazsak (İvan'ın Çocukluğu, Andrey Rublev- izleyemedim ama öyle olduğu anlatılır), diğer tüm yapıtlarının ağır akan, ince işleyen bir tarafı vardır. Bu filmler, klasik olay örgüsü (giriş-gelişme/çatışma-sonuç) çizgisinin çok dışında, haddini aşarak gerçek zamanın iyi bir taklidi olma iddiasındadırlar. Tarkovski, bunu yaparken de imgelerden, simgelerden, alt metinlerden ve muhteşem görüntülerden yararlanır. Bu yüzden, filmlerini anlamak zordur (hala Stalker ve Ayna'yı tam olarak anladığımı söyleyemem), ama unutmak daha zordur.

Sinemada zaman, Tarkovski'nin icadıdır. Perdedeki film, neredeyse gerçek hayatın ritmiyle akar. Sinemadaki seyirci, vücudundan sıyrılmış ruhunun gözüyle, perdede oynayan kendi hayatını izler gibidir. Böylece zaman, diş ağrısı gibi kavranır. Sızılı ve çok gerçektir. Böyle bir şeydir zaman. Sabit frekanslı titreşim (saniyede 24 kare gibi), bitmek bilmez boşluk... Düz bir çizgi. Ta ki hayat, son bulana kadar. Kavradıkça da payımıza hem bilgelik, hem de büyük bir melankoli düşer.

Bulabilirseniz Stalker (1979) ve Ayna (1975- Rusçası Zerkalo imiş, hoş bir kelime değil mi) filmlerini izleyin. Siz de, adlandırmakta zorlandığım, buna benzer şeyler hissedecek misiniz bakalım?

Önemli not: "Mühürlenmiş Zaman" isimli kitabında Andrey Tarkovski, "yönetmen olmaya karar vermiş bir kişi, bütün hayatını tehlikeye atmış demektir" diyerek bu işin hafife alınır tarafı olmadığını çok güzel ifade etmiştir. Ne zaman aklıma gelse gülümserim. Saygı ve sevgi duyarım kendisine.

1 yorum:

cherbe dedi ki...

Bu yazının yeni bir şeyler söyleyebilme kaygısının olmadığı çok açık. Ama bilineni bu kadar güzel ifade edebilmek de önemli bir özellik. Özellike zaman konusunda yapılan vurgu çok önemli. Hayatımızda maddenin ve mekanın yapaylığından, göreceliğinden sürekli yakınsak da, zaman olgusunu hiç sorgulamayız nedense, kabul ederiz. Nasıl ki bazen fiziksel yanılsamalar görüyorsak, bir şeyleri farklı algılayabiliyorsak, zamanın da yanılsamadan ibaret olduğu gerçeği öylece duruyor karşımızda. Eğer haddimi aşıp bir adım ileri gitmem gerekiyorsa, zaman yoktur diyebilirim. Bu da acı bir gerçektir. Bir milyon yıl ile bir saniye arasındaki farkı kim söyleyebilir? Dün ile çocukluğunuz arasında ne kadar fark var?

Zaman denilen olgunun gerçek ve somut olduğu konusunda o kadar şartlanmışız ki, ölçüp biçip takvimler çizmişiz, saatler takmışız kolumuza. Belki de dünyanın dönerken çıkardığı sesi o yüzden hiç duymadık, dünya hep aynı "hızla" ve kendimizi "bildik bileli" dönüyor. Zaman da ben doğduğumdan beri hiç durmadı, yavaşlamadı bile gözümde. Peki ya bütün evrenin ömrünü içeren rulo şeklindeki bir film şeridine dışarıdan bakıyor olsaydık, zamanın dışında bulabilir miydik kendimizi? "Gelecekte" "bir gün" zamanın sona er"ecek" olması nasıl olurdu? Bir rüyadan uyanmak "üzere" olabilir miyiz? Bu açılımları bile zamandan bağımsız yapamamak gerçekten acınası ve insanı boğan bir kısıtlama. Sonsuz boşluk ile bir nokta arasında nasıl kesin bir ayrım yoksa, nokta denilen şey tanımlanamayan farazi bir varsayımsa, her zaman çizdiğiniz noktadan daha küçük bir nokta söz konusu ise, sonsuz zaman ile bir "an" arasında da bir fark yok o nedenle. Her anı daha küçük anlara bölmek mümkünken, kim tanımlayabilir anı? O halde bir an bin yıldır diyelim, buna inanalım. Keza bizim bir anımız bir sineğin 10 yılı olabilir?

Bütün zaman bir ana sıkıştırılsa ve biz çocuk oyuncağı gibi bu yoğun topla oynuyor olsak, belki asıl gerçekleri görebiliriz. Yani, frenklerin deyimiyle, "kutunun" dışında düşünürsek ve hatta kutunun dışına çıkabilirsek. Ne mi var o kutunun dışında? İşte evrenin gerçek yapıtaşı belki de. Ne zamanın ne de maddenin olduğu, ya da bizim bildiğimiz şekilde olmadığı.

İsterseniz, "arkhe" diyin buna, isterseniz enerji, hangi felsefe ya da hollywood pazarlama stratejilerine konu olmuş terminolojiyi kullanırsanız kullanın, bahsettiğimiz şey her neyse, varlık aynı özden geliyor ve algı sistemimiz bunu madde ve zaman olarak boyutlara ayırmamızı gerektiriyor. Buna ihtiyacımız var. Nasıl ki gözümüzün görebilmesi için ışığa, kullağımızın duyabilmesi için de titreşime ihtiyaç varsa, beynimiz için de, bilincimiz için de "zaman"a ihtiyacımız var. Beynimizn yapısı mükemmel olsa da, sınırları var. Algı sınırlarımız olması gerekiyor, yoksa aşırı algıdan bünyemiz aşırı uyarılırdı, yaşayamazdık. Düzenimiz etkilenirdi, otistik insanlarn yaşadığı şey de bu. Gözümüzün morötesini, kızılötesini algılayamadığı gibi, beynimiz de bu zaman-mekan kombinasyonunun "ötesini" algılayamaz. O halde insanın bu koşullarda, "hayat" ya da "evren" sonsuz ortamda yaşamını sürdürebilmesi için zaman kısıtıyla yaşaması gerekiyor. Bu boyutun ötesine geçmek tehlikelidir bizim için.

Zamanda yolculuk mümkün olsa bile, bir eksen üzerinde, bir boyut üzerinde ileri geri gitmekten başka bir işe yaramaz. Herkes bu konuya odaklanmış durumda. Zaman elbette göreceli ve ileri geri gitmemize zaten gerek yok. Biz zamanda yolculuk halindeyiz zaten. Asıl insanı hayrete düşüren, sanki kibrit çöpleriyle oynarmış gibi, zaman eksenine yeni bir eksen eklemek. 5. boyutlu düşünme ihtimali. Ya da zaman boyutunu çıkarıp farklı bir boyut ekleyebilmek. İhtimaller ne olursa olsun, birileri aksini iddia edene kadar, ya da bir gün yeni bir boyut kapıyı aralayıp çıkagelene kadar zamana ihtiyacımız var. "Bununla yaşamayı" öğrenmemiz gerekiyor. Şimdi ben bu yazıyı yazmaya başlayalı, ne kadar zaman geçti emin değilim. Belki onbeş dakika, belki de bir ömür, önemi yok çünkü az önceki anlarım yok oldu. Ve zihnim bana hatırladığını söylemese, başka kanıtım yok aksini iddia edecek. İşte sanırım Tarkovsky ana akım filmlerde gördüğümüz "daha da" çarpıtılmış giriş-gelişme-sonuç'la bağlanmış zaman kavramından kaçıyor. Çünkü zaman o kadar eğlenceli değil. Hiçbirşeye girmiyoruz, hiçbirşey gelişmiyor ve de sonuçlanmıyor. Tarkovsky'nin filmlerindeki o cam gibi zaman algısı, zamanı birebir hissetmek, aslında içinde yaşadığımız her saniyenin ne kadar "yavaş" ve emin adımlarla aktığına şahit olmak, insanı kutunun dışına çıkarmasa da, yüzeylerine yaslanmasına yardımcı oluyor. Duvarlara sırtımızı dayayıp biraz düşünüyoruz, dinliyoruz dışarıyı...