23 Kasım 2008 Pazar

haftanın güzeli (IV)


Geçen hafta, (CHP'nin de eşsiz katkılarıyla) yine gündemimiz çok doluydu. Değerli köşe yazarları (daha çok benim takip ettiklerim, her ne kadar aralarında sapına kadar hak eden çoksa da diğerleri değersiz diye söylemiyorum), bir çok iyi yazıyla seslerini duyurdular. Kafamda çekişmeli bir müsabaka yaşandı. Özellikle, Perihan Mağden'in "Falsetto"su ile Murat Belge'nin "Yasa ile Vicdan"ı aklımı çok kurcaladı. Ama onları şimdilik, ileride yayınlamak üzere saklıyorum. Bir göçmen olarak, göç/göçtürülme konularına ve ardından gelen aidiyet sorunu gibi artçı sarsıntılarına duyarlı olduğumdan, bu hafta (dikkat! Eski Sorbonne dekanı) Ahmet İnsel'i (bkz. resimdeki münasebetsiz adam, yakışıklı da üstelik; ödülü tamamen hak ediyor), daha doğrusu 16 Kasım Pazar günü Radikal İki'de çıkan "Özür dilemek artık bir zorunluluk" adlı yazısını "haftanın güzeli" ilan ediyorum. Biraz uzun (tepki alsam bile- "ha ha ha". Kendimi ciddi ciddi yazar, "önemli kişi" sanmaya başladım), ama kısaltmak gibi bir niyetim hiç yok. Buyrunuz:

"Vecdi Gönül, nihayet, Türk milli devletini oluşturan etmenler arasındaki yeri resmen kabul edilmeyeni açıkça dile getirdi. Bir tabuyu yıktı. Bu yazı kaleme alındığı tarihe kadar, diğer bakanlardan, Başbakan’dan, üyesi olduğu partinin sözcülerinden, Genelkurmay Başkanlığı’ndan herhangi bir eleştiri ifadesi gelmemişti. Milli Savunma Bakanı’nın Belçika dönüşünde havaalanında yaptığı telafi amaçlı sözler, işin esasının daha bir vurgulanmasına yaradı. Bir buçuk yıl önceki seçimlerde seçmenlerin oyunun neredeyse yarısını almış olan, temsil gücü yüksek bir partinin Milli Savunma Bakanı’nın ağzından, milli devletinin harcında kapsamlı bir etnik temizlik zihniyeti bulunduğunu Türkiye’nin kabul ettiğini söyleyebiliriz.
Sadece Rumlara karşı değil, Müslüman olmayan Osmanlılara karşı, l. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde çok büyük bir etnik temizlik harekatı başlatıldı. Önce Ege’de Rumlar, Trakya’da Bulgarlar hedeflendi. Ardından 1915’te Osmanlı Ermenilerine yönelik kapsamlı ve sistemli biçimde yürütülen tehcir kararı uygulandı. Tehcir sırasında büyük bir kıyım yaşandı, Ermeni kırımı yapıldı. Etnik temizlik Güneydoğuda kadim şark kiliselerine mensup cemaatleri de içine aldı. Lozan’da kararlaştırılan, Yunanistan’la Türkiye arasındaki Müslüman ve Ortodoks nüfusun zorunlu mübadelesi sırasında tehcir artığı Ermenilerin bir kısmı daha ülkelerini terk etmeye teşvik edildi. Ardından sıra Yahudilere geldi. 1930’larda Trakya’daki Yahudi nüfus neredeyse bütünüyle bölgeden göç ettirildi.
Organize yağma
En başta Ermeni tehcirinde elkonanlar olmak üzere, kaçan veya öldürülenlerin bıraktıkları mallar paylaşıldı. İttihat ve Terakki, bir tür kılıç hakkıyla elde edilmiş bu ganimetten alması gereken geleneksel payı aldı. Ganimetin bir bölümü Balkan muhacirlerine verildi. Cumhuriyet sonrasında iktisadi planda sivrilen bazı Sünni-Müslüman tüccar ve sanayicinin ilk sermaye birikimi elkoydukları, yok pahasına kapattıkları Ermeni ve Rum mallarıydı. Toprak mülkiyeti büyük ölçüde el değiştirdi. Son dönem Osmanlı tapu kayıtlarının ulusal güvenlik açısından sakıncalı olduğunu belirtmek ihtiyacını, Milli Güvenlik Kurulu neden duymuş olabilir ki?Vecdi Gönül, mübadele ve tehcirin nasıl hayırlı bir iş olduğu görüşünü desteklemek için, İzmir Valisi iken İzmir Ticaret Odası’nın kurucuları arasında hiçbir Müslümanın olmadığını, Ege’de verimli toprakların azınlıkların elinde olduğunu müşahade ettiğini söylüyor. “Cumhuriyet öncesinde Ankara Yahudi, Müslüman, Ermeni ve Rum olmak üzere dört mahalleden oluşurdu” diye hatırlatıyor. Tehcir ve mübadele olmasaydı, Türk ulusunun başkenti böyle olacaktı, halinize şükredin, demeye getiriyor.
Mübadele, tehcir, korkutup kaçırma, toplu katliamlar sermayenin bütünüyle el değiştirmesine, gayrimüslimlerin iktisadi ve sosyal yaşamdan neredeyse bütünüyle silinmelerine yetmedi. Etnik temizlikten geriye kalmış gayrimüslimlerin servetlerinin bir kısmına daha sonra Varlık Vergisi ile elkondu. Bu sadece servetin bir kısmına elkoyma değil, aynı zamanda gayrımüslimlerin iktisaden belini kırma operasyonu idi.
6-7 Eylül’de bu kez vergi yoluyla değil, özendirilmiş ve organize edilmiş yağma aracılığıyla nihai darbe vuruldu. Türkiye artık tamamen Türklerindi!
Bu “Türkler” tabirini düzeltmeliyiz. Artık Türkiye, nüfusunda İslam yazanlarındı. Elbette egemenlik ne kadar kayıtsız ve şartsız milletin olduysa, Türkiye de o kadar nüfusunda İslam yazan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının oldu. Kendini Kürt olarak tanımlayan ve bunun tanınmasını talep edenler ağır biçimde hırpalandılar.
Sünni olmayanlar ve özellikle Aleviler kimlik inkarına, yer yer kitlesel katliamlara maruz bırakıldılar. Ne var ki onlara potansiyel olarak Sünni Türk kimliği içine asimile edilecek gözüyle bakıldığı için, aykırılardı ama “yabancı” değillerdi. Alevi veya Kürt için yabancı dendiğini duymamışsınızdır. Türkiye’de gayrimüslim yurttaşların 'gavur' olarak tanımlanması değil, esas olarak 'ecnebi', 'yabancı' olarak tanımlanması Türk ulusal kimliğinin harcında bulunan ve Vecdi Gönül’ün açıksözlülükle işaret ettiği bir özelliği ele verir.
Bazı tarihçiler bu yapılanları nüfus mühendisliği olarak tanımlıyor. Yalnız Türk ulus-devletinin değil, yakın çevremizden örnek vermek gerekirse, Osmanlı mirası üzerine inşa edilmiş tüm ulus-devletlerin kuruluşunda benzer bir nüfus mühendisliği zihniyeti ve büyüklü küçüklü etnik temizlik operasyonları yatar. Balkan sürgünleri ve mezalimi, İsrail kurulurken Filistinlilerin başına gelenler... Bugün etnik temizlik konusunda Türkçe yayımlanmış zengince bir kütüphane var artık elimizde. Kimsenin bilmiyorum deme hakkı yok. Bilmek istemiyorum diyebilir elbette ama o zaman susmayı da bilmelidir.
Türk Tarih Kurumu eski başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun yaptığı gibi, 'bütün dünyada bu böyle olmuş' diyerek, bütün günahı savaşın sırtına yüklemek de mümkün değildir. 1934’te, 1955’de savaş mı vardı? 1915’de Bursa, İzmit veya Balıkesir Ermenileri de mi Rus ordusu saflarında savaşmaya başlamışlardı? Ya da ellerine silah alıp isyan mı etmişlerdi?
Tahammülsüzlük...
Halaçoğlu Yunanistan’ın Trakya’da 120 bin kişiye 'tahammül edemediğini' söylerken, çok doğru bir kelime kullanıyor. Türkiye’de de yalnız devlet değil, Müslüman çoğunluk da gayrımüslim azınlığa tahammül edemedi. Nüfusun binde ikisi kadar kalmış olmalarına rağmen, hâlâ tahammül edemiyor. Hrant Dink’i öldürtenlerin amacını bir kenara bırakalım. O öldürüldüğünde çok ciddi bir öfke, keder ve utanç duyan Türkiyeliler kadar, belki daha fazla sayıda, açıkça veya için için sevinen Türkiyeli yok muydu? Hâlâ yok mu?
'Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba milli devlet olabilir miydi?' sorusunu soruyor Vecdi Gönül. Riyakârlığa gerek yok. Milli eğitim tornasından geçmiş Türklerin önemli bir bölümü, belki büyük çoğunluğu için bu sorunun yanıtı, 'hayır'dır. Ahmet Turan Alkan’ın bu soruya verdiği dört dörtlük yanıt, okumuşlar sınıfı içinde korkarım azınlıkta kalır: “Milli devlet, halkının ‘masif’, yani benzer özellikler taşıdığı bir devlet modeli değildir. (...) Milli devlet, herkesin aynı etnik kimliği taşıdığı, aynı dili konuştuğu, aynı inancı benimsediği devlet modeli değildir. Buna kısaca Faşizm derler. (...) ‘Rumlar, Ermeniler hâlâ aramızda olsaydı, nice olurduk’ beyanı talihsizliktir. (...) Eğer varlıkları hâlâ devam ediyor olsaydı, hem iktisâdi hem de medenî ve kültürel nokta-i nazardan daha zenginleşeceğimizi düşünmüşümdür hep. Tehcir ve mübâdelenin fiili planda Türkiye’de Müslüman nüfusu çoğunluğa geçirdiği doğrudur; bu olguya sevinmek yerine yerinmemiz daha isabetli olur”. Alkan, bunun ardından, Ermeni ve Rumların bu topraklarda artık olmamasının, “bizi kendi tekilliğimizle yüz yüze getirdiğini” söylüyor. Bu tekilliğe belki de yoksulluğumuz denmesi gerektiğini ilave ediyor (Zaman, 12 Kasım).
Alkan’ın eleştirisi, Vecdi Gönül’ün aslında son derece önemli bir olguyu dile getirmiş olduğunu unutturmamalı. Türkiye’de milli devlet ve milli kimlik, Ermeni, Rum ve daha sonra Yahudi, Süryani varlığının bu topraklarda yaşayamamasına, yaşatılamamasına dayanan bir asabiyyeyi de içerir. Tüm tarihsel, kültürel kökleri bu topraklarda ve sadece bu topraklarda olan milyonlarca insanın bir kısmının yok edilmesi, geri kalanının ise ülkelerini terk etmeye mecbur bırakılması milli devletin ve onun ideolojisinin güçlü bir besin kaynağıdır.
Bununla övünenler, beyaz bereyle dolaşmayı bir haslet olarak görenler olabilir. Her toplumda faşist zihniyet az veya çok barınır. Ama herkes bilmelidir ki, yüzleşilmedikçe bu milli kimlik bilinci bir bütün olarak yaralı kalacaktır. Kendi tarihiyle yüzleşmeyi reddetmek, Cengiz Çandar’ın kelimeleriyle, burayı 'yakın tarihinden kaçan, tarihinin üzerini örtmeye uğraşan ve böyle davrandığı ölçüde <çağdaş, medeni ve aydınlanmış> olamayan insanların ülkesi yapmıştır'. Aydınlanmış olamamanın eğitimsizlikle bir ilişkisinin olmadığının en açık göstergesi, bütün lise veya üniversite dönem arkadaşlığı mail gruplarına boşalan kin ve nefret söylemleridir.
Vecdi Gönül, 'günümüzde Güneydoğu’da verilen mücadelede, bu ulus inşasında ve özellikle tehcir sebebiyle kendilerini mağdur sayanların katkısının reddedilemeyeceğini' ilave ediyor. 'Sünnetsiz Kürtler', 'gizli Ermeniler' imasında bulunuyor. Böyle bir imanın günümüzde Kürtlere, Ermenilere ne gözle bakıldığını ele vermesini bir yana kaydedelim. Ama Vecdi Gönül gibi düşünenler hiç olmazsa kabul etmelidir ki, inkarla, unutmaya çalışmakla izlerini ve etkilerini silemediğimiz o yara bugün de derinden kanamaya ve kanatmaya devam ediyor. Bu durumda Vecdi Gönül’ün istifasını falan istemek yerine, tam tersine onun açtığı kapıdan ilerleyebiliriz. Milli Savunma Bakanı mübadele kadar tehcirin de milli devletin oluşmasında olmazsa olmaz önemini vurguladı. Bu ülkenin medeni, çağdaş ve aydınlanmış insanları, bu ulusun inşasında payı olan Ermeni tehcirinin neden olduğu kırım, katliam, eziyet ve yerinden yurdundan etmelere maruz kalmış olanlardan neden özür dilemesin?
Milli devletin varoluşunda, yok olmalarının önemli bir payı olanlardan bugün devletin bir özür dilemesi boynunun borcudur. Bu topraklarda yaşamaya devam eden bizlerin Ermenilerden özür dilememiz insanlık borcumuzdur."

Hiç yorum yok: