2 Kasım 2008 Pazar

haftanın güzeli (I)

Bazen öyle şahane yazılar okuyorum ki, "vay be adam döktürmüş; bunu herkese göstermem gerek" diyorum. Hatta gazeteden kesip evimizdeki panoya bile astığım oluyor. Evimizde çok kalabalık değiliz ama arada sırada gelen misafirler, geçerken uğrayanlar merak etsin okusun diye yazıları teşhir ediyorum. İyi huylu bir teşhir olsa gerek. Benzer heyecanı, coşkuyu veya hüznü hissedip hissetmediklerini merak ediyorum. Amaç propaganda değil, samimi paylaşım. Dürüstlük adına en çok Taraf ve Radikal okuduğumu söylemem gerek. Bu gazetelere ciltleri hassas olanlar varsa "haftanın güzeli"ni boşversin.

İlk haftanın güzeli, grotesk bir güzel (anti-güzel); Taraf'tan Alper Görmüş'ün "medyaironik" adlı köşesindeki 28.10.2008 tarihli köşe yazısı. 1980 döneminde Diyarbakır cezaevinde tutuklu bulunan bir tanığın (Selim Dindar) yaşadıklarını alıntılamış. Anlatılanlar o kadar hazin ki Alper Görmüş alt başlıkta uyarmış: "Oku, dayanabilirsen".

"Dışarıdaki beton avludaki eğitimden canlı dönemeyeceğimizden korkuyorduk. Çünkü bu eğitimler işkenceyle yapılıyordu. Avlunun ortasında bir kapak vardı. Oradan hapishanenin ya da mahallenin lağımı akıyordu. Her birimiz tek tek o lağım suyunun içine indiriliyorduk. Lağımın içinde nefesimiz kesilene kadar tutuluyorduk. Diyarbakır cezaevinde yatan herkes yaşadı bunu. O pisliği içmedim, yemedim diyen gururu yüzünden yalan söylüyordur. (...) Kıştı, bir hafta boyunca gece o beton avluda suyun içinde yatırıldık. İhtiyacımızı suyun içinde yapıp ısınmaya çalışıyorduk."

Devam...

"Elimde sigara söndürme izini görüyorsunuz. Yumurtalık bölgemde de sigara, kibrit söndürdüler. Mahkemede bir hemşerime tebessüm ettim diye bir gardiyan elime beş milimlik çivi çaktı. Copu ısırtıp tekmeyle vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzıma soktukları copu sağa sola döndürdüler, gördüğünüz gibi ağzımı yanından yırttılar. İnsanoğlunun bunları nasıl yapabildiğini kavrayamıyorum. Gözümün önünde öyle çok olay oldu ki. Ölümler, işkenceler... Abbas Çelik diye bir köy sahibi vardı. Oğlula birlikte içerideydi. Oğluna soktukları copu çıkartıp babanın ağzına veriyorlardı. Sonra babaya soktuklarını oğlunun ağzına veriyorlardı."

Dahası var...

"Mesela Mehmet Salih Besen olayında gerçeklik duygumu ben tamamen yitirdim. 50 yaşlarındaydı. TKİ'de memurdu. Kendisini ve bizleri ölü zannediyordu. 'Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz' diyordu. Biz, 'Amca yok öyle bir şey, hayattayız' desek de, koğuşun aslında bir mezar olduğunu öyle mantıklı savunuyordu ki, ben dahil bazılarımız ölü olduğumuza inanmaya başlamıştık. Mesela cuma günleri görüşme günümüzdü. Bize soruyordu. 'Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Cizre'de biliyorsunuz kabir ziyareti cumalarıdır' diyordu. Gardiyanların da zebani olduğunu söylüyordu. Gerçekten de koğuşun camları boyalıydı. Biz dışarıyı göremiyorduk, koklayamıyorduk, duyamıyorduk. "

Son bölüm...

"Ferhat Kortay hemşerimdi, elektrik mühendisiydi, samimiyetimiz vardı. Sabaha karşı saat üç sularında koğuşta müthiş bir patlama oldu. Bir arkadaş alevlerin üstüne su döktü. Alevlerin içinden bir ses geldi. 'Bu bir yangın değil, eylem. Kahrolsun işkence, kahrolsun vahşet' dedi. Alevler küçüldüğünde biz o dört insanı kafa kafaya vermiş gördük. Ben Ferhat Hoca'nın başucuna gittim. Eğildim, 'Hocam bir şeyler söyle' dedim. Dişleri kenetlenmişti. Tıslar gibi bir sesle zorlukla, 'Bana türküyü söyle' dedi. 'Sevdalım' adında çok sevdiği Kürtçe bir aşk türküsüydü bu. Ben ağlayarak türküyü söylemeye başladım. Beni teselli etmek ister gibiydi. Ağlamamam için bana tebessüm etti. Tebessüm ederken yanaklarından etler dökülüyordu."

Bitti. Bilmemiz gerekti. Üzgünüm.

Hiç yorum yok: