Tesadüf bu ya, terörist şiddetin arttığı geçen yıldan bu yana, güzide kanallarımızın haber bültenleri de revizyona girdi. Bir "anchorman"dir aldı yürüdü. Uğur Dündar'lar, Ali Kırca'lar, Mehmet Barlas'lar (not: Mehmet Barlas sonrası Atv, Banu Güven'e de gel demiş; ama gönlümüzün sultanı "nasıl bir kanal olacağınız belli değil, gitmem" demiş. Alnıma götürmeden elcağızından öpüyorum. Demir Demirkan geldiğinde ağzının içine düşecektin ama. Kalbimi kırdın yani), Mehmet Ali Birand'lar (MAB) havalarda uçuştu. Bu formatı, gecikmeli de olsa keşfeden, muhtemelen Amerika'dan ithal eden medyamız, ortalığı bir birine kattı. Katmaya da devam ediyor. Zaten yıllardır oldukça seviyesiz olan yayın hayatımızda, artık bir de haber bülteni seviyesizlikleri yaşanıyor. Durumu seviyesizlik olarak tanımlamak, naiflik sayılabilir. Kendimi tekzip ediyorum. Kasıtlı yapılan bu "şey", çoğu zaman duygu sömürüsü, yer yer de militarist propagandaya benziyor. Eskiden de seviyesizlik vardı hayatımızda, ama kasıtlı değildi. Bilinçli yapılmıyordu. Malzeme o kadardı yani. Murat Belge'nin dediği gibi hayatımızda "gusto"(beğeni, estetik) yoktu. O kadar. Fakat artık, olur olmaz yerlerden canlı yayına bağlanmalar, gündemden bağımsız aile trajedilerine alttan alttan "requiem for a dream" müziği vermeler, her gün Kahraman Mehmetçik görüntüleri-ve tabi ki konsepte uygun müzikle servis edilir- moda. Ve bunlar tesadüf olamaz. Medya fişleme ve yönlendirme ile nam salmış Askeriyemiz, yeni lideri eşliğinde sivil hayata derinden nüfuz ediyor. "Ben hiç militarizm görmedim anne" diyen çocuklarınız için, 19:00 da haber bültenlerini açabilirsiniz. Eski asker Uğur Dündar'ınkini özellikle tavsiye ediyorum.
Yine geçen gün, "Uğur Dündar ile Star Haber" de güzide devlet büyüklerimizin ve de tabi ki paşa olmayan Genelkurmay Başkanı'nın katıldığı (amanın dikkat! Gerçek mermilerin kullanıldığı) komando tatbikatına denk geldim. Öyle bir servis ediliyordu ki, savaştayız ve er Ryan'ı (bu durumda Necmi'yi) kurtarıyoruz zannettim. Neredeyse bütün tatbikatı izledik. Araziden çıkan komandonun birinin kanayan kolunu işaret eden Başbakan soruyor: "Bunlar ne?". Komando: "Çalı, çırpı, diken Başbakanım, hiç farketmez...".
Sonra, üzerinde kocaman harflerle "KOMANDO" yazan acayip bir kuleye geçiyoruz. Kule, Amerika'daki benzerlerinin iki katıymış (ne alakaysa? Yap bir Empire State, Özgürlük Heykeli de onla gurur duyalım). Star Tv, kulenin uzunluğunu (gerizekalı olan) bizlere, Boğaz Köprüsü'nü ve tuhaf kulenin boyunu defalarca ölçerek grafiklerle anlatıyor. Neticede kule, Boğaz Köprüsü'nden bilmem kaç metre daha uzunmuş. Şimdi kuleyle n'apılıyor derseniz (hayır o değil), önce iplerle çıkılıyor, sonra atlanıyor. İlker Başbuğ komutanı uyarıyor: "Çıkışı da söyle". Ortalama çıkış, 5 dakika 40 saniyeymiş. Ama iyi bir komando bu süreyi 5 dakika 15'e kadar düşürebilirmiş (daha iyi bir performans beklerdim). Aşağıdaki komutanın emirleriyle komandolar, çeşitli tekniklerle tek tek aşağı atlıyorlar. Star'ın beğendiği teknik: Kaplan atlayışı. İpleri saymazsak, bir nevi yüzükoyun serbest düşme. "Komandoooo" diye bağırmadan atlamak yasak. Atlayış olayı bitince, komandoların komutanı (rütbesi neyse artık, bilmiyorum) yararlı bilgiler sunuyor. Atlayış sırasında ipler ve diğer teçhizatlar ısınıyormuş (bi zahmet ısınmasın mı?). Bakan Cemil Çiçek inanamıyor ve kendisi kontrol ediyor. Evet, doğruymuş. Müsamere böyle sürüp gidiyor. (Not: Yeni öğrendim. Tatbikattan 2 adet boş kovan alıp anı olarak saklayan Cemil Çiçek'e, İlker Başbuğ şaka yapmış: "Dikkat et, iyi sakla, seni de Ergenekon'dan içeri almasınlar.")
Haberi büyük bir sabır ve ima ettikleri sebebiyle merakla izledim. Bir askerin söyledikleriyle beraber ürkütücü ve üzücü bir düşünceye kapıldım. İlker Başbuğ yine başka bir komandoya soruyor: "Askerde ne öğrendin?". En büyük komutanın sorusuyla oldukça heyecanlanan komando: "vatanımı, milletimi korumayı, düşman mevzilerine sızmayı öğrendim" diyor. Bunları, inanarak ve mutlulukla söylüyor. Tıpkı, yukarıda Başbakanın "çalı çırpı" sorusuna, gururlu bir tebessümle cevap veren komando gibi. O zaman şu vahim sorular aklıma takıldı: Mensuplarına mutluluk dağıtarak hizmet etmesi gereken ve soyut bir kavram olan devlet, aidiyet duygusunu kendi vatandaşlarına askerlik üzerinden mi veriyor? Bu insanlar, kendilerini sadece askerde mi kahraman hissediyor? Öyleyse, sivil hayatta ne veriliyor?
Ne de olsa, "her Türk asker doğar". Sivil doğan yok. O zaman korkulacak bir şey de yok. Asıl, asker doğup sonradan sivil olmaya karar verenlerden devlet korkuyor. Osman Murat Ülke, Perihan Mağden ve daha nice vicdani retçi gibi.
4 yorum:
güzel yazı..tebrikler..
ama perihan mağden vicdani retçi olsa ne yazar :) dişiler askere alınmıyor zaten :D
bu arada bir istek:
sinemaya dair de bir kaç yazı yazarsan kendini daha kolay bulursun gibime geliyor.
hey awe,
yorum yazacaksın ortak yorumm.. akil vermiceksin :)
Asım'cım, Perihan Mağden'in vicdani retçi olması çok fark yaratır yavrum. Azcık kafayı çalıştır. Köşesinde bir şey yazdığı zaman olay olduğu gibi hakkında da dava açılıyor. Ayrıca binlerce insan okuyor, ilgi duyuyor. "Çarklardaki Kum" diye bir kitabı tanıtmıştı mesela. Sonra aldım okudum. Vicdani red, total red gibi konuları daha detaylı öğrendim ;)
Yorum Gönder